Camillo Sitte bir mimar, Viyana İmparatorluk Kraliyet Uygulamalı Sanatlar Okulu'nun yöneticisi. 1889'da yayımladığı Sanatsal İlkelere Göre Şehirlerin İnşası başlıklı kitabıyla şehircilik disiplininin öncü kuramcıları arasında bulunuyor. Sitte, kitabında ortaçağ, Rönesans ve barok dönem şehirlerini ele alarak, endüstri öncesi dönemde şehir mekânının örgütlenme mantığını ortaya koyuyor. Bu kuramcı yönüyle, Sitte'nin, Barselona kentinin plancısı ve 1867 tarihli La Teoria general de la urbanización adlı kitabın yazarı Ildefonso Cerdá ile birlikte çağdaş şehircilik düşüncesinin kurucuları arasında yer aldığını söyleyebiliriz.
Sitte'nin temel meselesi, endüstri toplumunun talep ettiği ve 19. yüzyılda, Haussmann'ın Paris'te gerçekleştirdiği modern dönüşümün bir öntip oluşturduğu yeni şehir mekânının eleştirisi idi. Bu bağlamda, Sitte, çağdaşı ve hemşehrisi Otto Wagner ile karşıt kutuplarda konumlanır. Wagner adım adım modernist kente ve modernist mimarlığa doğru yol alırken, (1) o, geleneksel kentin oluşturduğu "estetiği" çözümleme masasına yatırarak, modern dünyanın insanına geçmişi gösterir. Sitte'nin şehir tasavvuru, Le Corbusier'nin "çağdaş şehir" tasarısını taşıyan "şehircilik düşüncesi" ile de tam bir çatışma içindedir. Nitekim, Le Corbusier, Şehircilik adlı kitabında doğrudan Camillo Sitte'yi hedef alır. Kitabın birinci bölümünün girişine yerleştirdiği ilk konunun başlığı "Eşeklerin Yolu, İnsanların Yolu"dur. Başlığı şöyle açar Le Corbusier: "İnsan dosdoğru yürür, çünkü bir hedefi vardır; nereye gittiğini bilir, bir yere gitmeye karar vermiştir ve dosdoğru oraya yürür. Eşek zikzak çizer, biraz oyalanır, kendinden geçmiş ve dalgın, iri çakıllardan sakınmak, yokuştan kurtulmak, gölgeyi aramak için zikzak çizer; kendine olabildiğince az iş çıkarır. İnsan duygusunu aklıyla belirler; hedefi uğruna duygularını ve içgüdülerini durdurur. Zekâsıyla içindeki hayvana emir verir. Zekâsı deneyimin sonucu olan kurallar inşa eder. [...] Eşek bir şey düşünmez, bir şeye aldırmaz" (2). Az ileride bu kez Sitte'nin adını açıkça zikreder ve eserinin "keyfiliklerle dolu" olduğunu söyleyerek sözüne devam eder: "Eğri çizginin yüceltilmesi ve rakipsiz güzelliklerinin yanıltıcı kanıtlanması. Kanıt olarak ortaçağın tüm sanat şehirleri verilmişti; yazar [Sitte] resimsel çekicilikle bir şehrin canlılığının kurallarını karıştırıyordu" (3). Le Corbusier'nin çağdaş şehrinin, otomobiller için tasarlanmış, düz bir doğru üzerinde akan yollarını düşünürsek, modernist ustanın, özellikle Sitte'nin şu sözlerinden pek hoşlanmamış olduğunu tahmin edebiliriz:
Aslında düz çizgili, dik açılı düzenlemeler duyarsız yapılaşmalardır [...]. Dümdüz uzayıp giden caddeler kuşkusuz gerçekten hoş değildir. Kilometrelerce uzunlukta, iki yanı ağaçlı da olsa düz bir yol en güzel yörede bile sıkıcıdır, doğa duygusuna aykırıdır, engebeli alana uyum sağlamaz ve tekdüzelik etkisi yapar, insana bıkkınlık gelir, bir an önce sonlansın ister. Aşırı uzunlukta bir yol da böyle bir etki uyandırır (4).
