Burçe Gürsel, yoğun ve didaktik bir mimarlık eğitiminden bir anlığına dahi olsa başını kaldırıyor; mimari ürünü kişileştiriyor ve kişiselleştiriyor. Sonra da bir öykü başlıyor...
Hayatımız, tosladığımız duvarlar ve yüzümüze kapanan kapıların bizi gitmeye zorladığı yollardan oluşan büyük bir harita gibi. Başı sonu belli değil. Kurak ve çorak bir arazi gibi önümüzde uzanan gelecek... Bazen de engin denizler... Sonuçta yaşayan herhangi bir canlıdan farkımızın olmadığını da biliyoruz. Duvarların, koridorların ve kapıların oluşturduğu, adına yaşam denen devasa binaların içinde tıkılıp kalmışız. Üstelik, her birimize göre bu binaları inşa edenler de bizler değiliz. Sahibi değiliz onların. Buraya nasıl geldiklerini bile bilmiyoruz. Tek farkında olduğumuz, arada sırada eve gelen misafirlerin ilgisiyle ve durmadan havlayan köpeğin uykuya dalmasıyla duyduğumuz mutluluk. O an, benim de sakin düşüncelerimin uykularından uyanıp coşmaya başladıkları ve beni kendilerine esir ettikleri an. Ben bütün gün evin içinde, eşyalarla dolu odalar boyu gezinirken, onlar uyuklayıp duruyorlar. Mobilyalara ve tablolara çarpıyorlar. Dışarıdan ve evin içinden gelen, bastıramadığım seslerle köreliyorlar çoğu kez. Ama ben bir yolunu bulup onları hapis tutmayı öğrendim. Ya da daha doğrusu, onlar zaten hapisti de, onları geceleri nasıl kurtaracağımı öğrendim. Her şey köpeğin susmasına bağlı... İşte o zaman rahatça düşünebilirim, binanın tahtalarından gelen seslerin ne anlama geldiğini.
Dışarıda yağmur yağıyor. Yağmur yağdığında dışarıda kalan ıslak hayvanları düşünüyorum. Birileri onları dövüyor ya da aç kalıyorlar mı diye. Keşke düşüncelerimden oluşan barınakta onları biraz dinlendirebilseydim. İşte şimdi onlar için bir barınak düşlüyorum. İşte uyuyorlar düşünce kulübemde ve önlerinde yemek artıkları var. Hem de et yemişler ve bisküvi de var yanında. Bundan daha büyük gerçekliğe rastlamamıştım. Ne diyordum. Evet yağmur yağıyor dışarıda ve binanın çatlaklarından su sızıyor. Bunun nedeni ağlıyor oluşum olmasın sakın. Tuz tadı alıyorum, oysa tuzlu bir şey yememiştim bu akşam. Kapı çalındı biraz önce ama açmadım bu kez. Bazen davetsiz misafirleri sevmeyiz ya. Benden habersiz çatıya yuva yapan ve çığlıklarıyla beni rahatsız eden kargalar gibiler. Özellikle de en eskiden tanıdıklarım. Kargalar. Kargalar insandan uzun yaşarlar. Benim ‘insan' kelimesinden anladığım şeyden uzun değil tabi. Toplumda kabul gören ‘insan'dan uzun yaşar kargalar. Özellikle de en eski olanları. Benim dost görünen düşmanlarım. Çatıma pisler, kendi evleriymiş gibi davranır, çaldıkları şeyleri utanmadan gürültü yaparak atarlar balkonlarıma. Benim dost kargalarım beni yoksul mu sanırlar yoksa. Ben yoksul sayılmam. Sadece biraz damım akıyor şiddetli yağmurlarda. Ayrıca oturduğum kata çıkarken, kırık merdivenlere ve tuzak gibi her an düşmek üzere olan antre penceresinin camlarına dikkat etmeliler. İşte bu ölümcül olabilir. Kimseyi öldürmek istemem oysa ben. Ah. O zamanı hatırlatacaksınız bana. Benim pek suçum yoktu diyemeyeceğim ama var da diyemem. Tamamen düş gücümle olan bir olaydı o yaşananlar. Yani âkil bir kişiye sorsanız "Suçlu muyum?" diye, hemen ne suçlu ne de değil diyebilir. Sadece bir adamı öldürdüm. Yani bir kadını. Yani içimdeki kadınları belki de. Aman neyse işte. Anlatmaya değmez bir konu. Tamamen hayal ürünü bir mevzu. Bütün dünyadaki savaşlar ve darbeler, adam kaçırmalar ve cinayetler gibi işte. Tamamen hayal ürünü. Boş verin, siz benim içimdeki katillerimi. Öteki kişiliklerimi. Söz etmeye değmez onlar. Aynı terkedilmiş bir tavan arasının, örümcek ağı ve eski anı bağlamış tahtaları gibi. Ah bu ev katil eder insanı. Aklını kaçırır insan bu evde.
Kargalar diyordum. Balkonuma ikide bir sadaka gibi kaşık parçaları atıyorlar. O gün de onları kovalamaya çalışıyordum umutsuzca. Çok umutsuzdum. Çünkü o gün temizlik yapmam gerekiyordu. Temelimden yükselen bir nem söz konusuydu. Hangi inşaat mühendisi yaptıysa bu binayı, sürekli rutubet oluyor. Sanırım drenajını veya belki de zemin analizini pek becerememiş. Yoksa temelini iyi oturtamamış mıdır nedir, sürekli yana yatmakla kalmıyor evim, üstelik her gün bodrum kattan su da çıkıyor. Ama ben alıştım. Çökse de binam umurumda değil. En kötü ihtimalle taşları, yani beton ve demirleri toplayıp götürürüm hurdalığa. Orada da araba enkazlarından bir ev yaparım kendime. Betonla güçlendirilmiş araba hurdasından bir ev olur bu. Tamamen deneysel yeni bir tür. Hem böyle zamanlarda kargalar artık uğrayamaz da yanımıza, yani çatımıza. Tiksinirler çünkü bizden. Pek yeni ve zengin görünmeyiz yoksa gözlerine. Rezil olurlar ele güne. Değil mi ya?
O günü anlatacaktım dağıldı yine konu. Her katil cinayet mahalline dönmek ister ya, o hesaptı benimkisi. O zaman burada oturmuyordum. Tamamen rastlantısal olarak geçiyordum. Uğradım onun semtine. Yani o adamın. Kadının. Yani her ne cinsse işte, onun semtine. Benim cinslerle pek işim olmaz. Sadece hayvanlar ve insanlar vardır benim gözümde. Canlı ve cansız dünya vardır. Ama unutmadan insansılara da değineyim. Yıllardır bu köhne, nemli ve kötü kokan evimde düşünüp duruyorum. Onları hangi kategoriye koysam diye. Mutfaktan gelen gaz kokusu gibi onlar. Mide bulandırıcı ama onlar olmadan da yemek pişiremem. Çiğ yemek zorunda kalırım her şeyi. Yemeğin pişmesi için gerekli o gaz. Yani insansılar. Yani uçucu, varlığı yokluğu belli bile olmayan ama bazen de ölümcül olabilen o insansılar. Onlar güzel semtlerde yaşarlar allı pullu evleriyle. Renkleri içlerinin güzelliğinden değil, sömürdükleri kişiliklerin parlaklığından gelir. Benim küflü görünüşümün tersine, yemlerini kendilerine çeken etobur bitkilere benzerler. Göz alıcı ama vahşi...
O da onlardan biriydi işte. Hem cinsiyetsiz, hem insansı. Uçucu, toz gibi. Kırmızı çöl kumları geliyor aklıma onu düşününce. Ve bedeviler. Göçebe çadırları içinde yaşarken ne denli hayvansı ve özgürdürler. Benim aksime. Ben bu yıkık, gıcırtılı, tozlu, pis binaya mahkumum. Üstelik rengi de gri. Hiç de canlı kiremit rengini çağrıştırmıyor. Parlak gün ışığında bile pis bir gri. Kuzguni siyah olsaydı bile bir kişiliği olurdu. Şöyle insanın canı sıkılıp da gökyüzüne bakmak istese gördüğü şey gri oluyor, hep gri. Tüm tepeler, dağlar, taşlar gri. Taş zaten gridir diyeceksiniz. Ama taşın grisi asildir. Yumuşak, mavilikle karışık bir gridir o. Benimkisi sobadan çıkan isle karışık. Nasıl anlatsam, melankolinin grisi, deliliğin, çıkmaz sokakların, çaresiz çocukların ayaklarının grisi, arka mahalledeki yoksul ölülerin yüzlerinin grisi. Ölümün grisi. Kesinlikle taşa benzemiyor. Doğallıkla alakası yok bunun. Hele kırmızı çöllerle hiç yok. İşte benim ruhumu çelen de bu oldu. Onun kırmızı kumları hayal etmemi sağlayan elleri...
