Fotoğraf: Metin Ülkü
Ülkemizde, mimarlığın, yüzyıllık Cumhuriyet serüveninin ardından geldiği nokta, yüzyıllık öykünün sonucu olan bir manzara sunuyor. Bugün Türkiye’de mimarlığın iki ayrı görüntüsü var: İlki, mimarlık medyasına, mimarlık yayınlarına, toplantılara, söyleşilere, ödüllere yansıyan görüntü: dergilerde yayımlanan mimar profilleri, mimar monografileri, antolojiler, televizyonlardaki mimarlık söyleşileri, dağıtılan ödüller, “büyük ödül” sahibi mimarlar... vb. Ama bir de yapılanmış çevredeki görüntü var. Artık “mimarlık” sözcüğünü kullanmada epey zorlanacağımız bir görüntü bu. Formel öznelere sahip (yani kâğıt üzerinde “mimar” özneler taşıyan) yapılanmış çevreyle informel çevrenin de bir farkı yok, her ikisi de mimarlığın bilgi üretimini aynı kertede dışarıda bırakıyor. Hiç kuşkusuz modernleşme sürecini tamamlamamış bir toplum için anlaşılmayacak bir durum değil, çünkü mimari bilginin gündelik olana eklemlenmesi ancak modernleşmeyle olası. Bu anonim bağlamın sunduğu görüntüyle ilk görüntü arasında en ufak bir akışkanlık yok. Sanki birbirinden tümüyle farklı iki üretim bağlamı gibi. Bu manzaraya son yirmi yıl içinde kendini gösteren, kısa sürede ikinci görüntüdeki anonim bağlamın bir parçasına dönüşen iki katman daha eklendi: İşyeri ya da konut kulelerinden sitelere, alışveriş merkezlerine uzanan yok-yer mimarlığı ile resmi siyasetin dayattığı, özellikle kamusal yapılarda ortaya çıkan “sözde yeni-Osmanlı” mimarlığı.
İlk bakışta bu iki görüntünün birbiriyle çeliştiği saptanacak ve ülkenin tüm kentlerini birbirine benzer “anonim” yapı yığınlarına dönüştüren süreç bir yana koyularak, Türkiye mimarlığı, varlığı yalnızca belirli mecralardaki görünürlüğe indirgenmiş “mimari üretim” üzerinden anlatılmaya çalışılacaktır. Ne var ki aslında birbirini bütünleyen, birlikte bir resim oluşturan iki görüntüyle karşı karşıyayız.
Türkiye’de ilk görüntünün daha belirgin hale gelişinin yaklaşık otuz/kırk yıllık bir tarihi var. Neo-liberal politikaların getirdiği tüketim ekonomisi önce dekorasyon dergilerini ortaya çıkardı. Kısa bir sürede bu dergiler ya mimarlığa da yer veren yayınlar oldu ya da doğrudan mimarlık dergisine dönüştü; dahası tüm mesleki yayınlar için de model oluşturdu. Modern sonrası dünyanın var olmayı “görünür” olmaya dönüştürdüğü yeni iklim bu yeni mecradaki “mimarlık” bağlamını belirlemede de gecikmeyecekti. Böylece yapılarıyla, yazılarıyla meşruiyetini görünür olmaktan alan bir mimarlık çevresi ortama egemenliğini kurdu. Kapalı bir çevrede kendi idollerini yaratan, ama düşünsel arka planı son derece yoksul bir mimarlık, hiç kimsenin sorgulamaya yanaşmadığı, üreteniyle izleyeni neredeyse aynı kişilerden oluşan bir ortamı belirliyordu. Bu ortam içinde üretilen metinlere baktığımızda, yapılacak ilk saptama “eleştiri”nin yokluğu olacaktır. Tanıtım ve övgü yazılarından oluşan metinlere, mimari yapıyı ele almaya kalkışmayan, yalnızca sosyolojik bir çerçeve çizmeye çalışan metinlerin eşlik ettiği görülür. Buna bir de, yine nesneyi görmek istemeyen ve ithal kavramlarla sürdürülmeye çalışılan felsefi okuma çabasını ekleyebiliriz. İkinci bir yaklaşım ise, mimari nesneye bakmaya çalışan “aşırı yorum” örneklerinde karşımıza çıkıyor. Mimari üretimin düşünsel zayıflığının her iki durumda da belirleyici olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yayımlanan mimari seçkilerdeki örnekler ise ortamın yoksulluğunu daha da belirgin hale getiriyor.
Peki bu görüntü, ilk başta söylediğim yapılanmış çevrenin sunduğu görüntüyle nerede birleşiyor? Bunu görmek için Türkiye’den uzaklaşmak, Hollanda, İsviçre ya da Belçika gibi, yapılanmış çevreyi mimarlık bilgisine teslim eden ülkelere bakmak gerek. Bu ülkelerdeki mimari üretimin özneleri starlık savında değil, ortalıkta mimarlık idolleri olarak dolaşmıyorlar, işlerini yapıyorlar. Ne haklarında soyut felsefi metinler üretiliyor, ne de mimarlık dergilerinde özel profiller düzenleniyor. Bir düşünsel üretimin nesnesi olan ise yapılanmış çevrenin bütünü. Ama mimarlık dünyasının bir de öne çıkan figürleri var. Dünya mimarlığında tekil bir üretimle kendini gösteren bu adlar ancak böylesi bir anonim zemin var olduğu için ortaya çıkabiliyor. Mimari üretimi düşünsel katkıya dönüştüren, üretimleri üzerine sayfalarca yazı yazılan auteur mimarlar anonim bağlamın bir parçası değil, ama anonim bağlamla paylaştıkları ortak bir zemin var ve mimari bilgiyi içselleştirmiş bir zemin bu.
İşte Türkiye’deki temel sorun -giderek resmi bütünlüklü kılan- bu ortak zeminin yokluğu. Bu yüzden sınırlı mimarlık ortamı “gibi yapmak” üzerine kurulu. “Star gibi” mimarlar, “felsefe gibi” metinler ve kaçınılmaz olarak “mimarlık okulu gibi” okullar.
Not: Yaklaşık yirmi yıl önce Türkiye mimarlığı üzerine yazdığım bir yazı benzer saptamalarla yine bu resmi aktarıyordu. Yirmi yıl içinde durum daha da vahim hale geldi; mimarlık okullarının sayısının astronomik artışı ise vahameti geri dönüşü zor bir noktaya sürükledi.
Mimarlık, Sayı:433, Eylül-Ekim 2023, s.47-48