O denli "kentli" olduk ki, kentten ötesinin var olduğunu dahi düşünemiyoruz. Bir karmaşanın içerisinde kendimizi var kılma derdindeyken birkaç yapıyı da var kılabildiysek başarılı sayılıyoruz.
O denli "kentli" olduk ki, kentten ötesinin var olduğunu dahi düşünemiyoruz. Bir karmaşanın içerisinde kendimizi var kılma derdindeyken birkaç yapıyı da var kılabildiysek başarılı sayılıyoruz. Bu o kentli imajımızın aslında ne denli dar bir çerçevede olduğunu kanıtlıyor bize. O kadar yabancı olmuşuz ki "kendimize", sözüm ona ileriye gitme uğruna gerçekleştirilenler "neyin" ileriye gittiğini bilmeyen bir toplum için başarılı zannedilebiliyor. Gelin bir de yap-bozun benzer parçalarına göz atalım, bugüne kadar pek fark edilemeyen o sessiz parçalarına… Daha yerel olanlara…
Mimarlık, yapı yapma sanatı olarak anlamlandırılsa da hepimiz biliyoruz ki bundan çok daha fazlasını içeriyor. Aldığımız eğitim sadece bir unvanla sona ermiyor, kentlerde bir yapı yaparken unvanlar konuşturuluyor olsa da yola çıkıp herhangi bir köyde kontağı kapattığımızda unvana çok da gereksinim duyulmadığını görüyoruz. Hoş, biz de zaten o denli kentliyiz ki rotamızı pek de oralara çevirmiyoruz. Ancak bize verilmiş unvan, "yerel mimarların" varlığını onaylarken yalnızca kendi yaşadığımız alanlarda sorumluluğumuzu hissetmemiz gerektiğini söylemiyor, söyleyemez de. Yani, ben üç büyük şehir dışında bir yer görmeden yetişmiş bir "kentli mimarcık" olarak, sadece kentte olanlardan haberdar olduğumda ne denli bu ülkeye ait bir "yapı yapma sanatı" icra edebilirim, şüpheli… Edenler neden yadırganmıyor dersiniz? Çünkü herkes pek bir kentli…
Metropol kelimesinin sorgulandığı o kentlerden sıyrılıp yola çıkıyoruz… Rotamız Doğu Karadeniz… Artvin'e doğru ilerlerken geçtiğimiz kentlerin bazılarının "bazı nedenlerden" ötürü daha fazla gelişmekte olduğunu görüyoruz. Kendimi kandırmaya çalışıyorum, "artık gökdelenlere de alıştık ne olacak sanki bunlara da alışırız" diyerek, ama ilk kez karşılaştığım üç dört katlı camilerin varlığına uygun bir sıfat bulamıyorum. "Yerel mimarların" eserleri ise bana çok daha ilginç geliyor. Sadece araç tekerleklerinin genişliğinde yapılmış köprüler, yol geçmesi için yapının o kısmını bir aracın alıp götürdüğü izlenimini veren binalar… Diğer yandan eşsiz bir doğa fotoğrafı içerisinde yer alan ahşap evler… Anlıyorum ki Karadeniz, keşfetmeye değer bir yer.
Orda Bir Yer Vardı Ama…
Terk edilmeye bir kala…
Yusufeli'ne doğru giderken devasa baraj inşaatlarının bir parçası olarak açılan yapay yollardan ilerliyoruz. Hatta çalışma saatlerine göre şansımız yaver gitmediği için birkaç saat kadar bir küçük yerleşim biriminde vakit geçirmeye çalışıyoruz. Vakit geçirmek sizce nedir? Vaktin çok farklı algılandığı bir yerden dünyaya bakınca bu soruya yüklenebilecek anlamlar çoğalıyor kuşkusuz. Baraj için birçok köy sular altında kalacak… Terk edilmiş ya da terk edilmek üzere olan bir yerde yaşıyorsanız, hayatı algılayışınız, bir tüketim nesnesi haline dönüştürülmüş evinizde farklı bir anlam kazanıyor.
Kovboy filmlerindeki derbeder yüzlere benziyor terk edilmiş bu köyün çehresi. Birkaç kişi ile görüşmelerimizden anlıyoruz ki ev sahipleri çoktan kendilerine yeni bir yer bulmuş, kiracılar ise son günlerini bekliyor. Belli ki barajın açılışı, onlar için bir kapanış perdesi olacak. Yıkık dökük duvarların boşluklarında dağılmış pencere camları ile bu yer kendini bir "yerleşim" olarak tanıtamıyor.
Derbeder yüzler...
Bekliyoruz... ama neyi...
