Bir gezelim görelim yazısından ziyade, yolu bir mekan olarak düşünme durumunu sorgulayan Gizem Kıygı'dan Doğu Ekspresi ve yolculuk üzerine...
Uyarıyla başlayayım, bu yazı, bağlamıyla barışık bir yazı değil.
Sanıyorum kendi yolculuk deneyimime dair anlatacağım da asıl olarak bu; kendi bağlam kopukluğumla trenin bağlam bütünlüğü arasında 25 saat süren salınım.
Çok uzun ve sallantılı yolculuklara çıktığımızda (genellikle gemiler ve trenlerde), bedeninizdeki sallanma hissi yolculuk bittiğinde de devam eder, hatta uykuya dalarken şiddetlenir ya; işte bu yazı algısal olarak tam da böyle bir hisle yazıldı.
Evet, Doğu Ekspresi bize çok tanıdık olmadığımız bir yavaşlık deneyimi, muhteşem yol manzaraları ve değişen mevsimlere tanıklık etme imkanı sunuyor. Ancak bana kalırsa, bu lunaparkvari bir gezi deneyimi kesinlikle değil. Ziyadesiyle melankolik, bir noktada zaman algısını kopartan, bitmeyen, bitmemezliği deneyimleten bir gezi. Dolayısıyla yaşattığı mekansal deneyimi coğrafi ya da doğal-estetik formları anlatarak sınırlamak yerine, biraz daha derinleştirmeyi denemek isterim.
Yolu bir mekan olarak düşünebilir miydik?
Düşününce Doğu Ekspresi yolculuğu, bu yola çıkma isteğinden başlıyor. Öyle ki, aslında içinde yaşadığımız mekansal kurgu, yolu sıfırlamak üzerine kurulu. Mekan algımız, içinde olduğumuz ve varmak istediğimiz nokta ile sınırlı. Ne kadar çabuk varırsak, ne kadar hızlı dönersek, o kadar iyi. Ortası kayıp. Yol denilen şeyin tekabülü ise “zaman kaybı”, trafikte kalp sıkışması, sinir uçlarını yakan çile, yorgunluğun 50 tonu…
Bir güne bin iş, yüz mekan (şehiriçi, şehirlerarası) sığdırmaya çalışırken, 25 saat süren bir yolculuğu tahayyül edebiliyor muyuz? Bir zamanların -daha otoyolların, havalimanlarının olmadığı zamanların- bu süreyi tarifleyen ve son derece işlevsel bir ulaşım aracı olan Doğu Ekspresi, şimdi bizi kendi 25 saatine, nostaljik edayla, “ölmeden önce yapılacaklar listesi”nde bir tik olarak çağırıyor. Bir yolculuğa 25 saat “ayırmak” belki de nostaljik olduğunda anlamlı… Belki de bu paket olmadan, yolu mekandan saymaya kendimizi ikna edemiyoruz. Onu zihnimizde varılacak bir noktaya çekmeden (isteğin kendisi: “Doğu Ekspresi’ne bineceğim”), amaç edinmeden, “event” haline getirmeden hayatımızla ilişkisini kuramıyoruz. Evet, benim de yolculuğa çıkma isteğim tam olarak böyle bir hevesle başladı.