Le Corbusier'nin modernist paradigmasında Sitte'nin görüşlerine yer olmaması çok doğaldı. Bu, 20. yüzyılın modernist şehircilik uygulamalarında da kendini gösterdi; Sitte'nin eğrisel sokağı bir yana, modernist kent, sokağı tümdenunutmuştu. Şehircilik disiplininin sokağı yeniden anımsaması, İtalyan morfologlarının -en başta Aldo Rossi- ve Fransız yapısalcılarının, modernizmin eleştirisiyle buluşan ve modernizm sonrasının kuramsal arka planını hazırlayan üretimleriyle mümkün oldu. Camillo Sitte'nin kitabının yeniden ve çok güçlü bir biçimde gündeme gelmesi de, bu dönüşüm sürecinin doğal ve zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Sitte, modernleşme ile birlikte kentsel mekânın biçimlendirilmesinin "teknik" bir sorunsal olarak görülmesine karşı çıkıyordu. Daha ilk başta, "Giriş" yazısında şunları söylüyor:
Şehirlerin inşası mutlu olmanın gerçekleşmesinde yalnızca teknik bir sorun olamazdı, en öz ve en güçlü anlamda bir sanat sorunu olmalıydı. Bu anlam antikçağda da, ortaçağda da, Rönesans’ta da, sanatın tümüyle korunduğu her yerde vardı. Yalnızca, matematiğe dayalı yüzyılımızda şehirlerin genişletilmeleri ve şehir düzenlemeleri neredeyse tamamen teknik bir sorun oldu ve bu yüzden öyle görünüyor ki, sorunun yalnızca bir yanının çözümünün değil, diğer yanının, sanat yanının da en azından onun kadar önem taşıdığını bir kez daha göstermek gerekiyor (5).
Sitte'nin eski şehirlerin sanat yanı ile kastettiğini yapısalcı bir dile tercüme edersek, endüstri öncesi geleneksel şehrin mekânsal örgütlenme mantığıyla karşılaşırız. Geleneksel şehir, doğal dillerde olduğu gibi, dışarıdan müdahaleyle ya da iradi bir tasarımla değil belirli bir kendiliğindenlikle oluşmuş bir dizge, giderek bir yapı (structure) oluşturur. İşte şehir mekânının örgütlenme mantığını okumak için bu yapının kodlarını çözmek gerekir. Sitte de bu kitapta, bu kodları çözmeye çalışıyor. Çok erken bir tarihte, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında, geleneksel kentsel yapının içerdiği öğelerin örgütlenme mantığının aynı doğal dillerde olduğu gibi belirli bir kendiliğindenlikle ortaya çıkmış olduğunu saptamış olması, şehircilik tarihinin başat olgularından biridir:
Eski ustalarda estetik yasaları, ıvır zıvır kuralı olmadan gözle görülür mucizeler yaratan, doğal, bilinçsiz bir içgüdüsel sanat duygusu olan bir bilmeceydi; biz ise cetvelle, pergelle arkalarından koşup sezginin öylesine ince sorunlarını kaba geometriyle çözebileceğimizi sanıyoruz (6).
Sitte, modern şehirler için tanımlanan yeni kuralları sorgularken, geleneksel şehirde dışarıdan taşınan bu kuralların olmama nedenini -kuralsızlığı- doğal oluşumla açıklıyor ve yine önemli bir saptamayı erken bir tarihte yapıyor:
Bu kuralsızlıkların en geniş çevrelerde hiç de rahatsız edici bir etki yapmadığını, tersine, doğallığı yükselttiğini, ilgimizi artırdığını ve özellikle de pitoresk görünümü güçlendirdiğini kendi deneyimlerimden biliyorum. [...] Modern düzenlemelerin kuralsız açıları her zaman çok kötü bir etki yaratırken, eski şehirlerin tam anlamıyla abartılmış, kuralsız meydanların görünümlerinin hiç de kötü olmaması ilginçtir. Bu olgu, eski düzenlemelerdeki kuralsızlıkların hemen her zaman yalnız planda görülebilir türden olmasından, gerçekte ise gözden kaçmasından ileri geliyor, bunun nedeni, eski yapıların çizim tahtası üzerinde tasarlanmamış, zamanla doğal [in natura] olarak meydana gelmiş olmasıdır; doğal halindeyken kendiliğinden göze çarpan şeyi insan dikkate alıyor, ama diğerlerinin tümüne, yalnızca kâğıt üstünde görülebilenlere ise kayıtsız kalıyor (7).
Sitte'nin kitabında, "kuralsızlık" özel bir vurguya sahip, hatta bir bölümü eski meydanların kuralsızlığına ayrılmış. Hiç kuşkusuz, Sitte'nin kastı, geleneksel şehir mekânını anlamamıza yarayacak kodların olmaması değildi, nitekim kitapta bu kodların açıklanmasına önemli bir yer ayırdığını görüyoruz. Sitte "kuralsızlık" ile kendiliğindenliği anlatmak istiyordu. Kurallılık ise modern şehir düzenlemelerinde görülen, örneğin simetriye, temel geometrik biçimlere başvurma (Sitte "katı geometrik kurallara uyma" diyor) olarak görülen, tasarlama edimiydi:
Planlardaki simetri eksenleri giderek sıklaşıyor ve tek başlarına kurtarıcı birer gizem olarak bir bölgenin ardından diğerini fethedip planlardan meydanlara ve caddelere geçiyorlar. Bu acınası zevkin hangi titrek cılızlıktan çıktığını bizim “estetik” denilen bütün o şehir inşası yönetmelikleri gösterir. Estetikle ilgili bir yönetmeliğin belirlenmesinin zorunluluğu üzerinde anlaşmaya varılıyor, ama bununla ilgili kesin bir şey söylenir söylenmez o ilk coşkunun yerini çaresizlik alıyor ve doğum sancısı tutan dağın doğurduğu farecik işte o genel kabul gören, gerekliğinden kuşku duyulmayan, o karşı konulmaz simetri oluyor (8).
Sitte'nin modern tasarımcı karşısındaki muhalif duruşunu Gaudi'nin romantik tavrına da benzetebiliriz. Bilindiği gibi Gaudi de geleneksel dünyanın doğal ve kendiliğinden üretimine büyük bir yakınlık duyuyordu; bu tavrın mimarlığına yansıması, temsil üzerinden üretmeyi tam bir mutlaklıkla yadsımasıydı. Gaudi için, inşai gerçekliği belirleyen mimari çizimler değil, mimarın praxis üzerinden yaptığı üretimdi. Sitte de modern tasarımcıyı eleştirirken temsili gerçekliği hedefleyen bir metafora başvuruyor, bu metafor bir çizim tahtası:
[...] yavaş yavaş gerçekleşmiş olan tarihsel gelişmenin yerini, özellikle modern şehir inşasının amaçları için çizim tahtasında keyfi varsayımlar almış bulunuyor (9).
[...] pergelle cetvelin çizim tahtasında kullanımının adeta kendiliğinden ortaya çıkan değersiz, modern işgüzarlığı [...] (10).
Çocuk neşesinin verdiği gönül rahatlığı, inşanın artık doğal bir şekilde değil de çizim tahtası üzerinde rasyonel olarak tasarlandığı bir kültür basamağında yoksunlaştırılmıştır (11) vb vb vb.
Sitte, ortaçağ şehrinin mekânsal kodlarını çözmeye meydanlardan başlar. Modern meydanlarda görülmeyen bir özellik Sitte'nin gözünden kaçmaz, "anıtların, ama özellikle pazar çeşmelerinin meydandaki dolaşımın ölü noktalarına konmasının" altını çizer; amaç "dolaşım yönlendirmelerinden, meydanın merkezinden ve genel olarak merkez eksenlerden kaçınılması ve böylelikle son derece elverişli bir sanatsal etki sağlanmasıdır" (12).
Aynı saptamayı kiliseler için de yapan Sitte, bu anıtsal binaların da, modern tasarımlarda olduğu gibi mekânın ortasında değil, meydanın kıyısındaki yapı adalarının bir parçası olarak çeperlerde konumlandıklarını belirtir:
Merkezin boş bırakılması kuralı yalnız anıtlar ve çeşmeler için değil, binalar ve özellikle eski geleneklere aykırı olarak bugün neredeyse istisnasız olarak meydanların ortasına dikilen kiliseler için de geçerlidir. Bu ilişkilerin daha yakından incelenmesi, eskiden, özellikle İtalya’da kiliselerin bağımsız inşa edilmediklerini gösterir. İtalya’da kiliselerin yandan bir başka binaya yaslanmasının ya da iki ya da üç yanıyla başka yapıların içine gömülerek inşa edilmesinin de meydan oluşumuyla dikkat çekici ilişkisi vardır (13).
Burada Sitte'nin, geleneksel kentsel yapının önemli bir özelliğini keşfettiğini görüyoruz. Modern öncesi dünyanın en önemli özelliğinin özne-nesne bütünselliği olduğunu biliyoruz. Bu bütünsellik, kentsel yapıda özerk bir kendiliğin (entité'nin) olmamasıyla belirir. Sitte'nin saptadığı özellik de tam anlamıyla bu yapısal karakterin kendini göstermesidir; başka bir deyişle ortaçağ şehrinde kilise kentsel dokunun bir parçası olarak konumlanır, bir yapı adasına eklemlenir. Aynı saptamayı Osmanlı şehri için de yapabiliriz: Osmanlı camisi ve bir parçası olduğu külliye de -zorunlu istisnalar dışında- kentsel dokunun bir parçası olarak ortaya çıkar, hatta konumlandığı yapı adasının sınırlarını kendi sınırları olarak kabul eder. Bu yüzden, mekânın elverdiği koşullarda rasyonel bir geometriyle kendini gösteren külliye, tarihsel izler taşıyan organik bir doku içinde, çok doğal ve kendiliğinden bir oluşumla tezahür etmiş irrasyonel bir biçime sahiptir. Aynı bağlamda yapılacak bir başka saptama da, Osmanlı çeşmesinin, yine bir yapı adasının, bir binanın içine "gömülmüş" ve bağlamın ayrılmaz bir parçasına dönüşmüş bir öğe olmasıdır. Çeşmenin özerkleşerek bir meydan çeşmesine dönüşmesinin modernleşmeyi haber veren bir dönemde, yerleşmiş adıyla Lale Devri'nde ortaya çıktığını biliyoruz.
Sitte'nin üzerinde durduğu bir başka saptaması da, bağlamın yani kentsel yapının bir parçası olan öğenin, modern düzenlemelerle bağlamından koparılmasıdır. Sitte bu uygulamanın hem yeni inşa edilen kiliselerde, hem de mevcut kiliselerin konumlandığı yerlerde yapıldığını belirtir:
Her yeni kilise, çevresinin boş kalması için yapı alanının merkezine inşa ediliyor, bunun sanki başka bir olanağı yokmuş gibi geliyor bize. Oysa bu konumlamanın yalnızca sakıncaları var, tek bir yararı yok. Bu düzenleme yapı için en uygunsuz olanıdır, çünkü etki hiçbir yerde yoğunlaşmaz, tersine, çevresine eşit oranda dağılır. Çevresi böyle boş bırakılmış bir yapı, görülmesi için servis tabağına konmuş bir pasta gibi sonsuza dek orada kalır durur (14).
Kendi yaptıklarını ellerinden geldiğince uygunsuz bir biçimde konumlandırmaları yetmiyor, bir de eski ustaların yapıtlarının çevresi açılarak çağın zevki tatmin ediliyor, hem de bu yapıtlar çevre dokusuna uyumlu olduklarından, çevrelerinin açılmasıyla tüm etkilerinin bozulacağı açık seçik ortadayken (15).
Bu, çevreyi açma çılgınlığı tam anlamıyla bir moda hastalık; hatta R. Baumeister’in Şehirlerin İnşası elkitabında bu, şu sözlerle kural derecesine yükseltiliyor: “Eski yapılar korunmalı, ancak kabuklarından sıyırılıp çıkarılmalılar ve restore edilmeliler,” ardından da çevrelerinin değiştirilerek açık meydanlarda ve yol eksenlerinde olmaları gerektiğini ekliyor. Ve bu süreç de her yerde işliyor, özellikle de eski şehir kapılarının çevresinin açılması uzmanlığı son derece gelişmekte [...] (16).
Anıtsal yapıların bağlamın bir parçası olarak korunmaları gerektiğini, korumacıların fark edip kabul etmeleri ve kendi tüzüklerine geçirmeleri için, bu satırların yazılışının üzerinden neredeyse bir yüzyıl geçtiğini anımsayalım. Bu durum, aynı zamanda, Sitte'nin kuramsal üretiminin önemini ve öncülüğünü ortaya koyuyor.
Camillo Sitte, kitabında bu temel saptamaların ardından, çizdiği kuramsal çerçeve içinde tipolojik çözümlemelere girişiyor, meydanların büyüklüklerini ve biçimlerini tanımlıyor, bu çözümleme ve tanımlar üzerinden gruplamalar, sınıflandırmalar yapıyor. Yine aynı kuramsal çerçeveye sadık kalarak, kitabın son bölümlerinde modern şehir düzenlemelerinin eleştirisine girişiyor, en sonunda da kendi paradigmasını bir proje üzerinden örnekliyor.
Son bir sözle, Sanatsal İlkelere Göre Şehirlerin İnşası başlıklı bu çalışma, şehircilik disiplininin kuramsal arka planını belirleyen temel kilometre taşlarının başında geliyor. Taşıdığı önemin son derece geç bir tarihte farkına varılmış olması ise bu disiplinin zafiyetinin bir göstergesi olmalı.
Kitabın Çevirileri Üzerine
Camillo Sitte'nin çalışması, 1889'da Viyana'da Der Städte-Bau nach seinen künstlerischen Grundsätzen başlığıyla yayımlanır; kitap çok ilgi görür ve aynı yıl yeni bir basımı gerçekleşir, üçüncü basım ise 1902 tarihlidir. Viyana çevresinde bu denli ilgi görmesine karşın ilk yıllarda yalnızca Fransızcaya çevrilir. L'art de bâtir les villes başlığıyla 1902'de yayımlanan bu çeviriyi Camille Martin gerçekleştirmiş. Martin'in çevirisinin ikinci basımı ise 1918 tarihli.
Bu çeviriyi 1926 tarihli İspanyolca yayın izliyor; Barselona Mimarlık Yüksek Okulu'nda öğretim üyesi olan Emilio Canosa'nın çevirisi Construcción de Ciudades segun principos artistísticos başlığıyla yayımlanmış.
Kitabın İngilizceye çok daha geç bir tarihte aktarıldığı görülüyor. Almanca basımından 56 yıl sonra, 1945'te yayımlanan bu çeviri Charles T. Stewart'ın imzasını taşıyor; Stewart, kitaba yazdığı giriş notunda, kapağında The Art of Building Cities başlığını taşıyan kitabın asıl adının City Building According to its Artistic Fundamentals olduğunu söylüyor. Bu çeviriye, ünlü mimar Eliel Saarinen de kısa bir önsöz yazmış.
Modernist paradigmanın hüküm sürdüğü yıllar boyunca -anlaşılır nedenlerle- gözlerden ve zihinlerden uzak olan Sitte'nin başka bir çevirisi yayımlanmıyor. Ancak 1970'lerden başlayarak Sitte yeniden ilgi odağı oluyor ve bu ilgi, İngilizce ve Fransızca -öncekilerden daha titiz- iki çevirinin ortaya çıkmasına neden oluyor. 1972'de George R. Collins ve Christiane Crasemann Collins, kapsamlı bir Sitte incelemesiyle birlikte, kitabı, City Planning According to Artistic Principlesbaşlığıyla yayımlıyorlar. İkinci Fransızca çeviri ise 1980 tarihli; bu çeviriyi bir "Camillo Sitte uzmanı" olan, hatta Sitte üzerine bir kitabı da bulunan (17) Daniel Wieczoreck gerçekleştiriyor. Wieczoreck ilk çevirinin L'art de bâtir les villes başlığını koruyor ancak daha doğru bulduğu L'urbanisme selon ses fondements artistiques alt başlığını ekliyor. Bu basımın önsözünü ise Fransa'nın önde gelen şehircilik uzmanlarından Françoise Choay yazmış.
