Mimar ve restoratör Zakarya Mildanoğlu, Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü'nde, Küyerel Düşünce Platformu'nun düzenlediği toplantıda Akhtamar Surp Harç Kilisesi 'nin restorasyon sürecini slaytlar ve detaylı bir anlatımla izleyicilerle paylaştı.
Van Gölü havzasında konumlanan, 915 yılına tarihlenen ve Ermeni Kralı Gagik Ardzruni tarafından yaptırılan Surp Haç Kilisesi, Akhtamar adası üzerinde bulunuyor. İnşaasından bu yana pek çok ek yapılan ve hiç restorasyon geçirmeyen Akhtamar Surp haç Kilisesi'ni neredeyse bir harabe olarak bulan Mildanoğlu ve ekibi, kısaca ‘eklemeden tamamlamak ' olarak adlandırdıkları restorasyon prensibiyle ele aldıkları kilisenin yenilenme sürecini karşılaştırmalı olarak ortaya koydu.
Patriğin istediği üzerine atandığı restorasyon işleri sırasında pek çok eleştiriyle karşılaşan Mildanoğlu, tüm açıklığıyla anlattığı sürecin araştırma safhasından bahsederek sunumuna başladı. Kilisenin restorasyonunu gerçekleştirmeden önce, herhangi bir yapıda olması gerektiği gibi, binanın tarihini, coğrafyasını, tipolojisini iyi kavramak gerektiğini vurgulayan Mildanoğlu, Van Gölü havzası, Van şehri ve kilise tarihini araştırdıklarını belirtti. Ermeni tarihi için önemli bir merkez olan Surp Haç Kilisesi'nin, 915 yılı ndan başlayarak 6 yıllık bir inşaat süreci geçirdiğini anlattı. Dergilerden ve misyonerlik yayınlarından kısıtlı da olsa belli bir miktar bilgiye ve görsele ulaşan ekip, Surp Haç Kilisesi'nde işe koyulmadan önce benzer tarihe ait benzer yapıları da incelemiş.
Kilisenin duvar yazılarının restorasyonu öncesinde, bu yazıları anlamak için Ermeni el yazmaları incelenirken, aslen krallık sarayına ait olan kilisenin restorasyonu, bölgenin özel bir tür minyatür merkezi olduğu bilgisiyle projelendirilmiş.
Selçukluların gelişiyle ortak bir yaşama sahne olan Surp Haç'ın, Abbasi ve Emevilerle, Gürcüler, Azeriler ve Arap Emirlikleriyle yoğun ilişkilerin olduğu bir döneme tanıklık ettiğinin unutulmaması gerektiği belirtilirken, yapının yalnızca Ermeniler için değil, ortak tarih için taşıdığı önemin altı çizildi.
Sözlerine "Umarım Akhtamar Kilisesi, tarihi hatırlatma vazifesini yerine getirmek üzere daha uzun süre ayakta kalır" diyerek başlayan Mildanoğlu, slayt gösterimine restorasyon öncesi fotoğraflarla başladı. Çatılar, cepheler ve zeminde karşılarına çıkan sorunların nasıl üstesinden gelmeye çalıştıklarını anlatan Mildanoğlu, minimum müdahale – maksimum saygı prensibini gözettiklerini vurguladı.
Haç ve kaidesi düşen, su alan ve hemen her yerini ot bürümüş olan kilise çatısı, restorasyon takımı geldiğinde, yer yer göçmüş ve kırılmış olarak bulunmuş. Çatı onarıldıktan sonra, kaymış ve kırılmış olan taş kiremitlerin yerine, özgün malzemeden fakat daha farklı tondaki bir renkten kiremitler konularak çatı tamamlanmış. Geçen yıllar boyunca, sürekli hidrasyona uğrayan Van Gölü'nin yaratığı yüksek nemle sert yüzey özelliğini yitiren cephedeki taşlarda kumlaşma, tozlaşma gözlemlenmiş. Binlerce kurşun deliğinin yüksek tarhribata uğrattığı cephelerde, defineciler tarafından kimi blok taşların sökülmüş olduğu farkedilmiş. Boşalan ve bağlayıcılığını kaybeden derz dolgusunun özel karışımlarla tamamlandığı cephe restorasyonunda en riskli adımı ise, kurşun deliklerinin kapatılması oluşturmuş. Hidrolik kireç, yıkanmış dere kumu ve orijinal taş tozu ndan oluşturulan bir karışımla doldurulan bu deliklerin, restore edildiğinin anlaşılması için orijinal cephe renginden ayrışması konusunda özellikle titizlik gösterilmiş. Surp Haç'ın özgün yapısı içinde bu müdahalelerin, profesyonel olmayan bir göz tarafından bile algılanabilmesi içim, delikler doldurulurken hem yüzey değil, iç bükey olarak onarılmış.