Ama kimseyi düşleyemiyorum artık. Bütün mutsuzluğum buradan geliyor. Şehrin bütün mutsuzluğu da buradan geliyor bence. Kimse kimseyi düşleyemiyor. Uzak şehirlerin düş evleri gibi renkli değil bizim şehrimiz. Masallarla ise ilişkimiz çoktan kesilmiş. "Bir varmış, bir yokmuş"u yaşlılar bile söylemiyor. Artık onlar; ‘hiçbir şey yokmuş aslında, bizi de sizi aldattıkları gibi aldattılar' diyorlar. ‘Bizim de suyumuz kesik. Bizim de yollarımız bozuk. Evlerimiz çökmek üzere. Çocuklarımız göçük altında kaldı geçen yıl. Ama biz, olanlara seyirci kaldık. Sessizce izlemekle yetindik. Öyle ya, biz hiç ecnebi yapımı film görmemiştik. Film gibi izledik hepsini. Farklı geldi ilk başta. Hayat böyle sandık. Hoşumuza bile gitti bazen, haydi dürüstlük yapıp itiraf edelim. Deli binalarda yaşarken, delirmemek için birbirimizi yediğimizi itiraf edelim'... İşte böyle bağırdılar bana. Ama ben bütün pencerelerim ve kapılarım kapalı, onu düşlüyordum. Sokaktan gelip geçen devrim kalabalığına aldırmadan. Bana bir şey yapamazlardı nasılsa. Onu düşünüyordum. Kırmızı topraktan ellerini. Çamuru şekillendirir gibi vücuduma biçim verişini. Beni hayal edişini. Belki çok zeki biri değildi. Yetenekliydi azıcık. Yüksek okul okumuşluğu vardı. Eli kalem tutardı. Onu izlerdim çok gece sabaha kadar. Masasının başında bir şeyler karalardı. Sürekli beyaz kağıtlara eğilirdi, yırtardı, atardı, başkalarını severdi. Başkalarını sevdiğini görürdüm penceremden. Oysa ilk göz ağrısı bendim. İlk benimle yatmıştı. Evet ilk bendim onun bakiresi. O da benim bakiremdi. Okulu bitirip, koşup bana geldiğinde, dizimin dibinde az ağlamamıştı. Soğuk ve is sarıyordu odasını. Üşüyordum, üşüyorduk. Çok kirli bir yerlerden geliyordu. Elleri çamurlu gibiydi, kırmızı toprak, kurumuş. Gözleri de kırmızı, uyumamış. Hep beni düşünmüş. Tanrım nasıl bir kendinden geçiştir ki bu. Sürekli biri tarafından hayal edilmek. Karar veremiyordu bir türlü beni nasıl seveceğine. Bir gün, beni bir çırpıda kapı dışarı ederken ve çıplak vücudumu kargalara, o azılı düşmanlarıma bırakırken ‘kararım karar' dedi. Beyaz kağıtların parlaklığı gözlerimi kamaştırmıştı. Onlarsa, her sabah güneşin doğuşuyla, parlak pencerelerime gagalarıyla vurup beni uyandırırlardı ve ben onlara ağzımı açıp bir ‘ah' diyemezdim. En ufak bir çatlak ses çıkaramazdım, çıkamazdım işin içinden tek başıma. En kötüsü de çökemezdim dizlerimin üstüne. Bana dönmesini, aksi halde öleceğimi ise hiç söyleyemezdim. Hepsi onun gururunu kırmamak içindi. Hepsi onun onurunu korumak içindi. Çok çalışmıştı beni sevmek için. O kara kargalar bu sevgiyi elimden alamazlardı nasılsa.
Sonra bir gün, balkonumdaki çiçek saksılarının -sanırım komşular tarafından buraya getirilip konmuş olacaklardı- eşelendiğini gördüm. Komşular bana hep hediyeler getirirlerdi. Bir sürü eşya, kapılar, eski kırık sandalyeler, kullanılmış kanepeler, bozuk saatler, parçalanmış oyuncaklar. Hepsini balkonlara ve bodrum kata atarlardı. Çok kızardım önceleri. Fakat sonra göz yummaya başladım. Yorulmuştum çünkü. Bir sanayi semtindeki fabrikanın atıklarının atıldığı bir çöplüğe dönmüştüm. Binanın içi tıka basa eşya dolmuştu. İçim dışım doluydu. Üstelik eşyalar gitgide çürüyordu. Yatak odam kokmaya ve küflenmeye başlıyordu. Banyonun açıldığı hava boşluğundan dumanlar yükselmekteydi. ‘Son' yaklaşıyordu. Sana içimi dökmezsem, büyük çöp tepeleri gibi ‘patlayacaktım'. Sana içimi dökmezsem, ‘yıkılacaktım'. Sen yine kırık masa lambanın titrek ışığında bir şeyler çizip duruyordun benden habersiz. Seslerimden, kargalarımdan, pisliğimden, camlarımdaki buğudan habersiz başka sevgilileri düşlemekteydin. Belki farklı bir mahalleye taşınmıştın. Senin için benim çöplerimle değil, yeniliğin heyecanıyla doluydu. Benim hayatımın aksine. Benim hayatım, senin bana vermeyi unuttuğun birazcık sevgi, belki ufak bir hediye veya kırılan panjurumun yerine yeni bir tanesi ya da bozuk musluklarıma değen bir insan eli gibi şeylerden mahrumdu. ‘Yok sayarak' yaşıyordun. Ben kırıktım, bozuk. Her müzik dinleyişimde, tavanından kireçler düşen veya musluklarından paslı sular dökülen bir evde seni beklemekten yorgun. Artık kargaların da bana uğramadığı ve senin gibi, çalınacak daha değerli şeyler buldukları semtlerde kaldıkları şu zamanda, rüzgarlarla deli gömleği giymiş gibi çılgınca titreyen ve pencere demirleri hapishane demirlerini çağrıştıran bu evde uyumaya çalışıyordum.
O geceyi hatırlıyorum şimdi. Hani kargalar hediye saksının hediye toprağını eşelemişlerdi. Köpek tam o anda havladı ve düşlerimden uyandım. Sen gelmiştin. Ben mi hayal etmiştim? Ama hayır! Köpek uykusundan uyanıp havladıysa, demek ki hayal görmüyordum. Ayak sesleri duymuştu. Senin ayak seslerini. Eskiden olsa havlamazdı. Çünkü o zaman sen, cinsiyetsiz bir insandın. Şimdiyse benim için, cinsiyetsizliğin sende kalmakla birlikte artık insansıydın. O gün, yanında birtakım başka insansılar da vardı. Sıvası dökülmüş duvarlarımda yankılanan kaba sesler duydum. Köpek korktu ilk kez. Oysa o genelde, geceleri evimiz çok ses çıkardığı ve sert rüzgarlarda dağılacak gibi olduğu zamanlarda ya da komşular yakınlarda koşuşturduğunda korkardı. Kendi evlerindeki sel sularını boşaltmaya çalışan zavallılar çığlık attıklarında da korkardı. Hatta beraber korkardık. Doğrusu şimdi korkması tuhaftı. Ben de korkmuştum. Sanki sert bir rüzgar yüzünden çatıdaki antenler sarsılmıştı. Bir anlığına camdan yansıyan ışık hole vurmuştu. O anda, gece yağmış olan yağmurun sularını kovalarla banyoya boşaltmakla meşguldüm. Aniden ürperdim. Salona koştum. Ayağım kaydı. Gece pencere açık kalmıştı anlaşılan. Mutfaktan tüten çaydanlığın buharı diğer camları buğulamıştı. İlkin bir şey göremedim. Sadece senin kokunu aldım. Kaba saba insansılar bana seslendiler. Sonra acımadan, mümkün olduğunca sert bir şekilde evimin duvarlarına vurdular. Yok etmek ister gibi. Darbeleriyle yalnız ve kimsesiz bırakmak ister gibi. Yıkıp dökmek istiyorlardı her şeyi. Anılarımızı. Beni. Hiçbir şey hissetmedim önce. Sen oradaydın. Seni yalnızca düşleyebilirdim. Burada olmanı. Tam aşağıdaydın şimdi. Ama sonra sol omzundaki kargayı gördüm. Ağzında sana ilk gecemizde verdiğim minik taş parçası duruyordu. Hani, onu bu ev yapılmadan çok önce, toprağı eşeleyip değerli bir şey bulduğunu sanan kargadan çalmıştım. Üzerinde birtakım insan resimleri var gibiydi. Silikti ama. Kırmızı topraktan mavi lekeli bir taş işte. Ben onun çok eskilerden, antik çağlardan olduğunu hayal edince gülmüştün. Hoşuna da gitmişti. Ama o karganın ağzındaydı. Bana ihanet etmiştin. İhanet bir suç mudur? Değilse cinayet de bir suç olmamalı. En çirkini de, elindeki biçimsiz savaş baltasıyla evimin en güzel köşesine darbeyi indirdiğinde, yüzündeki işte o çok eski zamanlardan kalan keyifli gülümsemeyle gözlerime bakman olmuştu. Hiçbir şey olmamış gibi. Dünya hiçbir şey olmamış gibi geçip gidiyordu gözlerinden. O an elime geçen bütün hediyeleri ve senin hediyelerini de camlara fırlattım. Aslında fırlattığımı düşledim. Bütün camlar kırıldı. Pencerelerden aşağı aktı. O an akan zaman tuzla buz oldu. Gürleyen bir şelale gibi üzerine yağdı. Parlak güneşte parlayan milyonca cam kırığı üzerine parlak düşler gibi yağdı. Sudan keskin, ama boğulmaktan daha ani bir ölümü getirecek olan cam şelalesinde gözden kayboldun. Yine gözlerin kırmızıydı. Uykusuz gecelerde olduğu gibi. Gözlerindeki camlardan sızan kandı şimdi. Bu kez gerçekten uyumuştun. Başında dönüp duran karga, gürültüden ürküp çoktan şehrin başka bir köşesine uçmuştu. Yıkık dökük bir harabeymişçesine yalnızdın...