Camillo Sitte'nin kitabının Türkçeye ilk çevirisi, son derece şaşırtıcı bir tarihte, 1926'da yayımlanmış. Celâl Esad Arseven'in, Camille Martin'in Fransızca çevirisinden gerçekleştirdiği, eski harflerle basılmış bu yayın, Şehir Mimarisi - Şehirleri İnşa Etmek Sanatı başlığını taşıyor. Kitap, o yıllarda Sanayi-i Nefise Mektebi'nde (Güzel Sanatlar Akademisi) mimarlık tarihi öğretmeni olan Arseven'in, okuldaki eğitime yönelik yaptığı yayınlardan biri. Harf devriminden kısa bir süre önce basılan bu çeviri ne yazık ki Latin harflerine aktarılmıyor ve kısa bir süre sonra Türkçe mimarlık literatürünün unutulmuş kitapları arasına katılıyor. Ne var ki, Arseven 1937'de yayımladığı Şehircilik başlıklı çalışmasında, Sitte'nin kitabından -kaynak göstermeden- yaptığı alıntılarla, Akademi öğrencilerinin Sitte'nin kavram dağarcığıyla tanışmasını sağlıyor. Kitabın bir başka Türkçe çevirisi geçtiğimiz yıllarda yayımlandı. 2020'de basılan ve Sanat İlkelerine Göre Kent İnşa Etmek başlığını taşıyan bu yayının çevirmenleri Alp Tümertekin ve Nihat Ülner. Kitabın hangi dilden çevrildiği belirtilmemiş, ancak Daniel Wieczoreck'in Fransızca çevirisiyle karşılaştırınca, çevirinin kaynak metninin Fransızca çeviri olduğu görülüyor. Büyük bir olasılıkla, Almanca metinle bir karşılaştırma da yapılmış olabilir.
Arketon'dan yayımlanan Sanatsal İlkelere Göre Şehirlerin İnşası, yayınevine Almancadan sayısız çeviri yapan Hüseyin Tüzün'ün imzasını taşıyor. Başka bir deyişle, bu basım, Türkçeye doğrudan Almancadan yapılmış ilk çeviri olma özelliğini taşıyor (18).
Notlar:
1. Bkz. Otto Wagner, Modern Mimarlık, çev. Hüseyin Tüzün, Arketon Yayınları, İstanbul 2021.
2. Le Corbusier, Şehircilik, çev. Pelin Kotas, Arketon Yayınları, İstanbul 2022, s. 5-6.
3. Le Corbusier, s. 10.
4. Bkz. Camillo Sitte, Sanatsal İlkelere Göre Şehirlerin İnşası, çev. Hüseyin Tüzün, Arketon Yayınları, İstanbul 2024, s. 100.
5. Bkz. Sitte, s. 25.
6. Bkz. Sitte, s. 44.
7. Bkz. Sitte, s. 72-73.
8. Bkz. Sitte, s. 75.
9. Bkz. Sitte, s. 67.
10. Bkz. Sitte, s. 86.
11. Bkz. Sitte, s. 122.
12. Bkz. Sitte, s. 47.
13. Bkz. Sitte, s. 47-48.
14. Bkz. Sitte, s. 49-50
15. Bkz. Sitte, s. 52.
16. Bkz. Sitte, s. 52-54.
17. Daniel Wieczoreck, Camillo Sitte et les débuts de l'urbanisme moderne, Pierre Mardaga Éditeur, Brüksel 1995.
18. Bu metin, Sanatsal İlkelere Göre Şehirlerin İnşası (Arketon) için önsöz olarak yazıldı.