Yüksek iç mimar Nurdan Karagünlü, lisans eğitimi sırasında Erasmus değişim programı ile gitme fırsatı bulduğu Hochschule Coburg'a dair izlenimlerini aktarıyor.
Haritada yerini bile bulamadığınız bir yerde hayatınızın en güzel günleri geçebilirsiniz. Yaşadığım deneyim tam olarak bu tanımı kapsıyor. "Eğitim-öğretim" hayatımın belki de en keyifli, en yoğun, en interaktif olduğu dönemi yani…
Almanya'nın Bavyera eyaletinde bulunan, Nurnberg ve Frankfurt şehirlerine yakın, neredeyse kasaba denilebilecek kadar küçük bir şehir Coburg. Deneyimlerime göre Almanya'da ikamet eden birçok insanın dahi varlığını bilmediği, bilenlerin de 1-2 dakikalık bir düşünme payının ardından (şehrin en meşhur temsilcisi olan sigorta şirketi HukCoburg ile bağdaştırarak) hatırlayabildiği türden.
Üç saatlik uçak, hemen ardından Frankfurt'tan üç saatlik karayolu yolculuğu sonrasında tanıştığım ve başlangıçta çok da sevimli bulmadığım Coburg; geniş ormanların arasında genellikle dört mevsim yağmurlu olan ve güneşin kendisini çok da sık göstermediği bir şehir. Güneşli bir günde, bir de o rengarenk, meşhur Samba Festivali'nde olsaydı tanışmamız, belki farklı bir ilk izlenimim olurdu fakat bir Akdeniz insanı olarak, başlangıçta bu şehre sempati duyamamam o kasvetli, gri havadandır. Öte yandan sokakta bir süre yürüdükten sonra kendimi anavatanımdan hiç ayrılmamış gibi hissetmem de nüfusun yaklaşık %30'unun Türk olmasından kaynaklanıyor. Zaten şehir o kadar küçük ki, bir süre sonra siz de yanınızdan gelip geçeni tanır hale geliyorsunuz.
Ehrenburg Sarayı, Veste Coburg Kalesi gibi önemli röper noktalarını içeren birkaç günlük şehir keşfinin ardından, kalabalık ve eğlenceli bir Erasmus grubu ile küçük bir şehirde, okul dışında birçok boş vakitle kalakalmıştık. Avrupa'nın tam ortasında, Çek Cumhuriyeti, Belçika, Avusturya, Hollanda gibi ülkelere çok da uzak mesafede bulunmayan bu şehirde yapılacak en iyi şey, her hafta sonunu ve resmi tatili değerlendirmek, gezmekti. Gittiğimiz dönemin neredeyse 1 aylık kısmını kapsayan yılbaşı tatili, küçük bütçeler ile eğlenceli turlar yaptığımız ve arta kalan zamanda da Coburg Meydanı'nda kurulan Weihnachtsmarkt'ta toplanıp Glühwein eşliğinde vakit geçirdiğimiz keyifli bir Aralık'tı.
Dersleri aldığım Hofbräuhaus Coburg ise, 1852 yılında kurulan eski bir bira fabrikası olup, bir dönem atıl kaldıktan sonra restore edilerek yeniden işlevlendirilen, Fachhochschule Coburg'a bağlı bir tasarım okuluydu. Workshopların, atölyelerde birebir ölçekteki model yapım deneyimlerinin ve 5 gece süren gerçek bir aydınlatma proje uygulamasının kattığı mesleki pratiğin yanı sıra, düşünülenin üzerinde bir not ortalamasıyla geriye dönmenin zevki muhteşemdi doğrusu.
Tüm bunların dışında ise Coburg'un güzel mekanlarında eğlendik (favoriler: Highlander, Wooloo Mooloo, Sonderbar), şarkılar söyledik, daracık yurt odalarına her milletten insanın sığabildiği partiler yaptık ve uzun yıllardır devam eden dostluklar kurduk…
Yani kısacası, iyi ki gittim ve tam olarak Mary Hopkin'in kelimeleri ile;
Those were the days my friend
We thought they’d never end
We’d sing and dance forever and a day
We’d live the life we choose
We’d fight and never lose
For we were young and sure to have our way.
La la la la…
Those were the days, oh yes those were the days….