Bir Kent - Köy Hikâyesi: YAREN

Berhan Abay / 17 Nisan 2020
Prag Film Ödülleri'nden birincilikle dönen, Adem Amca'nın kayığına dokuz yıldır her sene uğrayan leyleğin hikâyesinden esinlenerek hazırlanan YAREN belgeselinin düşündürdükleri...

Hikâye, şimdiki zamana ait değil gibi... Çocukluğumuzda geçiyor mesela. Büyüklerimizden dinlediğimiz, “Bütün evlerin kapıları açıktı o zamanlar”daki gibi... İlk sahne; Adem Amca evinin kapısından çıkıp, kapıyı da açık bırakarak, gidiyor o en sevdiği gölüne doğru.

Kenti sevmemesine rağmen, “mecburen”, çalışmak için, emekliliği için, kente gidişinden bahsediyor. İçten bir kent-köy karşılaştırması sonrasında: İlk, şehirde ısınamadığından dert yanıyor. Alışkanlıkla mı alâkalı kent köy tercihi; oraya doğduğun için mi köyü özlersin, ya da şehre doğduğun için mi oralısındır? Bilinmez. Bir de ne tam oralı ne tam buralı olabilenler var ki bu tezi çürütür cinsten. İnsan doğduğu yeri mi sever? Gölü, suyu sevmesi ondan mı Adem Amca’nın? Gözünü orada açtığı için mi? Sevmeyen de çok ama...

Önemli olan insanın mutlu olması belki. Doğduğu yerden, hayatından... Hayattaki amacını anlamış olması, kendisiyle barışık olması...“Şehir bazılarına iyi olabilir ama bana değil” diyor Adem Amca. İnsanın kendini bilmesi önemli. Ama mecburiyetler, insanın sevdiğini, istediğini yapabilme lüksü. 2020 Nisan'ında içinden geçtiğimiz zamanlar... Bir şeyi kaybetmeden değerini bilememek mi ya da konu? Şehirde çalışmaya gitmeseydi yine bu kadar sevecek miydi köyünü? Bir sürü yaşanmışlıklar sonrasında mı şimdiki aklımız, fikrimizdeyiz? Tercihlerimiz, tahammül ettiklerimiz, kabullendiklerimizle... Tercih etme şansımızın olmadığı dayatılanlarla, onları karşılayabilme gücümüzle...

Kent - köy karşılaştırmasına dönersem; şehir-beton-doğalgaz üçlüsünün karşısına dikiyor köy-ahşap-odun-soba’yı.

Sonra sahne, leylekler geldi diye sevinen çocukların... Geçen sene, İstanbul’da bir leylek görmek için başımız gökyüzünde dolaşmamız geliyor aklıma. Adem Amca, onların oralarda leyleklerin mübarek hayvan olarak bilindiğini anlatıyor. Ne zamandan beri hayvanlara işkence eden bir toplum olduğumuzu düşünüyorum. Eskilerin bilimsel bir veriye dayandırmadan yaptıklarının doğruluğunu, doğaya, insana değer vererek yaşamalarını... Evlerin çatılarının kerpiç olduğunu, leyleklerin çocukluklarından beri onlarla birlikte yaşadığını söylüyor. Şehirde göç yollarındaki betonun üzerinde kalakalan leyleğin fotoğrafı geliyor aklıma.

Önceden anlarlarmış ya, bir insanın yüzünden iyi insan olup olmadığını, şimdilerde tek tük. Adem Amca’nın yüzünden belli; ondan kimseye zarar gelmeyeceği, hayvanları sevdiği, doğanın parçası olduğu...

İnsanın kendini bilmesi önemli; şanslı olduğunu biliyor Adem Amca. Bunları yaşadığı için şanslı olduğunu söylüyor; bir hayvanı sevebildiği için, onunla anlaşabildiği için, tüm yaşayabildikleri için. “Kuş sevgisi, hayvan sevgisi çok başka. Bunları görmek, bunları yaşamak herkese nasip olmaz. Bu yüzden şanslı sayılırız.” Tam bir sene gelmesini bekleyip, senede bir gün gelmesine razı olunan sevgili gibi, ona tekrar kavuşmasına sevinebildiği için. Bir evlat gibi; göç ederken, uzun yoldan geliyor, zayıflamış, diyor, ben onu toparlarım şimdi bir haftada. Göç yollarında, uzun yola gittiği için üzgün. Nereye gittiğini bilse içinin rahat edeceğini söyleyen insan naifliği...

Karşılıksız sevmek de olmaz tabii. “Leyleğinin” de O’nu sevdiğini biliyor Adem Amca. Kayığında, bir yandan ağını çekiyor, bir yandan Yaren’i doyuruyor. Sonra, kıyıya yanaşma vakti. Yaren de uçmuyor, teknenin başında her zamanki yerinde, ilerliyorlar birlikte kıyıya doğru. Aslında çevredeki diğer köylere de gidebileceğini ama O’na geldiğini söylüyor Adem Amca.

Doğa anlatıyor belgeseli izlerken, durup dinlemek zamanı şimdi; ağaçların hışırtısı, rüzgâr, leyleklerin gagalarını birbirine çarpması, kuş sesleri, yavru leyleklerin sesleri, öten horoz... Hepsi bütünün ayrılmaz parçaları... Muhteşem orkestra...

Fabrika da gölün karşısında yerini alıyor, çalışma mekânı olarak. Emekli olması için fabrikada çalışması gerekiyor ve mutlu son. Her sabah, gün doğmadan ağını atıyor, balığını tutuyor. (Özcan Yüksek’ten bildiğim, dinlediğim, sevdiğim Binbir Gece Masallları’nı hatırlıyorum, Balıkçı ile İfritin Öyküsü’nü: “... Bir zamanlar yaşı epeyce ilerlemiş bir balıkçı varmış. Ağını her gün suya dört kez atar...” diye başlıyor masal yüzlerce yıl öncesinden, değişen bir şey yok aslında.) Uluabat Gölü hiç boş çevirmiyor Adem Amca’yı. Tuttuğu balığı ile; kendini, ailesini de doyuruyor, satıp para da kazanıyor, komşularına da veriyor, kedileri, martıları, leylekleri de besliyor. Herkese yetiyor o gölden çıkan. Ne zaman bu kadar açgözlü olduğumuzu düşünüyorum. Bu kadar çok'un nasıl bu kadar yetmediğini, az olduğunu? Bir göl, balıkları, çevresini doyuruyor aslında, ne zaman unuttuk bunu?

Belgesel iyi geliyor; azın ne kadar çok olduğu kısaca. Ne zaman çizginin bir tarafından diğer tarafına geçtiğimizi hatırlamaya çalışıyorum? Nerede kaybettiğimizi bazı değerleri?

Ödül de alıyor Bursa Eskikaraağaç Köyü’nden Adem Amca ile Leylek Yaren, dokuz senedir devam eden iyiliğin öyküsü. Neyi özlüyorsanız onun öyküsü… Alper Tüydeş’in hikâyesinden esinlenerek Burak Doğansoysal’ın yönetmenliğini yaptığı Yaren belgeseli. 2019 Prag Film Ödülleri’nden En İyi Belgesel ödülü ile dönüyorlar. Sevgili Burak Doğansoysal, ödül töreni için gittikleri Prag seyahatinde, kendi yaptıkları çekimlerde, üç kelime ile anlatmalarını istiyor yanındakilerden yaşadıklarını, aldıkları ödül sonrası. Siz de izleyip üç kelime ile anlatmaya ne dersiniz hissettiklerinizi?

*Fotoğraflar, belgeselden alınmıştır.


Etiketler
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :