2008 Güz yarıyılında Hollanda'ya, kafamda kurduğum ideal bir "mimar ben"e yürüyerek yaklaşmak için adım attım. Bilmiyorum, belki koşmaya ve 2 yıllık tam bir yurtdışı eğitimi almaya çalışsaydım, sonuçlar farklı olurdu.
2008 Güz yarıyılında Hollanda'ya, kafamda kurduğum ideal bir "mimar ben"e yürüyerek yaklaşmak için adım attım. Bilmiyorum, belki koşmaya ve 2 yıllık tam bir yurtdışı eğitimi almaya çalışsaydım, sonuçlar farklı olurdu. Şu an yazdıklarımı okuyor olanlar için biraz çelişkili olacak ama yurtdışına, yine bu idealim yüzünden Erasmus programı konusunda yaşanmış onca deneyime hep kulak tıkayarak gitmeye karar verdim. Başkalarının deneyimlerini dinlemeye niyetim ve vaktim, daha ziyade program benim için sona erdikten sonra oldu.
Kafamdaki "yurtdışını mutlaka mesleki anlamda da görmüş bir mimar olma" ideali, ne kadar kısa süre de olsa Erasmus Programı'na beni daha çok yakınlaştırdı. Gittiğimde "onlar" hakkında çok şey öğreneceğime çok ikna olmuştum; döndüğümde ise öğrendiğim şeylerin daha çok "biz"lere dair olduğuna kani oldum. Genel geçer bir yargı olduğunu düşündüğümden söyleyebilirim; "onlar" ve "biz" ayrımı görgümüzün bir parçası. Şahsi yargılarım pek bu ikilikler ile şekillenmese de Erasmus deneyimim, ne zaten kaç senedir fırsatlar yaratıp da gezmekte olduğum Avrupa ülkelerini ve bizden üstünlüklerini ne de Hollanda'nın Eindhoven kentindeki gelişmiş teknik üniversitenin ders programlarını ve işleyişlerini sular seller gibi anlamamı sağladı.
Detaylara bakıldığında kimi kültürel farklar ve benzerlikler beni heyecanlandırıp harekete geçirse de bu 6 ayda, lisans ve lisansüstü öğrenimlerimi gördüğüm Yıldız Teknik ve İstanbul Teknik Üniversiteleri'nde zaten hiçbir zaman duymadığım –ve duymayı da istemediğim- bir eksikliğin dolduğunu görmedim. İlla bir farklı olma üzerinden yorumlama yapılacaksa –fiziksel imkanları bir yana bırakıyorum- üretme kültürü belki bir üstünlük sayılabilir.
Fakat şahsen bu deneyim sonrasında "Biz farklıyız" tümcesine daha da az istekli hale geldim.
Yolculuk şu şekilde başladı diye anlatmaya başlamak isterdim, ama yolculuk 6 ay boyunca hiç bitmedi desem daha doğru. Gerçek bir yerleşme, mesken edinme deneyimi yaşadığıma inanmıyorum; biraz evsizlik yaşadım bu 6 ayda. İnsan evsiz olunca kendini mi tanıyor yoksa gezdiği yerleri mi, yoksa ikisini birden mi? Bu noktada belki naçizane bir tavsiye verebilirim: Kendinizden kaçmaya gidiyorsanız, hiç gitmeyin! Toplumunuzdan ve kurallarından kaçmaya gidiyorsanız, o kadar yolun, fiziksel olarak kat edilmeden de aşılabileceğine inancım sonsuz!
Ama o ayağınızın altındaki yerin kaybolduğu, çocukluktan beri yaslandığınız o duvarların sırtınızın arkasından yok olduğu hissi, kimine göre korkutucu, kimine göre özgürlüktü. Ben biraz korkutucu yerinden görmeye meyilliydim o altı ayı; bu kimyam da benim dezavantajımdı sanırım.
Bu anlamda, Erasmus deneyimimden sonra tekrar söyleyebilirim ki Hollanda (biraz da vatandaşı dolayısıyla) sempatik bir ülkedir, kozmopolit ve kucaklayıcıdır, en güzeli de uzlaşmacıdır benim gözümde. Bütün bunların altında, en son paragrafta adı geçecek olan "kaybetme korkusu"ndan, en azından telaşlı bir şekilde nasibini almamış olması yatıyor olabilir. "Discovering the Netherlands" başlıklı derslerimizden birinde, uzlaşmacılığının sebebinin ne olduğu konusunda ilginç bir yorum duyduk. Öğretim görevlisi Sophie Marceau, sunumunun ilk slaytlarında Hollanda'nın tren yollarındaki gelişimi, kent planlamasındaki kararları vb. konular hakkında tarihsel bilgiler verdikten sonra, sanırım benim ve o an orada bulunan Türkiyeli arkadaşlarımın, aynı anda hissettiğimiz garip rahatlama hissine yol açan diğer slaytları anlatmaya başladı. "Hollanda" dedi, "tren yolları açısından çok gelişmiştir, çünkü dümdüz ve küçük bir ülkedir. Bu şansını akıl yoluyla iyi kullanmayı bilmiş bir ülkedir aynı zamanda. Küçük olması, planlama kararlarında uzlaşmayı da kolaylaştırıyor; Hollanda'nın büyük çoğunluğu, Hollanda için aynı kararları isteyebiliyor."
Sahi, Türkiye ne kadar girintili çıkıntılı, ne kadar karmakarışık, ne kadar kaotik ve ne heyecan verici bir ülke! Bir an hatırladım bu örneği duyduğumda. Ne kocaman Türkiye, Hollanda bir Konya kadarken… Belki de ilk defa ülkemi dışarıdan görüp, ülkem olmasından dolayı duyduğum sempatiyi bir kenara bırakmaya çalıştım. Ve Türkiye denen bir garip Anadolu ülkesine karşı yeni bir sempati duygusu yarattım. Bu noktada eğitimini almaya gittiğim disiplinin mimarlık olması çok bir şey değiştirmiyor olsa gerek.
Ne göreceğimiz, ne beklediğimize göre değişir elbette, ve beklentisiz gidecek bir kişiye henüz rastlamadım. Beklentilerimden bağımsız yargılar da oluşmadı değil, örneğin artık benim için, 21'inci yüzyılda Türkiyeli yeni mezun bir mimar, Avrupalı yeni mezun bir mimardan ancak bir mimarın bir mimardan farklı olduğu kadar farklıydı. Erasmus'u genel bir gözle, çok detayına dokunmadan anlatmaya karar vermemin de sebebi budur aslında. Hollanda'ya, Eindhoven'a gitmemiş olsam, İspanya'ya, Avusturya'ya veya Portekiz'e gitmiş olsam da benzer hislere kapılmış olacağımı düşünüyorum.
Bu hislere, bu paragrafa kadar yazıda bahsetmediğim iki-üç önemli noktayı da ekliyor ve devam ediyorum:
21. yy, mobilitenin, yani hareketliliğin, bu zamana dek araç olan kullanılanın amaç olmasına sahne. Sanal gereçlerle donatılıp her yerde kendimizi gerçekleştirebilecek hale gelmiş durumdayız, o veya bu şekilde. Gözlemime göre, Avrupa içinde ülkelerarası insan hareketliliği, Türkiye ve diğer ülkeler diye baktığımızda bir hayli fazla. Bu hareketliliğin bir parçası olmak, dünya kıtalarının arasında büyük bir yeri olan Avrupa'yla her türlü iletişimi kolaylaştırıyor. Bir Erasmus'lu, 6 ay boyunca kimseye ilişmeme gibi bir gayrete girmediyse –ki tahminimce bu küçük bir olasılık, program sayesinde Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesinden kanımca daha yüksek potansiyelli durumlara yelken açacaktır.
Erasmus deneyimim sırasında bende oluşan bir başka his ise üretmenin, yaratmanın olanaksızlık tanımadığı, fakat görgü gerektirdiği yönünde. Henüz bu görgü bazı alışkanlıklarımızın yerini almamış olabilir. Bu noktada "biz" diye bir ayrım yaptığımı kabul etmek zorundayım.
Son olarak da lisansüstü yıllarının Erasmus programı için biraz geç olduğunu düşündüğümü aktarabilirim. Basit bir neden; Avrupa 3+2 (3 Lisans senesi + 2 zorunlu Lisansüstü senesi) sistemi ve Türkiye'deki 4 (ve istenirse + 2) sisteminin farkları. Kısaca bu fark; lisanüstünü zorunlu görmek veya görmemekti. Gönüllü yapılan bir lisansüstünün tadı, elbette, hem yurtdışında hem Türkiye'de farklıydı. Buna ek olarak, basit bir neden daha, o kadar sosyal eğlence için "ne kadar fazla gençlik, o kadar iyi"ydi!
"Discovering the Netherlands" dersi sunumu örneğinden gelirsek, neden sadece Türklerin anlattığım hisse kapıldığını düşündüğümü açıklayarak, Erasmus programının bana sağladığı yurtdışı eğitim deneyimiyle ilgili yazımı sonlandırıyorum. Toplumu oluşturan insanların, insani sorunlarının her yerde benzer olduğunu, dolayısıyla en azından Avrupa'da aynı toplumsal sorunların yaşandığını düşünerek geri döndüm ülkeme. Sorunlara karşı tepki ve bakış açısının, olumlu veya olumsuz yönlendirilişle çözümleri, uzağa veya yakına koyabildiğini düşündüm. Kaybetme korkusunun, her kim duyarsa duysun, daha zevkli ve neşeli bir geleceğe yönlendirmektense, genel bir olumsuzluk ve sonunda kaybetmenin kendisine yol açtığını gözlemledim. Belki doğrudur belki değildir bu söylediklerim; ama Erasmus programının ilk amaçları ne olursa olsun, insanlara en az diğer deneyimler kadar renklilik katacağına inandım.
Umarım yazının başındaki çelişkiye aldırmayıp okuyanlardansınız ve bu noktaya kadar okudunuz yazımı. Umarım kendime ileride başka kalemlerden okuyabileceğim birçok yazı olasılığı yaratmışımdır.