İstanbul merkezli sanat inisiyatifi “Yoğunluk”un kurucularından Nil Aynalı Eğler ve İsmail Eğler ile 15. İstanbul Bienali için hazırladıkları, kendi atölyelerinin de komşusu konumundaki ‘Ev’ enstalasyonu üzerine konuştuk.
'İyi bir komşu' teması altında gerçekleştirilen 15. İstanbul Bienali, 12 Kasım’da sona eriyor. Bienal sona ermeden mekana özgü enstalasyonların kullanımı aracılığıyla sanat ile mekan arasındaki ilişkiyi araştıran Yoğunluk’un kendi atölyelerinin bir bölümünü yeniden tasarlayarak bienal için hazırladıkları etkileyici mekansal deneyime mutlaka tanık olmalısınız.
İstiklal Caddesi’nin hemen yakınındaki eski bir apartmanın 4. katında yer alan çalışmayı görmek isteyenler önceden gözlerini karanlığa alıştırmalılar. Zira çalışma, izleyiciyi ışıkların zaman zaman karardığı loş atmosferiyle gözle görünenin ötesine, hafızamızdaki mekanlara doğru esrarengiz bir yolculuğa çıkarıyor.
Mimarlık ve sanat kökenli topluluk, ortaya koyduğu işlerde mekânın insan deneyimini koşullama biçimlerine odaklanıyor. Topluluğun 15. İstanbul Bienali’nde sergilenen yeni çalışması Ev (2017) İstanbul’da atölye olarak kiraladıkları bir apartmanda yer alan enstalasyon. İstiklal Caddesi’nin hemen yakınındaki bir apartmanın 4.katında yer alan ‘Ev’ şehrin telaşıyla tezat oluşturacak bir şekilde ışıkların karartıldığı içe dönük bir mekân. Bir başka deyişle Ev, mekânın deneyimlerimizi biçimlendirmede ve bizi izleyici olarak konumlandırmada üstlendiği hayati rolü irdeliyor.
Fotoğraf, Sahir Uğur Eren
Tuba Tellioğlu Şeren: Çalışmanızın bu yılki bienalin ana teması "iyi bir komşu" ile kurduğu ilişkiden bahsedebilir miyiz öncelikle?
İsmail Eğler: Biz tüm işlerimizde temel olarak mekâna odaklanıyoruz. Mekânın bize fısıldadıklarından yola çıkıyoruz. Çalışmanın yer aldığı mekân aynı zamanda bizim ofisimizin bir parçası. Bu anlamda kendi işimize de komşuluk yapıyoruz bienal başladığından beri. Burası eskiden yaşam alanı olarak kullanılan bir apartman dairesi. Şu anda hem bizim ofisimize hem de bienal süresince sergilediğimiz işe ev sahipliği yapıyor. Atölyede zaman geçirdikçe kendi çalıştığımız yeri bir enstalasyona dönüştürebileceğimiz fikri aklımıza geldi. Dolayısıyla bu komşuluk ilişkisi de kendiliğinden oluştu.
Nil Aynalı Eğler: Aslında işin bienalin temasıyla kurduğu ilişkiden bahsetmeden önce, bizim nasıl bir zihin yapısıyla çalışmalarımızı oluşturduğumuzdan bahsetmek gerekir. “Yoğunluk” meselesi, önceliği mekan ve mekansallık olan bir sanat inisiyatifi. Biz herhangi bir nesne ya da ürün ortaya koymuyoruz ancak bir mekânsal deneyim üretmeye çalışıyoruz. Bizim sonuç ürünümüz mekânsal deneyim. İnsanın bedenen içine girebileceği ve tüm duyularıyla birlikte mekanla ilişki kurabileceği bir deneyim yaratmak temel amacımız.
İE: Burada ziyaretçi sanatın nesnesine dönüşüyor ve mekânın unsurlarından biri haline geliyor.
NAE: Evet, bütün süreç bir mekanla başlıyor. Biz mekanla ilişki kurma anını çok önemsiyoruz. Daha önceki işlerimizde de öyleydi. Bir takım özel mekanları dolaşıyor ve hislerimizi harekete geçiren bir yer bulduğumuzda ya da o yerin bizimle bir meselesi olduğunu anladığımızda, “evet, burada bir şey yapmamız lazım” diyoruz. Şu anda bulunduğumuz apartman dairesi de yaklaşık yüz yıllık bir binada yer alıyor.
TTŞ: Bienal için proje yapma fikri sizden mi çıktı?
İE: Evet, biz önerdik. Proje taslağını bienal ekibine gönderdik. Fikir onlara da cazip geldi.
TTŞ: Yoğunluğun zaman ve mekan; ışık ve karanlık; varlık ve yokluk gibi içi doldurulması zor kavramlar üzerine kafa yorduğunu biliyoruz. Burada çözmeye çalıştığınız ontolojik mesele neydi?
NAE: Bu mesele bazen sezgisel biçimde gelişiyor. Sorunuza ancak yaptığımız şeye geri dönüp bakarak bir yanıt verebiliriz. Bu mekânın bir zamanlar gerçekten ev olarak kullanılmış olması bizim için gerçekten çok önemliydi. Fakat şu an için artık mekânın ‘ev’ olma halinin bir tarih olduğunu söyleyebiliriz. Bu hafızaya ulaşabilmemiz artık mümkün değil. Bir zamanlar ev olmuş deyip geçebiliriz sadece. Bu fikir mekânı, şimdiki zamandan koparıyor. Mekanda kurguladığımız ışık düzeniyle sağlamak istediğimiz de aslında hafızayı bir nebze geri getirebilmekti. Burada bir zamanlar bir ev vardı, eşyalar vardı. Karanlığın içinde beliren bir ışık hüzmesi bir anlığına odadaki eşyalardan birine odaklanarak onu belli belirsiz bir biçimde aydınlatıyor ve sonra oda yeniden karanlığa gömülüyor. Bu eşyaların orada olduklarını biliyor ama yine de onlara ulaşamıyoruz, varlıklarına ulaşmıyoruz. Bu mekânın ev olduğuna ilişkin hafızaya ulaşamıyoruz.
Evdeki tüm eşyaların üzerinin bir tabakayla, bir malzemeyle kaplanmasının asıl nedeni de bu yeterince ulaşamama halini vurgulamaktı. Siz eşyaları formlarından tanıyorsunuz, onlara dokunduğunuzda ise bu tanışıklık aniden ortadan kalkıyor. Masanın ahşap dokusunu artık hissedemiyorsunuz çünkü bir malzemeyle kaplı. Bu nedenle de çok yabancı bir şeye dokunduğunuz hissine kapılıyorsunuz. Artık bu eşyalar topluluğu sizden çok uzakta. Pencereden gelen ışık da bir anda, şimdiki zamanla ilgili algınızı kesintiye uğratıyor. Mekanın kendi zamanını oluşturan bir ışık aniden odada beliriveriyor ve sonra yeniden yok oluyor. Aslında Ev, bugüne ve şimdiye ait olmayan o mekanın ‘ev’ olma hafızasını size yaklaştırırken bir yandan da onu ulaşılmaz bir konuma yerleştirerek sizi bu hafızaya yabancılaştıran bir enstalasyon.
TTŞ: Yerleşmede yer alan nesneleri hangi kriterlere göre belirlediniz? Bunlar nasıl bir simgeselliğe sahip?
İE: Herhangi bir simgeselliğe sahip değiller. Yoğunluk, tarihsel ve simgesel anlatılarla pek ilgilenmiyor, hatta onlardan olabildiğince uzak durmaya çalışıyor. Mekanı daha çok sezgisel olarak düzenledik.
TTŞ: Evdeki antika saat ya da yazı masası tek başına bir anlam ifade etmiyor, bunlar sadece evin doğal birer parçası, öyle mi?
İE: Bunların hepsi bir araya geldiği zaman bir şey ifade etmeye başlıyor. Ancak o masa ile o saat bir araya geldiğinde bize bir hikaye anlatıyor. Ama bu aktarılan da simgesel değil. Nesnelerin arasında doğal olarak belli bir ilişkisellik var. İster istemez belli bir zaman aralığına referans verdiğimizi de söyleyebiliriz. Bunu kasıtlı olarak yapmıyoruz ama 100-150 yıllık bir aralığa referans veriyoruz. Ancak belli bir döneme ya da olaya atıfta bulunmak gibi bir derdimiz yok. Kimileri çalışmada 6-7 Eylül’e dair birçok referansın bulunduğunu ve düzenlemenin onlara bu dönemi hatırlattığını söylüyor.
NAE: İşin en ilginç tarafı, mekanı ziyaret eden her kişinin içerdeyken birbirinden oldukça farklı deneyimler yaşaması. Her ziyaretçinin mekanı algılaması, bu 4 dakikalık süre içinde hissettikleri birbirinden çok farklı olabiliyor. Kişi mekanın anlattığı hikayeyi kendi hafızasına göre şekillendiriyor. Örneğin, çalışmanın bir yerinde karanlık odanın içinde bas bir ses yeri titretiyor. Maddenin titreşimlerinin oluşturduğu kayda alınmış bas sesleri bunlar. Bu sesi çok farklı yorumlayanlar oldu. Bazıları bunu tünele giren bir tren ya da deprem sesine benzetti.
TTŞ: Tren sesi benim aklıma hiç gelmedi. Ben o sesi deprem olarak algılamıştım.
NAE: Bu kompozisyonun belli bir noktasında işitme duyusunu harekete geçirmek istedik. Nesneleri hareket ettirmeye çalışmaktı amacımız biraz da. Ama bu sesi herkes farklı yorumladı.
TTŞ: Bu sesin çok kuvvetli bir uyaran olduğunu düşünmüştüm. Özel bir nedeni var mı bu denli kuvvetli uyaranlar tercih etmenizin?
İE: Kuvvetli uyaranlar seçmek bir anlamda geçmişe dönüşü kolaylaştırıyor. Kişinin hafızasını daha kuvvetli bir şekilde geri çağırmasına olanak tanıyor. Kuvvetli uyaranlar hafızadaki benzer kayıtların çok daha çabuk su yüzüne çıkmasını sağlıyor biraz da.
NAE: Karanlıkta kalmak bu etkiyi artırıyor. Görme duyunuz engellendiğinde diğer duyularınız harekete geçer ve hisler kuvvetlenir. Normalde hissettiklerinizin dört, beş kat daha fazlasını hissetmenize neden olur. Görsel açıdan bombardımana tutulduğumuz bir çağda yaşıyoruz. Ama bizim için asıl önemli olan bir nesneye dair hakikate temas edebilmek. Bu da sadece gözle olmuyor, gözle görmek yeterli değil. Bu nedenle ortam biraz karanlık, nesneler muğlak bir biçimde aydınlatılıyor, işin içine biraz da izleyicinin hayal gücünü katmak istiyoruz.
Fotoğraf, Sahir Uğur Eren
TTŞ: Yoğunluk, izleyiciyle etkileşime geçen işleriyle öne çıkan bir sanat inisiyatifi. Bugüne kadar size en çok heyecan veren iş hangisiydi?
İE: Benim için ‘Su Ruhu’ydu. Mekan o kadar kuvvetliydi ki bizim en küçük müdahalemizle bu etki iki, üç katına çıkıyordu.
NAE: Bana göre de ‘Su Ruhu’… O çalışmada zamansal ve mekansal olarak da farklı bir ölçek vardı karşımızda. ‘Ev’ ile ‘Su Ruhu’ ölçek bakımından birbirinden farklı işler. Ev’de zamansal olarak başka bir mekana adım atıyorsunuz, Su Ruhu’nda ise bambaşka bir dünyaya geçiyorduk.
TTŞ: Kolektif çalışma işlere nasıl bir katkı sağlıyor?
İE: Düşünsel anlamda yani fikrin yaratım sürecinde Nil’in çok daha fazla katkısı oluyor sanırım. Fikir temellendikten sonraki aşamada yani uygulamada ise ben daha aktifim. Elif (Tekir) ise organizasyon kısmını yürütüyor. İşin belli safhalarında bir araya gelip tartışıyoruz. Herkesin belli bir görev dağılımı var. Biz kolektif çalışmaktan keyif alıyoruz. “Ben bunu tek başıma yaparım” diyen de yapar zaten.
TTŞ: Projeniz, SAHA – Çağdaş Sanatı Destekleme Girişimi tarafından desteklendi. Bu tür fonlar sanatçılara ne gibi imkanlar sunuyor?
İE: Genel olarak çok yetersiz kalıyor. Bu tip fonların mutlaka artması gerektiğini düşünüyoruz. Projemizin SAHA tarafından desteklenmiş olması çok olumlu tabii ki. Keşke başka projeler de desteklenebilse…
NAE: Bu yılki bienalde ilk kez sanatçılara da ödeme yapıldı. Sembolik bir rakam olsa da işimizi kolaylaştırdı. Bu olumlu ve önemli bir gelişme. Ama mekanın sponsorluğunu biz üstlendik. Çalışmanın bulunduğu, atölyemizin de bir parçası olan mekanı biz finanse ediyoruz kısaca.
İE: Bir de biz satışa yönelik bir eser üretmiyoruz. Bir ressam sergi sonrasında resmini bir başkasına satarak kendine gelir sağlayabilir. Bizse mekansal deneyim ürettiğimiz için bunun herhangi bir ticari geri dönüşü yok.
NAE: Öte yandan yaptığımız işin maliyeti bazen çok yüksek olabiliyor.
İE: Kolektif çalışmanın, bir inisiyatif olmanın bence en zor noktası da bu; geliriniz bölünüyor. Projenizi gerçekleştirmek için ya iyi bir sponsor bulmanız ya da kendi imkanlarınızı kullanmanız gerekiyor. Sanatçı inisiyatifi olduğumuz ve satılamayan bir ürün ortaya koyduğumuz için hassas bir noktada yer aldığımızı, zor bir iş yüklendiğimizi söylemek zorundayım.