Sanat Ne İşe Yarar?

Deniz BAŞAR / 23 Ocak 2014
Yine karşınıza çok iddialı bir konuyla çıkıyorum. Önce başlıktaki soruyu kısaca cevaplayacağım. (İnanmazsınız, böyle janti, felsefi, hayati soruların aslında kısacık ve çok da karmaşık olmayan cevapları vardır)...

"Edebiyatla hayat takım kurup futbol maçı yapsalar, hayat üç çeker edebiyata!"
(Veciz Sözler, Barış Bıçakçı, s. 49)



Evet, sayın okur. Yine karşınıza çok iddialı bir konuyla çıkıyorum. "Vay efendim niye iddialısın?" deseniz, "çok okudum, çok izledim" demek dışında verecek cevabım yok. Bir de başlamadan belirteyim: bu, lök diye göğüs boşluğuma oturan derin bir sıkıntının bana yazdırdığı bir yazıdır. 

Önce başlıktaki soruyu kısaca cevaplayacağım. (İnanmazsınız, böyle janti, felsefi, hayati soruların aslında kısacık ve çok da karmaşık olmayan cevapları vardır.)

1. Efendim, sanat bir deney alanıdır.

2. Bir kavramın ya da nesnenin "deney alanı" olabilmesi için işlevsiz olması gerekir. İşlev çok ciddi bir konudur çünkü, nimetle şaka olmaz.

3.  Yani sanat olmazsa hiçbirimiz ölmeyiz. (Evet, evet sevgili az okumuş solcu arkadaşım, o bira muhabbeti esnasında "açlık"tan bahsederek sanatın gereksizliğinden dem vururken çok haklıydın. En çok sen haklıydın. Öyle böyle haklı değildin ama yani, çok çok haklıydın.)

4. Bu sebepten deneysel tasarımlara kıl olmama rağmen (çünkü tasarımın her zaman işlevi vardır) deneysel sanatı severim. Yani dalga şeklinde bir sandalye kıçımızla uyumsuzsa gerçekten gereksizdir. Ama dalga şeklinde bir sandalyenin resmi beklenmedik şekilde anlamlı olabilir çünkü ona uyumlu dalga şeklinde bir kıç hayal etmemize sebep olabilir ve bunun saçmalığıyla oynamamızı sağlar. Oysa dalga şeklinde sandalye tasarımı bizim kıçımızın yanlış olduğunu ve kıçımızı o dalga şekline ne kadar uydurursak o kadar kurtarabileceğimizi iddia eder. Yani neymiş, işlev yoksa ferah ferah saçmalayabiliyormuşuz. Hazır konu açılmışken belirtelim ki "bu bir pipo değildir".



Anlaştıysak devam ediyorum. Birkaç sıkıntı daha var çünkü. ("Aslında bir konu var") Bu pür işlevsiz alana insan evladı neden ihtiyaç duymuştur? Neden neden neden bu saçma işi ısrarla varoluşunun başından beri sürdürmüştür? Büyüyünce hobi olarak yine yapılacak şeyler için evden kaçıp sirke katılanlarla doludur dünya. Neden?

Ben de hepimiz gibi, buralarda bir yerlerde büyümüş bir insanım. Hepimiz gibi, 15 yaşında Dostoyevski okumaya başlayan çocukların "sınavda çıkmayacak bunlar, git test çöz" diye ellerinden kitaplarının alındığını, 13 yaşında çocukların gitarlarının babaları tarafından kırıldığını biliyorum. Sanatın mutlak ve derin işlevsizliğinde anlaştıysak bir de şu konuda anlaşalım:

1. Bunlar hiçbir sınavda çıkmıyor. Ve çıkmayacak.

2.  Bundan edindiğin bilgiyle para kazanamazsın. İnsan sanattan bir şeyler öğrenir, evet. Mesela ölümden korkmamayı öğrenebilir edebiyattan. Bu böyledir çünkü. Çünkü bazen öğrenmek, dehşetli derecede acı verici, küçük düşürücü ve korkunç olmayabilir. Fakat sanattan bir şeyler öğrense de insan –kokteyllerde geyik yapacak kadar ezber yapmaktan ya da eserlerin piyasa değerlerini bilmekten bahsetmiyorum– bu bilgiyle para kazanamaz.

3. Sanat insanın hayatına çok sıklıkla zannedildiği gibi güzellik katmaz. Güzellik uysaldır, bilinen, tanınan, sevilendir. Brecht'e göre batan geminin duvarına çizilen çiçek resmidir. Sanat güzel değildir. Sanat acı veren bir iletişim arayışıdır, anlatmak için bulduğu yöntemler güzel olabileceği gibi grotesk derecede çirkin de olabilir.

