Boşluğun Mekanlaşması

Nilgün BAYKIZI / 09 Ocak 2009
İnsanı, bilinen tüm sınırların en ileri ormanlarında bile var olmaya iten gerçek nedir? Doğayı başıboş bırakmama ve böylelikle onun üzerindeki meşru iktidarını sürdürme isteği - ki biz buna, masumlaştırma arzusuyla "merak" demekle yetiniyoruz.

İnsanı, bilinen tüm sınırların en ileri ormanlarında bile var olmaya iten gerçek nedir?

Doğayı başıboş bırakmama ve böylelikle onun üzerindeki meşru iktidarını sürdürme isteği –ki biz bir masumlaştırma arzusuyla buna "merak" demekle yetiniyoruz. Safari yapıp dağlara çıkıyoruz; uzmanlaşmış bir kısmımız gitmek için özellikle daha önce ayak basılmamış yerleri seçiyor; gözlem, deney ve birtakım klinik yöntemlerle uygarlık adına büyük sonuçlar çıkarmaya çalışıyor.

Zaten şekil verilmiş olan yeryüzü parçalarını doğanın avuçlarından alarak usumuzun bağışladığı donanım ve yetenek nispetinde yeniden şekillendiriyoruz. İnsanı hemen hemen her konuda yeniden-üretime geçiren, onun, doyurulmayı bekleyen bir boşluk hissine güdülenmiş olarak doğmuş olmasından başka bir şey değildir. Dünyadaki ilk ağlayışımız bile, bunu duymak için kulaklarını kabartmış ve aklını tüm diğer ayrıntılardan kurtararak orada bize yer açmış; bizi duyacağı ana kadar boşlukta bekleyen başka insanlar içindir. Kucakları boş bekleyen ebeveynlerin ve yaşamlarını doktorluk mesleğinin koşulu olarak diğer insanların yaşamasında anlamlandıran hekimlerin "hoş bulduk" sesini işitmeleri gerekmektedir.

Tahammülsüzlüğümüz, soyut veya somut her türlü boşluğun varlık dünyasını kusurlu gösterdiğine inanmamızdan kaynaklanmaktadır. İnsanoğlu, inançları doğrultusunda, doğadan ya da tanrıdan aldığına inandığı "yaratıcılık" özelliğinin karşılığını ödemek istercesine boşlukları doldurmaya, varsaydığı açlığı tokluğa dönüştürmeye koyulur. Bu nedenle de boşluklarla oynar. Ne barınmak ne de güvende olmak, insan açısından boşlukların kısmen de olsa kapalı görünmesine yeterlidir. O, kendini bu gereksinim üzerinden ululamanın  peşindedir. Mimarlık sanatının uygarlık tarihini yutacak kadar geniş bir hafızaya sahip olmasının nedeni budur.

George Bataille'e göre egemen olan, kendi "içerisini" kesin sınırlarla belirlemiştir. Artık boşluk, içerisi ve dışarısı diye ayrılmıştır. Kanımca Bataille "egemen olan" derken yalnızca devleti ve toplumsal sistemi işaret etmemektedir. Çünkü bir başka şey üzerinde "egemen", hatta "despot" olmayan canlı ya da cansız herhangi bir varlıktan söz etmek mümkün değildir. Ancak burada tartışılması gereken asıl sorun sistemin kendi "içerisini" kesin olarak nasıl belirlediğidir. Eğer bir devlet sisteminden söz ediyorsak "kendi içerisi" diye tanımlanan yerin yalnızca iktidar erkinin somutlaştığı yer olarak düşünülmesi gerekir. Din, ekonomi, siyaset, gelenek, dil gibi aynı zamanda egemen olanın bünyesini de oluşturan kurumların mimari karşılıkları, boşluk kavramı bağlamında düşünüldüğünde "sistem"in stilize edilmiş görüngüleri olarak ele alınmalıdırlar. Buradaki en önemli nokta, "stilize olma" durumudur. Siyasal sistemin tarzlaşması, iktidar erkinin en sert biçimde anıtlaşmasıyla sonuçlanır. Bu açıdan bakıldığında Bataille'in iki kategorilik boşluğundan biri, egemenin kendi içerisini mi, yoksa tarzlaşan ve tarzlaştığı için de alegorik bir karaktere bürünen iktidar erkinin kamuyu dışarıda bırakan koruyucu seddini mi belirlemektedir? Egemen olanın kendi içeriğini sınırlarla belirlediğini söylemekle, onun "mekanlaştırma" yoluyla gerçekleştiğini söylemek arasında herhangi bir fark yoktur. Bu, sistem denilen mekanizmanın "dışarı"ya, yani egemen olmadıklarına karşı isteksiz; ikinci boşlukta oluşacak ikinci sisteme karşı da bir kabulleniş içinde olduğu anlamına gelir. Ancak hiçbir sistemin bir ikincisine eklektik olamayacağını da unutmamak gerekir. İki ayrı boşluktan, iki ayrı sistem, iki ayrı iç ve dış ortaya çıkar ki bu durum sistemin varoluşsal anlamdaki despotik ve tekdüze yapısına kesinlikle aykırıdır. Çünkü boşluk sınırları olmayandır ve sistem de Bataille'in söylediği gibi tekçidir. Sistemde yer almayan bir kategori düşünülemez. Boşluğun  kavranabilir olduğunu savlamak elbette imkansızdır; ancak bunun tam aksi bir savın tartışılmaya değer olduğu açıktır: Boşluğun ölçüsüzlüğü, onu, tüm yönler üzerinde ceberrut bir iktidara dönüştürdüğünden, kapsama konusundaki öncelik de onundur. Aslında Bataille, "sistemin ve baskının mekansallaşması mümkündür" derken, iktidar gücünün tarzlaşarak uzamda somutlaştığına dikkat çekmektedir. Ancak bu mekansallaşma boşluğun ikiye ayrılmasından değil, en örgütlü egemen olan devlet tarafından sistemli bir biçimde doyurulmasından; bunu yaparken de sistemin kendini tıpkı insan-tekinde olduğu gibi kesintisiz bir biçimde ululamasından kaynaklanmaktadır.

