Bugün mimarlık için ne yaptım? Bazen bu soru kemirir durur beynimi. Evet, bizimki işte böyle bir meslektir, eğer mimarlığa karşı olan borcunu ödemezsen, meslek de sana bir şey vermez...
Bugün mimarlık için ne yaptım? Bazen bu soru kemirir durur beynimi. Evet, bizimki işte böyle bir meslektir, eğer mimarlığa karşı olan borcunu ödemezsen, meslek de sana bir şey vermez. Kuru diplomayla takılır durursun bir ömür boyu. Bazıları bu yükü her daim omuzlarında taşır, mimar olmanın hakkını vermek için uğraşır durur. Projeler yapmak, binalar dikmek iyidir, güzeldir, ama yetmez her zaman mimar olmaya. Kimisi eskizleriyle, kimisi okuduklarıyla, kimisi giyim-kuşamıyla, kimisi ise hobileriyle kendini yeterince mimar hissetmeye; mimarlığa olan borcunu ödemeye çalışır. Eminim diğer meslekten okuyuculara anlamsız gelecektir bu bahsettiklerim, ancak "mimar" olan anlayabilir, ne demek istediğimi.
Gidilecek her seyahat, seyredilecek her film, çekilen her fotoğraf, yenilen her yemek bizim gibiler için keyif alınacak birer olay değil, sömürülüp beynimize damla damla akıtılacak, mimari olarak özümsenecek birer deneyimmiş gibi görünür. Kısaca her aktivite bir mekanda, tanımlanmış veya tanımlanmamış bir uzamda vuku bulduğuna göre, yaşanan her anı zaman-mekan üzerinden değerlendirmek gibi mesleki bir deformasyona sahip olabiliyor mimar takımı…
İşte böyle garip düşünceleri bir kenara bırakmak, biraz kafa dağıtıp keyif yapmak üzere, geçtiğimiz pazarı kendime ayırmaya, felekten bir gün geçirmeye karar verdim. Böylece iki arkadaşım ve ben geleneksel yemek-sinema programı yerine, hayatımızda bir değişiklik yapıp, Cağaloğlu Hamamı'na gitmeye karar verdik. Önce hazırlıklar başladı, havlu, terlik, şampuan, lif, kese, mayo ve hatta Karadeniz gezisinden pareo olsun diye alınmış olan bordo-mavi renklerdeki peştamal da çantadaki yerini aldı. Artık arabadayız, yeni şehri arkamızda bırakıp, eski şehre doğru ilerlerken, tarihi İstanbul'a bir kez daha hayran oluyorum. Balıkçılar, adeta hiç gitmemişçesine her zamanki yerlerindeler; hafta içi inanılmaz bir keşmekeşin yaşandığı Eminönü ise kaderine terk edilmişçesine boş. Kapalı ve yağmurlu hava ise bu terkedilmişlik duygusuna puslu bir kasvet katıyor; bu kasvet ise kenti benim gözümde daha da bir büyülü kılıyor. Birkaç kişiye danışarak tarihi hamama ulaşıyoruz, artık yepyeni bir deneyime hazırız…
İki betonarme binanın arasına sıkışıp kalmış taş kapının ve kaldırım taşının üzerinde "1000 places to see before you die" yazıları okunuyor. Anlaşılan, mimar Süleyman Ağa tarafından başlanan ve 1741 yılında Abdullah Ağa tarafından tamamlanmış olan bu çifte hamam, ölmeden önce görülecek bin yerin arasına girmeyi başarmış, geriye kaldı gidilecek dokuz yüz doksan dokuz yer. Daha önce gelmediğimiz bir yerde, alışık olmadığımız bir aktiviteye başlayacak olmanın ürkekliğiyle içeri giriyor, etrafa bakıyoruz. Hemen girişte bir masa, masanın üzerinde ise fiyatların 4 dilde ve 4 farklı kurda yazılı olduğu resimli bir liste duruyor. Seçimimizi yapıp, ödememizi yaptıktan sonra Ladies Only yazan koridordan geçiyor ve kendimizi büyük bir holde buluyoruz. Yüksek beyaz kubbenin tanımladığı, ortasında büyükçe mermer bir havuz bulunan bu yer, hamamın "camegah" bölümü olmalı. Havuzun etrafını dönen sedirde, vücutlarını peştamallar ile sarmış kadınlar oturuyor, çay içip sohbet ediyorlar. Bir köşede kuaför, hemen yanında ise pek iç açıcı gözükmeyen yarı açık bir manikür-pedikür bölümü, başka bir tarafta ise içecek satılan bir büfe göze çarpıyor. Camegahın dört tarafında ve asma galeri katında yan yana sıralanmış ufak giyim odacıklarını görünce hem şaşırıyor hem de seviniyoruz. Bir rafta üst üste yığılmış ahşap hamam takunyalarının yanından biraz merak, biraz nostalji, biraz da tiksinti ile geçerek üst kattaki odacığımıza çıkıyor, üstümüzü değiştiriyor, eşyalarımızı kilitliyoruz.