Heyecana kapılıp yapıyı tamamlamaya çalışmadıklarını, tehlikeli güzelleştirme faaliyetlerine girişilmediğini dile getiren Mildanoğlu, zemin kaplamalarında da aynı hassasiyetin gösterildiğini kanıtladı. Neredeyse sağlam taşın kalmadığı ve tamamen molozla doldurulmuş olan iç mekandan, öncelikle molozların çıkarıldığını, sonrasında da yetişmiş otların temizlendiğini anlatan Mildanoğlu, restorasyonun kesin ve formülize edilmiş bir ‘doğru'sunun olmadığı, her yeni çalışmanın ortaya koyduğu özgün durum ve çözümlerle bir keşif olduğunu bilinciyle, tüm samimiyetini ortaya koyuyor. "Bu noktada gerçekten kötü bir iş çıkardık" diyerek, süreci yalnızca şeffaf değil aynı zamanda içten bir şekilde değerlendiriyor ve ekliyor: "Fakat çimento kullandığımız iddiası tamamen yalandır ."
Özel kimyasallarla otların zehirlendiği ve öldükten sonra temizlendiği zemin hazırlıklarından sonra, iç mekandaki kaplama taşları yerleştiren ekip, burada da ‘maksimum saygı' prensibini yineliyor. Rengi dikkat çekecek miktarda farklı seçilen taşlar, özgün ve eski zemin taşlarına, orijinal derz aralığından daha geniş bir aralıkla yerleştiriliyor, belli bir mesafe uzakta duruyor .
Cephelerdeki bezemeleri, tüm restorasyonun ana prensibine uyumlu bir şekilde, tamamlamaya asla girişmediklerini anlatan Mildanoğlu, eski ve yeni fotoğraflarla bunu ortaya koyuyor. 9 bar basınçlı suyla, cephenin ve figürlerin yalnızca yıkandığı anlatılırken, kum veya kimyasal çözeltilerin uygulanmadığı ekleniyor. İç cephedeki resimler konusunda ise hummalı bir çalışmaya girişen restoratörler, yer yer silinmiş, yumurtadan duman isine, yüzlerce farklı maddeyle yıllar içinde kirlenmiş ve lekenmiş boyamaları kurtarmak için uğraşmışlar. Yaptıkları denemeler sonucunda, renkleri en iyi ortaya çıkaran ve boyamalar ile cepheye zarar vermeyen karşımın bulunmasıyla, iç cephe resimlerinin onarımına girişilmiş. Ancal ‘çok bariz' – yüz tasvirlerindeki kalın kaşları tamamlamak gibi - olarak nitelendirdikleri noktasal düzeltmeler ve eklemeler yapan restorasyon ekibi adına konuşan Mildanoğlu, "Mümkün olan her şeyi korumak zorundasınız. ‘Bunun rengi güzel, gözüme hoş görünüyor' diye kafanıza eseni yapamazsınız " diyor.
Venedik Tüzüğü'nde oldukça kısa bir şekilde açıklanan restorasyon prensiplerinden ödün vermediklerini belirten Mildanoğlu, Ermenistan'da taş ustalarına orjinaline uygun olarak yaptırdıkları haç kaidesinin hikayesinden sonra, ‘meslektaşlarım beni anlayacaklardır' diyerek sitemini gizlemiyor. Çünkü kaide, izin alınamadığı için haçsız kalıyor. Restorasyon, yeni doğrama ve camların yerleştirilmesiyle sonlanıyor sonlanmasına, ama Mildanoğlu, her yapının en önemli ve vazgeçilmez noktası olarak nitelendirdiği ‘bitiş'inin yokluğunda, restorasyonun hep yarım kaldığını hissettiğini belirtiyor.
Akhtamar Surp Haç Kilisesi'nin restorasyon sürecinin doğruları ve yanlışlarını tartışmak, elbette işin ehli mimarlara düşüyor. Sıkıca ve belki acımasızca eleştirecek yanları var mıdır, bilinmez; fakat biz gözlemciler, en azından ‘oldu bitti'ye getirilmeyen, her adımı ve her kararı paylaşılan, nedenlendirilen ve eleştiriye sunulmasının ötesinde uygulamacıları tarafından öz-eleştiriye tabi tutulan restorasyon süreçlerinin değerini farkediyoruz.