Denis Hollier'in, George Bataille'in "labirent" teorisini yeniden yorumlarken belirttiği gibi, "mimari yapıtlar iktidar ve tanrısallığın somutlandığı ve toplumsal hiyerarşinin yeniden üretildiği; aynı zamanda simgesel düzlemi de olan" mekanlardır. Tam da bu nedenle mimarinin "boşluk"la ilişkisi yeniden sorgulanmalıdır. Çünkü iktidar, doğası gereği mimari yapıtların simgesel çağrışımlarını katılaştırır; başka bir deyişle aşkınlaştırarak, onu, kamusal belleğin kodlarında korumaya alır. Törenlerin toplum yaşamındaki işlevi de aynı amaca hizmet eder. Çünkü dinsel, siyasal vb. her türlü töreni, sistemi oluşturan kurumların sürekli tekrar eden tekdüze davranışlar aracılığıyla kendini yeniden gerçekleştirmesi biçiminde tanımlayabiliriz. Ne var ki törenleri  kuşaktan kuşağa taşıyanlarla, baskıyı mekansallaştıranlar birbirinden iç ve dış diye ayrılamaz; ayrıca ayıklanamaz da. Kamusal mimari, insan unsuruna karşı işlevsel boyutuyla hürmetkar ve iyi niyetli olsa da, işlevinden bağımsızlaştığı, kodlarına yaklaştığı ölçüde insanı, sistemin ruhunu, bulunduğu her yere yayan bir dolgu malzemesi olarak da değerlendirmek durumundadır.

Bağlandığı bütünle arasındaki kesintisiz ilişki ve uyumdan bağımsız sivil bir takım beğenilerin estetik sonucu olarak görülmemesi gereken mimarlığın, toplumsal davranışların belli kamusal alışkınlıklara dönüştüğü stratejik bir görüngü olduğu gerçeği atlanmamalıdır. Mimarinin yarattığı çağrışımlar, başka bir deyişle sistem denilen ana-anlamın peşi sıra açığa çıkan yan-anlamlar, hem bireyin hem toplumun bilinçaltını, tarihsel hafızaya uygun olarak doldurur. Örneğin hangi dönemde yapılmış olursa olsun camilerin estetik ve işlevsel unsurlarının dairesel formlardan oluşmasını, yalnızca mimari geleneklerle açıklamak mümkün değildir. Bir felsefe olarak tasavvufun da soyut düzlemde dairesel formlardan oluştuğu düşünüldüğünde, iki olgu arasındaki kaçınılmaz ilişkinin ortaya konması gerekir. Mimarinin üç boyutlu ürünleriyle, çeşitli uygarlıkların manevi, düşünsel mirasına karşılık gelen moral-mekan arasındaki alışveriş, sistemin günlük ihtiyaçlarını karşılamaktan çok daha fazlasını yapar. Mekan anlayışını öteler ve böylelikle insana ilişkin kozmolojik anlamların da sağlamasını yapmış olur.

Bizatihi ‘kendisi mekan olan' insan, daima boşluğun bitişiğindedir. Bundan dolayıdır ki soyut ve maddi uzamda her an yeni mekanlar türeterek boşluğa yetişmek istemektedir. Bu çabanın insan doğasına uygun olduğunu kabul etmekle beraber, iktidarın el değiştirmeyeceğini, yani gücün ‘boşluk'tan varlık dünyasına hiçbir zaman geçmeyeceğini itiraf etmek gerekir. Çünkü "eşya"nın sınırı yalnızca varlık dünyasını tedirgin eder. Boşluğun haritası ya da çizgileri –yani varlık lisanından bir betimlemesi- olmadığı için hatırlayışı ve unutuşu da yoktur. İnsanoğlu mekan duygusunu, boşluğa yetişme güdüsüyle bir kement gibi varlık alanına savursa da, hiçbir uzaklık veya yakınlık, boşlukla arasındaki mesafesizliğe dokunamamaktadır.


Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
  • Yusuf U. 6 yıl önce boşluğu bu kadar güzel tanımlayan biriyle tanışana kadar en iyisi , teşekkürler
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :