"Gerekirse Paris'te Araba Kullanan Son Kişi Olmaya Hazırım"
E. Seda KAYIM
/ 11 Kasım 2008
Geçtiğimiz aylarda Archiprix Jüri Toplantısı için İstanbul'da bulunan dünyaca ünlü Fransız kadın mimar Odile Decq ile "havadan mimarlıktan" bir sohbet gerçekleştirdik. Benoit Cornette ile başladığı 20 yıllık mimarlık pratiğine artık kendi başına devam eden, bir o kadar uzun soluklu ve yetkin akademisyenlik tecrübesiyle özellikle Avrupa merkezli bir mimarlığın temsilcilerinden kabul edilebilecek Odile Decq, mimarlık, Avrupa, eğitim ve sürdürülebilirlik gibi farklı pencerelerden konuşurken - farkında olarak ya da olmayarak – aslında tek bir mesaj verdi: Mimarlık için gelecek ve umut gerekiyor!
"Gençlerin geleceği icat edebileceklerine inanmaya ihtiyaçları var"
1980'lerin başından beri süregelen bir pratiğin içindesiniz. Eminim mimarlığın eğitim ve pratik alanlarında bir sürü değişime ve dönüşüme tanıklık ettiniz. Birisi size şöyle bir soru yöneltse: Mimarlık pratiğinin bu günkü pozisyonu nedir? Tasarımın gelişim ve değişim güzergahlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tanrım, bu çok geniş bir soru. (gülüyor) Bence bugün mimarlığın aldığı pozisyon çok katmanlı. Çünkü çok Sayıda pratik mevcut ve çok farklı mimarlık kategorileri oluştu. Eskiden de benzer bir niteleme yapılabilirdi belki, ancak şu anda bu çok daha belirgin. Örneğin bugün ‘star mimarlar'dan bahsediyoruz - ki bu da bazen problematikleşebilen bir konu – ve bu, en çok 10 senedir var olan bir kategori. Ben ofis pratiğime başladığımda post-modernist anlayışın hakimiyetinin ortalarındaydık ve bu, mimarlık bağlamında çok spesifik ama oldukça sakin ve ‘low-profile' bir dönemdi. Aynı zamanda kadın mimarlara çok az rastlanırdı. Bu da çok belirleyicidir. 1980'lere gelindiğinde mimarlar için çok ışıltılı bir döneme girildi. Çok yoğun çalıştığımız, özellikle Avrupa'da herkesin yapı projesi talep ettiği bir aralık oldu. 1990'lar ise Körfez Savaşı, ekonomik kriz derken mimarlar için de çok zor bir dönem oldu.
İşte ben de bu aralıkta eğitim vermeye başladım ve 90'ların ortasında fark ettim ki, öğrenciler geleceklerinden korkmaya başlamışlardı. Öncesinde herkes geleceğin çok daha parlak olacağına inanır ve hatta gelecekte yaşamak isterdi. Ama bu tarihten beri öğrenciler, geleceğin geçmişi aratacağına inanır oldular. Sanırım bu en belirgin farklılıktı ve benim için çok sorunluydu. Eğer mimarlık eğitimi veriyorsanız, öğrencilerinizden hayal kurmalarını talep edersiniz çünkü mimarlık bugün inşa ederken geçmiş için yapmaz, gelecek için yapar. Bunun için de toplumun nasıl geliştiğini düşünmeniz ve gözlemlemeniz gerekmektedir. Oysa öğrenciler sürekli olarak "Hayır, gelecekte iyi şeyler bizi beklemiyor. Toplum kötüye gidiyor" derken bunu nasıl yapabilirler? Bu handikapı yalnızca Fransa'da değil, 2000'lerin başında Amerika'da ders verirken de gözlemledim. Şimdilerde ise bu garip periyot sona eriyor ve farkediliyor: Belki de hayalini kuracak çok şey vardır.
Belki Türkiye'de bu şekilde gelişmemiştir, ne de olsa çok daha farklı bir tarihsellik ve yaşam biçiminden söz ediyoruz. Türkiye ekonomik anlamda gerçekten gelişmiş bir ülke, ama şu anda – en fazla 10,15 senedir. Yeni nesil sayesinde Avrupa'daki tüm ülkelerden daha yüksek bir nüfusa ve daha önemlisi 30 yaş altında muazzam miktarda insana sahipsiniz. Bu da çok büyük bir büyüme hızı anlamına geliyor ve bence Türkiye'deki mimarlar ve öğrencilerin, geleceğe umutla bakmamak ve inanmamak için hiçbir sebebi yok. Özellikle öğrencilerin geleceği icat edebileceklerine inanmaya ihtiyaçları vardır. Sanırım bu oldukça kuvvetli bir mesaj...
Peki bugün mimarlarında hayal kurduklarına inanıyor musunuz?
Hepsi değil! (gülüyor) Bence evet, mimarlar olarak hayal etmeliyiz ama nedensellik ilişkisi içerisinde. Öğrenciler sebepsiz şekilde hayal kurabilirler çünkü bu, onlar için son fırsat. Düşünsenize, bugün 20 yaşında olsalar, bundan 25 sene sonra 45 yaşında, toplumun sorunluluğunu üstlenmiş bireylere dönüşecekler. Eğer bugün rüyalarla dolaşmazlarsa, yarın çok tutucu toplumsallıklar inşa ederler.
Bugün ekoloji ve sürdürülebilirlik tartışmalarından kafamızı kaldıramaz hale geldik. Siz geleceğe nasıl bakıyor, mimarlık alanında ne gibi öngörülerde bulunuyorsunuz?
Kuvvetle, ekoloji ve sürdürülebilirlik mevzularının mimarın görevinin en minimumunu tanımladığına inanıyorum. Ben 1970'lerde öğrenciydim ve bu dönem ilk kez petrol ve gaz ‘şok'unun yaşandığı, bu kaynakların sonsuz olmadığının fark edildiği dönemdi. Hocalarımın pek çoğu biyolojik mimarlık, solar mimarlık dersleri veriyordu. Şimdilerde zaten ekoloji, medya sayesinde herkesin ortak derdi oldu. Bence de bu şekilde düşünmek son derece olağan çünkü gerçekten de, dünyayı yaşanabilir bir yer olarak korumak sorumluluklarımızın en temel, küçük ve olağan parçası. Mimarlar olarak da konum, yön, malzeme, enerjinin dert edilmesi... Ama bence bunlar tamamıyla teknik sorunlar. Ve bizler bu teknik sorunlar ile uğraşırken önümüzdeki duran çok ama çok daha büyük bir sorunu kaçırıyoruz: Şehirler, onların gelişimi ve büyümesi. Yüksek yoğunluklu yapılaşma, trafik, hava kirliliği, konforsuz yaşam alanları hakkında düşünmekten kaçınıyoruz. Yoksa izolasyon malzemeleri gerçekten de yapabileceğimizin en azı!
Peki sürdürülebilirlik kavramına karşı tutumunuz nedir?
Sürdürülebilirliğin yol açtığı bir de korku olduğunu düşünüyorum. Çevre, ozon, kirlilik vb. insanların, yine, geleceğin daha kötü olacağını düşünmesine yol açtı. Oysa biz Ay'a gidebileceğimizi düşünür, hayal ederdik. Ki yaptık! Ama bu karamsarlık, sizi geri adım atmaya zorluyor. Böylece arabanızı evde bırakıyor, bisiklete binmeye veya yürümeye başlıyorsunuz. Ya da daha az elektrik kullanmaya çalışıyorsunuz. Yani bir şekilde mağaraya geri dönüyorsunuz. Bu bence çok garip ama şu an Paris'te bir ‘yaşam tarzı'! Ben bisiklet kullanmak istemiyorum çünkü bunu gerileme, evrimi tersine çevirme olarak görüyorum. Ben arabamı kullanmak istiyorum. Onun bana sağladığı hareket ve uzun mesafe özgürlüğünü seviyorum. Gerekirse Paris'te araba kullanan son kişi olmaya hazırım.
İlişkili Haberler
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Bu İçeriğe Yorum Yazın