Birden kentsel dönüşüm projeleri aklıma geliyor. Kentlerin eski hallerini anımsayan ve hatırlatan cümleler çınlıyor kulaklarımda. İnsan kendi kendine soruyor, "değerli" olanın konsepti ile yola çıkan ve belli bir çizgiyi tutturmaya yönelik hazırlanan geri dönüşüm projelerinde bunca aktörün kendini bir çatışmada bulması hoş bir şey mi? Kaçınılmaza gelmeden bu işler çözülemez miydi? Bu sorulara ve cevaplara olan gereksinimimiz ne yazık ki kentlerimizde barınamıyor, ölünün arkasından ne konuşsan boş. Ancak, sorulmasını gerekli gördüğüm bu sorular hala kurtarılabilecek, yaşatılabilecek yerleşimlerimiz için geçerliliğini koruyor. Sonuçta dönüşümü zaruri kılan bu değişimler yalnızca kentlerde yaşanmıyor! Büyük kentlerimizi düşünen yeterince(!) beyin varken ve bugün üzerinde düşünülen bu problematiklerin geçmişte engellenememiş problemlerden kaynaklandığı biliniyorken… hala neyi bekliyoruz ey kentliler? "Orda bir köy var uzakta" diye şarkılar söylemiyor artık küçükler…
Yeni çehre...
Küçük yerleşimlerden yine bu bölgedeki kentlere gelirsek… Tablo itibariyle sorunların yinelendiğini görüyoruz. Bir şeyler yitirilerek, başka bir şeylerin kazanılmaya çalışıldığı bir dönemi yaşıyor bu bölge. Çoruh'un son kez bu denli debisi yüksek akıyor ve son raftingleri yapılıyor. Doğa sporlarının doğal olanından kaçınılması moda haline geliyor. Gayrimenkul değerleri baraja endekslenmiş bile, arsası olanlar ranttan istifade edebilmek adına sırasını bekliyor. Ve dağların ardına saklanmış, keşfedilmeyi bekleyen, kendi kendine yetmeye çalışan bir kent… Artvin! Yitirilen sporlara yenilerinin eklenmesi için mimarlar çalışıyor, ama bilinmiyor. Aslında tüm girişimlerin doğruluğu da çok sorgulanmıyor. Cumhuriyet Dönemi'nde Artvin'in nüfusu artmayan iki kentten biri olduğu söyleniyor. Unutulan olmak Artvinliler için olağan karşılanıyor. Yani bu bölgede kimileri yok olmayı, kimileri ise var olmayı bekliyor. Ama yok oluşunu da var oluşunu da bir tek yaşayanları izliyor. İçine kapanık bir çocuk yetişiyor… Büyükleri görmüyor…
Orda Biz Vardık Ama…
Korunuyor ama nasıl...
Belirli değerler var bilmediğimiz "oralarda"… Birileri yok etmeden keşfedilmeyi bekleyen… Bilinçli ya da bilinçsiz tarihin ücra bir köşesinde kaybolan nice değerler… Verileri ve resmi kağıtları kenara koyun lütfen, büyüklerinden kalma tarihi yapıları bugün hala ayakta tutan insanlar koruma kurulu kararından gelen bir yazı ile mi bunu yapıyor sizce?
Her ne kadar ben ve dahil olduğum nesil, yerel malzeme düşkünü, ya da "yerel ne varsa o kullanılsın" deyip günümüz teknolojisinin gelişimini göz ardı etme taraftarı olmasak da… Gelecekte bize o "yere özgü"lüğü anlatacak bir takım örneklerin kalmasını herhalde isteriz!
Derslerde anlatılan Karadeniz'deki mimariyi görmek için yorucu bir keşfe çıkmamızın gerekeceği yıllar çok uzakta görünmüyor. Bunun bir iki üst basamağındaki tablo şimdiden net, bunların fark edebilmemiz için daha ne kadar süre gerekiyor acaba?
Maçahel (Camili) için yapılan arıcılık projelerinin sonuçları bu denli yüz güldürücü iken, bizim meslek alanımız da biraz daha duyarlı bir şekilde kent problematiklerine ayırdığı vaktin bir kısmını sözü edilen benzer küçük yerleşimlerimiz için harcasa sizce de iyi olmaz mı? "Yere özgü" özelliklerin dönüşümlerini, taklitlerini, keşiflerini onları kaybettikten sonra yapmanın ne anlamı var? Doğru zaman, şu an…
Katkılarından dolayı Devin Ailesi'ne, BiyoTEMATur'a-Yunus Emre Bıyıklı'ya, Ahmet Aka'ya ve Suat Çelik'e teşekkürlerimi sunuyorum...