İnsanın varlık bağlamını kurmasında mekanın rolü nedir diye düşünüyorum, mekan üzerine düşünen, mekanı yaşayan herkes kadar; ne eksik, ne fazla… Bazen bedeni de bir mekan olarak düşünüyorum. Bu yolculuğa çıkmaya karar verdiğimde, yani onu amaç edindiğimde, aklımda beliren ilk sorgulama, yola verdiğim anlam oldu ve bedenimin kent içindeki hareketliliğini düşündüm. O an İstanbul hayalime kaotik, oldukça distopik bir fabrika olarak düştü. Pazarlanan, parlatılan, sevdiğim, aşık olduğum tüm imgeleri (denizi, kıyısı, dokusu, kokusu, tarihi yerleri, hepsi, bütünü) kayboldu: Bir üretim birimi olduğum bu fabrikada hızlanmazsam, yetişemezsem, çarklarının dişleri arasında ezileceğim. Ne üretirsem üreteyim (kendim için, “insanlık” için, para kazanmak için), üretmeliyim, üretmezsem düşeceğim. Ve gariptir, göğsümde beliren hissi tanıyordum. Daha gariptir, bu hissi, metrobüse binmekten, metroda sıkışmaktan, trafikte kalmaktan, özellikle “orada” olmam gereken zamanda hala “yolda” olmanın endişesinden, eve varamamanın yorgunluğundan tanıyordum. Aklıma ismin -e halinin yola ne kadar benzediği, benzetildiği geldi. O sıkışmışlık içinde bütün -e hallerimizi düşürüyor, bir anlatım bozukluğu içinde, üstelik durmadan anlamımızı arayarak koşturup duruyorduk.
Tren yolculuğu: “An”da olmak, “an”dan geçmek
Doğu Ekspresi’ne bir kış gününde Kars’tan bindim. Onun kendine ait bir zamanı var (esnek zamanlara kurulmuş saatimiz bu duruma pek alışık değil) ve saati kaçırırsanız ertesi günü beklemek zorundasınız. Trenin kendisinin bir kişiliği var. Kokusu, dokusu, sıcaklığı, renkleri…
Her şeyiyle “şu an buradasın” diyen bir mekan. Değiştirseler, yeni trenler gelse üzülürüm. Ben ve arkadaşlarım kuşetli vagonda yolculuk ettik. 4 kişilik bir oda. Ayaklarınız uyuşursa trenin koridorunda dolaşabilirsiniz. Restoran, evin salonu gibi.
Vagonun penceresi, sadece “pencere” üzerine yazı yazdırır. Durma haliyle geçme hali arasındaki ince bir çizgi gibi. İki anlamda da “buradasın” demeyi başarıyor: “Trenin içindesin, buradasın” ve “Şu anda bu dağın/nehrin/köyün yanından geçiyoruz, buradasın”. Bir yandan da hareketle yani gitmeyle bağlıyor, böylelikle zamanı tanımlıyor. Yolculuk halinde, bir araç olarak otobüsün ya da arabanın da pencereleri var diyebilirsiniz. Bence kesinlikle aynı şey değil. Çünkü rayları, güzergahı ve değişmeyen hızı ile trenin kendine ait bir bağlamı var ve pencere de bu bağlamın önemli bir parçası. Ve seyretmek, tren yolculuğu boyunca en çok yapılan şey. “Dışarı” ile kurulan yegane ilişki. Keyifli bir sınır.
Trenin geçtiği güzergah da seyre kitliyor. Fotoğraf çekmekten yorulduğumda “anı yaşama”nın dibine düştüm. Biz kış günü Kars’tan bindiğimiz için yolculuğumuz sabah başladı ve karlı tepelerin saçtığı ışık içinde resmen kaybolduk. Gözlerimiz, kesinlikle o kadar uzun süre yapısız bir çevre görmeye alışkın değildi. O nirengisiz beyazlık içinde ben zaman algımı kaybettim. Arada zaman algısını çağıran tek şey trenin yanında periyodik olarak beliren, telefon direği olduğunu düşündüğüm direklerdi. Mekan ve zaman üzerine düşünürken, direklerin saatin tik taklarına tekabül edebileceğini hiç akıl edebilir miydim? Ve arada, zihnimden koptuğumda, trenin düzenli çıkardığı “tıkırt tıkırt” seslerinin zamanı geri çağıracağını? Yani ben anda kaybolmuşken, onun kendi tanımlı zamanında, kendi fiziksel diliyle “gitmeye devam ediyoruz” diyeceğini ve beni andan geçireceğini… Sanmıyorum.
Sonra ben zamanda kaybolurken mevsimler değişti. Kar, bozkıra dönüştü. Güneş, yeşil bir nehrin üzerinden battı. Sanki kara kıştan ilkbahara doğru yol alıyorduk. Akreple yelkovanın üzerinde zamandan geçiyorduk.