Hamama ilk defa geldiğimizi belli eden yabani bakışlarla etrafı inceliyor, bir yandan da bize gösterilen ufak kapıya doğru kıkırdayarak yürüyoruz. "Soğukluk" olduğunu tahmin ettiğim mekana geldiğimizde ortamı ağır bir buhar ve ıslanmış kireç kokusu kaplıyor, üzerimize damlayan su damlalarından irkilerek, yoğun bir sıcaklığın buram buram yayıldığı açık ahşap kapıdan içeri yöneliyoruz ve sonunda 300 yıllık gerçek bir Osmanlı hamamının "sıcaklık" bölümüne girmeyi başarıyoruz. Daha önce bir iki otel hamamını deneyimlemiş, aktif olmayan bazı tarihi hamam kalıntılarını incelemiş ve bir iki hamamı da içinde kimse yokken gezmiş bir mimar olarak aşağı yukarı zihnimde bir resim oluşmuştu, ancak gördüğüm manzara ne daha önce gezdiğim yerlere, ne gördüğüm resimlere, ne de seyrettiğim filmlere benziyordu. Bambaşka bir dünyaya, bambaşka bir zamana ışınlanmış gibi hissediyorum kendimi. Dünyanın çeşitli yerlerinden, farklı ırklardan onlarca kadın, kalın bir buhar perdesinin arkasında, yüzlerinde dünyayı umursamaz bir ifade ile kimisi bir köşede miskin miskin oturuyor, kimisi göbek taşının üzerinde yatıyor, kimisi kurnanın başında yıkanıyor. Sanki her şey ve herkes ağır çekimde, dış dünyadan kopmuş, farklı bir boyuta geçmiş gibi; zamanın yavaşça aktığı bu âlemde sadece natırların hızlı hareketleri bu durağanlık ritmini bozuyor.
Şaşkın şaşkın etrafa bakınan bizlerin acemiliğini fark eden bir natır, birazdan bizi alacağını söylüyor, terlememizi öğütleyerek işinin başına dönüyor. Bizler de söz dinleyen titiz kızlar grubu olarak, hiçbir yere dokunmadan kendimize bir köşe seçiyor, oturacağımız yere kaynar sular döküp, temiz peştamallarımızı seriyor ve bir kenara ürkek kuşlar gibi tünüyoruz. Zamansızlığın hakim olduğu bu mekanda bilmem ne kadar zaman oturuyoruz? İlgiyle etrafı inceliyorum, oldukça geniş altıgen mekanı büyük bir kubbe örtüyor, bu büyük kubbe bezemeli kolon başlıklarıyla dikkat çeken mermer sütunların üzerine oturuyor ve kolonlar kemerli bir revak oluşturarak mekanı merkez ve çevre olarak iki bölüme ayırıyor. Her taraf beyaz mermer; mermerin işlenişi, su gideri detayları, kapı bezemeleri tek kelimeyle nefes kesici. Kubbenin üzerindeki camlı deliklerden süzülmesini hayal ettiğim ışık huzmeleri yerine, sağdan soldan sarkıtılan avizelerin çiğ aydınlığı; göbek taşının tam ortasında yer alan yaklaşık iki metre boyundaki plastik bir palmiye ağacı ise bize, 18. yüzyılda değil, 21. yüzyılda olduğumuzu arsızca hatırlatıyor.
Belki yarım saat belki de bir buçuk saat sonra, keselenme ve yıkanma sırası bize geliyor. Fatma isimli natır, bugün gelen tek Türk grubun biz olduğumuzu söylüyor ve başlıyor keselemeye. Aslında sohbet etmek istiyorum, soracaklarım var, ama sıcaktan ve miskinlikten gözlerim kapanıyor; kendimi Fatma'nın insafına bırakıp, hamamın boğuk seslerini dinlemeye başlıyorum. Siz hiçbir mekanı kulaklarınızla deneyimlediniz mi? Gördüklerimden çok duyduklarım işliyor içime. Değişik dillerde konuşan kadınların sesleri birbirine karışıp ahenkli bir uğultuya dönüşüyor; arkada sürekli akan suyun şırıltısını aniden dökülen bir tas suyun tiz şakırtısı bölüyor; buharın, keselerin, liflerin, sabunların seslerini, bu seslerin yankılanarak dalga dalga yayılmasını duyumsuyorum. Hem vücudum, hem ruhum kirlerinden arınıyor; Fatma saçlarımı köpürterek yıkarken ben tekrar çocukluğuma dönüyor; hem kendim hem de mimarlık için bir şeyler yapmış olmanın mutluluğuyla gözlerim kapalı gülümsüyorum…