4. Sanatçılar, Türk aile (bu noktada bu sözcüğü "aiyle" diye okuyunuz lütfen) yapısının öngördüğü gibi açlıktan değil, iletişimsizlikten ölür. İçine ısrarla girdiği sanat dalını kendi hapishanesine çeviren pek çok sanatçı olmuştur (böyle sanatçıların her zaman ilk dönem işleri son dönem işlerinden daha iyi dir). O noktada olay iç monologa döner, biraz şizofrenik bir durumdur, böyle arkadaşları pek sevmem, tüccar sanatçıları sevmediğim gibi.



Tiyatro kuramcısı Vsevolod Meyerhold'un idam edilmeden önceki son fotoğrafı.
(Mayerhold, Lenin döneminde devlet tiyatrosu genel koordinatörüyken Stalin rejiminde devlet kaynaklarını boşa harcamakla suçlanır. Mahkemede sanatçının deney yapma hakkını savunan Mayerhold'un önce eşi vurularak öldürür, ardından kendisi idam edilir.)



Burada bir parantez açıp başka bir şeyi açıklayacağım. Bu daha yerel bir konu. Entelektüel cahilliği diye bir durum vardır, rastladınız mı bilmem. Evlerden ırak olması gereken feci bir hastalıktır. Faşizmle uzaktan akraba sayılabilecek tatsız bir karakter bozukluğudur. "Nasıl yani" diyeniniz olursa diye söylüyorum, bu entelektüel cahilliği denen feci durum genelde şu şekilde ortaya çıkar:

1. Kişi her hangi şekilde bir konu üzerine bilgi edinme gereği duyar ya da o konu üzerine bilgi edinmek mecburiyetinde kalır.

2. Kişi bu bilgiyi bir kaynaktan edinir. Bu noktada iki yol vardır. Bu ilk kaynağa inanır ve kişisel putunuz, kişisel tabunuz olarak ebediyete kadar taşırsınız. Bu düz adam cahilliğidir. Düz adam cahilliği entelektüel cahilliğinden, kısa vadede daha tehlikeli, uzun vadede daha tehlikesizdir. Diyelim ki anonim kişimiz bu ilk kaynaktan bilgi edindi. Sonra diyelim ki bu anonim kişimiz bu ilk bilgiyi aldığı çevreden çıktı ve başka bir çevreye girdi.

3. Kişi ikinci bir kaynaktan bilgi edinir.

4. Bu iki bilgi aynı konuya farklı yaklaşmaktadır. Kişimiz artık düz adamlığı aştığı için bu ikinci bilginin eksenine girer.

İşte entelektüel cahilliği tamı tamına bu ikinci durakta başlar. Artık kişimiz için konu apaçık ortadır. Konu dümdüz bir skala içinde incelenip her açıdan anlaşılabilirdir artık. Bu skalanın kapsamadığı hiçbir durum ve veri yoktur, çünkü olması mümkün değildir. Entelektüel cahilliği, bir açıdan düz adam cahilliğinden daha korku verici gelmiştir bana hep, çünkü düz adam konunun kendisini kapsamayan bir dışı olduğunu bilir. Entelektüel cahil ise önce kendi iki uçlu skalasının kapsamadığı her şeyi inkâr eder, zaman geçtikçe de ciddi ciddi konunun kendi tanımladığı (bildiği, hâkim olduğu) alanının dışına hiç taşmadığına (çünkü taşmasının imkansız olduğuna) inanır.

(Sabancı Üniversitesi'nin 6-8 Aralık 2013 tarihlerinde düzenlediği Estetik ve Politika Konferansı'nın son günü, Nurdan Gürbilek'in konuşmasında Gezi Parkı eylemlerini yorumlarken, Türkiye'deki her düşünsel akımın Peyami Safa'nın Fatih-Harbiye romanındaki tramvay duraklarına denk geldiğini ve bu hattan Cumhuriyet tarihinde ilk defa Haziran 2013'te çıkıldığını belirtmesi boşuna çok dokunmamıştı bana. Tramvaylar da hattan çıkmalıdır kimi zaman, Brezilya'ya uğramalıdır mesela…) 

Entelektüel cahilliği üniversitelerde, akademisyenleri de kapsayacak şekilde sık sık nükseden bir hastalıktır. Hatta bu hastalık genelde akademisyenden öğrenciye bulaşır. Tabii bu bulaşma pek çok şekilde olabilir ama benim en sık gözlemlediğim bulaşma şekli, hocanın öğrenciye "sorgulamayı" öğrettiği andır. Bu anı çok severim. Aydın hoca zavallı öğrenciye "sorgulamayı öğreterek" onu karanlıktan çekip çıkarır. Bahsettiğim anonim hoca sorgulamayı şu şekilde öğretir:

1. Yıllardır öğrettiği ya da üzerinde çalıştığı bir konu vardır. Bu konuya dair kendi ideolojik duruşuna göre anlatı yöntemleri ve kavramsallaştırmalarla dopdoludur.

