İstanbul’da lisans ve iki yıllık yüksek lisans eğitimimin ardından -artık mimarlık hakkında fikrimin oluşmaya başladığı bir dönemde- yüksek lisans tezimi yazma aşamasında Erasmus ile Eindhoven Teknik Üniversitesi’ne (TUE) gittim. Burada geçirdiğim süreyi; o zamana kadar bu denli yoğun yaşayamadığım, sıkıştırılmış bir sosyo-mimarlık deneyimi olarak özetleyebilirim.
İstanbul'da 1+4 yıllık lisans ve iki yıllık yüksek lisans eğitimimin ardından artık mimarlık hakkında fikrimin oluşmaya başladığı bir dönemde, yüksek lisans tezimi yazma aşamasında Erasmus Öğrenci Değişim Programı ile Hollanda'daki Eindhoven Teknik Üniversitesi'ne (TUE) gittim. Burada geçirdiğim süreyi; o zamana kadar bu denli yoğun yaşayamadığım, sıkıştırılmış bir sosyo-mimarlık deneyimi olarak özetleyebilirim.
İTÜ Mimarlık'ı bitirdikten sonra, aynı okulda Kentsel Tasarım'da yüksek lisansına başladım ve doktora yapmayı da düşünmediğimden artık son şansımı değerlendirmeliyim diyerek Erasmus'a başvurdum. Evrakları tamamlama, kabul edilme kısmı diğer okullarda da bu kadar yorucu mu bilmiyorum ama bizim Avrupa Birliği Ofisi'nde, tam gidiyorum derken birden bursların ödenmesinde bir sorun çıkabildiğinden, cebimdeki paraya dair kafam karmakarışık bir şekilde kendimi Eindhoven'da bir otel (budget) odasında buldum. TUE'de değişim programı öğrencilerine yapılan bilgilendirme toplantısında elimize bir liste tutuşturuldu. Bu listedeki en dikkat çekici şey tüberküloz testi yaptırmamız gerektiğiyle ilgili maddeydi.
Dersler başlamadan şehre alışmaya çalışırken, uçakta tanıştığım Türk arkadaşlarımla, ‘Türk Mahallesi'ndeki bir Türk amcadan ilk bisikletimi aldım. Kısa bir süre içinde de iki Endonezyalı ve bir Çinli'yle paylaştığım odama yerleştim. Evimiz konteynerlardan geçici olarak yapılmış bir öğrenci yerleşkesi içindeydi. Vestide adlı bir ofis tarafından öğrencilerin yerleştirildiği, şehre dağılmış durumdaki diğer ev gruplarının aksine bizim evlerde hiç Hollandalı öğrenci yoktu. Genelde Çinli, Endonezyalı, Hintli, İtalyan, Türk ve birkaç Fransız bir arada yaşadık.
Proje dersi "International Design Studio" haricinde aldığım dersler; "Landscape Planning and Design", "Urban Theory", "Discovering the Netherlands" ve birkaç bilgisayar dersiydi. Yüksek lisanstaki gerekli kredimi İTÜ'de tamamladığımdan ve tez yazma aşamasında olduğumdan; hibe almak için gerekli olan ECTS kredisini sağlayamaya yeterli olandan fazla ders almama gerek yoktu. Gitmeden önce TUE'den bir tez danışmanı bulabilmiş olsaydım daha dolu dolu bir süreç geçirebilecek olmama rağmen, yine de az ders yoğunluğunun avantajı olarak, altı ay boyunca Avrupa'da dolaşma imkânının da bana çok şey kattığını düşünüyorum.
Geçenlerde bir arkadaşımla neden milletçe bu denli zevksiz olduğumuzu konuşuyorduk. Söz konusu zevksizliğin, çoğunluğun gündelik hayatı geçirdiği mekânlardaki estetikten yoksunluk olduğunun altını çizerek şunu fark ettiğimizi söylemeliyim ki; ülkemizde niteliğini koruyabilen tarihi alanlar dışında, günümüze kadar oluşmuş yapısal çevre içinde doğup büyüyen bizlerin ne kadar eğitilirsek eğitilelim iyi şeyler ortaya koyamaması kuvvetle muhtemel. Görsel birikimimiz az düşünülerek hızlıca inşa edilmiş yapılarla oluşmuşken yapılacak en iyi şey, üzerinde daha çok düşünülerek oluşturulduğuna inandığım çevreleri deneyimlemek. Erasmus'un bana en büyük katkısı da bu yönde oldu.
Altı ay için vize problemi olmadan, hava yolu ulaşımı diğer ulaşım türlerinden çok daha ucuz olan Avrupa'nın çeşitli noktalarına Eindhoven'dan uçtum. Kimi zaman tren de kullandım ama genel olarak uçarak gittiğimiz şehir veya ülkelerde beş kişilik grubumuzla araba kiralayarak kısıtlı zamanda mümkün olabilecek en fazla yeri gördük: Marsilya, Cannes, Nice, Monaco, Barselona, Valensiya, Bilbao, Porto, Lizbon, Kopenhag, Stockholm, Essen, Bonn, Berlin, Stuttgart, Frankfurt, Brüksel, Den Haag, Amsterdam-Almere, Rotterdam, Maastricht, Utrecht.
Sürekli gezmedim tabi ki. Gezileri genelde hafta sonlarında ve bizdekinden de çok olan (!) resmi tatillerde yaptık. Derslere gelince; proje dersinde ilk bir kaç hafta boyunca 20cm'e 20cm boyutundaki ve 1mm kalınlığındaki plastik levhaların üzerine ikişer kesik atıp bunlardan indeks maketler oluşturduk. Daha sonra bu maketleri modelleyip her iki yönde onar kesitini aldık. Buraya kadar ne yaptığımızı bilmiyorduk. Proje yürütücüsü Sang Lee, bize şehrin merkezine çok yakın ama atıl durumdaki belediye meydanını proje alanı olarak verdi. Oluşturduğumuz kesitleri bir alfabe gibi düşünmemizi; meydana getireceğimiz tasarımın, alana ithafen bu alfabeyle oluşturduğumuz bir cümleden oluşması gerektiğini söyleyip kenara çekildi… Ben projemde meydanın oturma eylemiyle ilişkili olduğundan yola çıkarak kesitlerden ‘oturmak' için sürekli bir topografya yaratmaya çalıştım.
Landscape Planning'de Han Lörzing'in sunumlarından Hollanda'nın tüm toprak çeşitlerinin ne boyutta incelendiğini görüp şaşırdım ve derste öğrendiğim en önemli şey Hollanda'nın deniz seviyesinden aşağıda olması sebebiyle ana karadaki suyu boşaltabilmek için gereken hareketi ve enerjiyi karşılayabilmek için bu kadar yel değirmeni olduğuydu.
Urban Theory sınıfının hocası Kees Doevendans'ın ilk dersinde tepegözle asetatlar üzerinden anlattıkları, tüm öğrenim hayatımda gördüğüm en iyi dersti. Dersten anlayabildiklerimi, aldığım notları aktarma ihtiyacı duyuyorum… Kentsel kuram hakkında konuşulmaya Hubbard'ın "City" kitabıyla başlandığını ve bir fenomen olarak kenti anlamak ve anlatmak için spesifik düşüncelere ihtiyacımız olduğunu; planlamada kuramdan, çoğulcu metodolojiler şeklinde bahsedilebileceğini… Thomas Kuhn'un "Structure of Scientific Revolutions"(1972) kitabında paradigmaların, jenerasyonların şeyleri nasıl algıladıkları, anladıkları, gördükleri ile ilgili olduğunu, görüşler arasında devrimler gerçekleştiğinden paradigmaların da değiştiğini, günümüzde paradigmaların kentsel projeler üzerinden incelenmesi, günlük pratikler, tasarımlar ve projelerin teorikleştirilmesiyle profesyonel ve disipliner planlamanın oluştuğu…
Discovering the Netherlands'de S.S.S. (Sophie) Rousseau; Hollanda'daki konut politikasının sosyal konut üretmek üzere geliştirildiğini; kentsel tasarım ölçeğindeki her konut projesinde, yatırımcıların toplam inşaatın %20 oranındaki bölümünü diğer %80'ini oluşturan yapılardan fiziksel olarak ayrılmadan, sosyal konut olarak yapılmasının bu politika yaptırımıyla sağlandığını anlattı. İkinci sanayi devrimi sırasında; toplama kamplarından tanıdığımız ahşap ranzaların her katında, kente yeni göçen bir Hollandalı ailenin yaşadığı günlerden bugünkü duruma nasıl gelinebildiğini gördük bu derste.
Eindhoven, Philips fabrikası ile gelişmiş bir işçi kentiyken; yine fabrikanın etkilerinin devamı olarak PSV Eindhoven futbol takımı-stadyumu ve teknik üniversitesiyle günümüzde ‘City of Light' mottosunu kullanan bir öğrenci kenti; ya da benim baktığım yerden öyleydi. Üniversitenin oldukça iyi bir kampüsü var ve en gözde binalarından biri mimarlık fakültesinin yer aldığı Vertigo.
Özellikle Vertigo olmak üzere okulun diğer fakülte binaları, yemekhanesi, ana meydanı tasarlanmış mekânlardı. Vertigo'nun girişi; bina kullanıcılarının okuldaki bir etkinlikten haberdar olmama ihtimalini ortadan kaldırmak için konferans salonu şeklinde düzenlenmişti. Binanın en alt katında maket atölyesi vardı. Bu atölyenin, içindeki aletler bir yana, ihtiyacınız olan maket malzemesini size sağlamakla görevli bir ofis tarafından işletiliyor olması çok ilginçti. Ayrıca binanın üçüncü katında oldukça geniş bir arşivi olan kütüphane ile plotter merkezi bulunuyordu. Plotter merkezine evinizden bile çıktı gönderebiliyordunuz. Bunlar okulun iyi yanlarıydı.
Kötü yanlarına gelince; Erasmus öğrencilerinin seçebildiği derslerde genellikle Hollandalılar olmuyordu. Okulda şehre ilk geldiğinizde size yardımcı olmakla görevli bir öğrenciyi ‘budy' olarak atıyorlar. Benimkiyle ilk diyalogumu ikinci ayımda kurabildim. Proje dersi yürütücümüz Amerika'dan gelmiş bir Koreli'ydi ve Rotterdam'da yaşayan hocamız rutin bir iş olarak bizimle derse katılıyor gibiydi. Kendisinden memnuniyetsizliğimizi bildirebileceğimiz kimseyi de bulamamıştık. Yani lafın kısası altı ayda marketteki kasiyerden, trende üç beş laf ettiğim birkaç kişiden, yolda karşılıklı gülümsediğimiz yaşlı ve sevimli olanlarından başka Hollandalılarla pek bir etkileşimim olmadı. Fakat İTÜ'deki Erasmus öğrencilerinin durumunu da düşünerek bu durumdan dolayı kimseyi suçlayamayacağım.
Erasmus'un bir yerde yazılı olmayan olmazsa olmazı sanırım benim de bizzat kaldığım öğrenci evlerinde ya da bahçelerinde yapılan partiler. Gittiğiniz ülkedeki öğrencilerin böyle bir ritüeli olmasa da Erasmus öğrencilerinin mutlaka oluyor. Sonuçta Hollandalılarla olmasa da İtalyan, İspanyol, Fransız, Brezilyalı, Çinli, Avustralyalı, Çek, Romanyalı ve tabi ki Türk bir sürü insanla birlikte çok vakit geçirdim.
Hollanda'da yaşamanın en iyi yanı ise sağlıklı yaşamayı destekleyecek bir sürü seçeneğim olmasıydı:
- Markette poşetler içinde satılan yeşil salata karışımları,
- Her gün bisiklete binme zorunluluğu (zorunluluk çünkü Hollanda'da benim gittiğim büyüklükteki bir şehirde yegâne ulaşım sistemi bisiklet üzerine kuruluydu),
- Okulun spor merkezi (20 Euro karşılığında altı ay boyunca squash'dan pilatese uzanan bir seçim yelpazesi sunuyordu).
Erasmus'a giderken ve Eindhoven'a vardıktan sonra yaşadığım olumsuzluklara rağmen vermiş olduğum karardan çok memnunum. Bu tür bir yazıyı gidip gitmemek konusunda kafası karışmış ya da nereye gideceğini bulmaya çalışan birinin okuyacağını düşünerek şunu söyleyebilirim; mutlaka git, "Netherlands&Eindhoven" da gayet iyi : )