2. Konu üzerine zerre kadar fikri olmayan öğrencilerinden konuyu "sorgulamalarını" ister.

3. Hoca soruları kendisi sorar ve cevapları manipüle eder. Yol üzerinde cebindeki kavramları ve yılların birikimi olan bilgileri teker teker açığa çıkarır (öğrenci hangi bilgilerin ondan bilinçli olarak saklandığını asla bilemez), öğrencilerden "bir de bu açıdan bakmalarını" ister.

Şimdi, "Ne alaka sanattan girdin, entelektüel cahilliğinden çıktın?" diyeceksiniz (Sanat nesnesi ya da sanat olayını anlamaya çalışmadan sanat kuramı ezberlemişlerin, hatta en fecisi bildiği birkaç sosyal bilimler kuramıyla sanat eleştirisi yapanların –ki bu ekol kendini en çok sanat olayı ya da sanat nesnesinden ziyade sanatçının ne dediği üzerinden konuşmasıyla, yazmasıyla belli eder– neden içimi çılgınca sıktığına hiç değinmiyorum bu yazıda).

Diyeceğim o ki, entelektüel cahiller en çok, hiçbir sanat dalına yakınlık hissetmeyen, yakınlık hissettiğini zannetmiş ama ilişkisi işlevsel düzlemden hiç çıkmamış olan insanlar arasından çıkıyor,ya da aşırı kısıtlı gözlemlerim bana bunu söylüyor.

Peki o zaman sanat ne işe yarar? İşte tam da bu acayip eşikte bir işe yarar sanat. Yaradığı iş şudur: her seferinde ısrarla, inatla ve insanı kindar edecek bir sebatla her skalanın bir dışı olduğunu, tramvayların uçabildiğini gösterir. Her seferinde bir dışı vardır mevzunun; bu korkunçtur ama öbür taraftan mevzunun dışı varsa, ötesi de vardır. Bir şeyin ancak ötesi olduğunu sezebilirseniz hayal kurabilirsiniz. Sanat hayal gücünü terbiye eder, terbiye edilmemiş hayal gücü, hele ki yok sayılan hayal gücü insanı illa ki sakatlar. Çünkü, hayal gücü insan dürtüleri arasında en çok cinselliğe benzer; "olmasa da yaşarız". Ama nasıl bir yaşamak olur ki bu? Öbür yandan "her şeyin fazlası zarar"dır; fazla okumak, fazla izlemek, fazla anlamak ve fazla hayal kurmak, sürekli ıslak ya da erekte gezmeye benzer. Ama bunu zaten hepimiz biliyoruz. Düz adamlık müessesesi, hatta entelektüel cahillik kurumsal müessesesi bunun için var.

Değinilmesi gereken son bir yanılgı daha var. O da, "okuyacağına, tiyatroya gideceğine, film izleyeceğine, müzik dinleyeceğine, sergi gezeceğine çık dışarı yaşamaya bak, yaşamı gözlemle" geyik muhabbetiyle ilgili. İşlev üzerinde gözlem yapılması pek mümkün değildir. Ona bakıp anlayabilmemiz için hareketin bir ölçüde yavaşlatılmış ya da durdurulmuş olması gerekir. Yani elimizde sanatın bize verdiği araçlar olmadan hayatı da pek anlamayız. Bu konuda küçük ama belirgin bir örnek verebilirim. Bir tiyatro oyunu düşünün, sahnede birbirine aşık iki kişi var ama henüz açılmamışlar. ("Aşk örgütlenmektir, bir düşünün abiler") Diyelim ki havadan sudan şeylerden konuşuyorlar, muhabbette flörtöz bir durum yok, dokunma çabası da yok. Ama etkileşim çok bariz, seyirci durumu şıp diye anlamış. Nasıl oluyor da oluyor bu peki? Çünkü sahnede iki kişi var, spot onların üzerinde ve biz hepimiz durup onları izliyoruz. Durup onları izlediğimiz için karakterlerimizden birinin elini kolunu nereye koyacağını bilemediğini, öbürünün sürekli elinin terini giysisine sildiğini, ikisinin de duygularını belli etmekten korktukları için birbirine uzun süre bakamadığını görüyoruz. Ve anlıyoruz . Oysa bir kafede yan masamızda otursalar, anlamayacaktık. Hatta o karakterlerden biri karşımızda otursaydı, yine anlamayacaktık.

Yanlış anlaşılma olmasın, ben de düz adamdan hallice bir insanım. Düz adamlık bile iyidir. Yeter ki entelektüel cahil olmayalım.


Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :