Mimarın Kalemi 2022: Eren Tümer - Yol

Berhan Abay / 17 Haziran 2022
Yaşam ile ölüm arasında bir yürüyüşün eskizi... Eren Tümer ile ikinci kitabı Yol'u konuştuk.

Eren Tümer Mimarlık Ofisi (ETMO) Kurucusu Eren Tümer ile ilk kitabı Kayıp üzerine yaptığımız söyleşi sonrasında bu sene, ikinci kitabı Yol ile kendisini Mimarın Kalemi'nde konuk ediyoruz.

“yaşamın tümü bir rüya yürüyüşüdür,
ölümün tümü eve gidiştir...”

"Yol'un girişi merak uyandırıcı olmak yerine içeride olup biteni özetlemeliydi. "Tüm hikâyeyi bir cümle ile özetleyecek olsam ne derdim?"i arayıp durdum. O da bu cümle oldu. Malum, insanın yaşam boyunca, bu dünya ve başka dünyalar arasında bir bağ kurma ihtiyacı ve merakı olmuştur. Öteki dünya var mı? Varsa nasıl bir yer? Oraya nasıl gidilir? İlla ölmek mi gerek? Gidip de gelen olmuş mu? Cennet mi cehennem mi? Ya da burası orası da, orada ölenler buraya mı gönderiliyor? Vs. vs.

Bence orası ev. Tüm yaşam da o evi arayan bir yürüyüş. Emeklemeyle başlayıp ayaklanılan, düşülen, kalkılan, koşturulan, sürüklenilen bir yürüyüş. Ölümü hafifletmek için, böyle düşünmek, yaşanılan her şeyin de bu yürüyüşün bir parçası olduğuna inanabilmek -zor da olsa- gerek sanırım. Yoksa öleni anlamak ve gidişini kabullenmek zorlaşıyor."

ile başlıyor Eren Tümer, ikinci kitabı Yol'da, ölümün coğrafyasında yaptığımız gezintiye...

“Şehir” isimli bölümle başlıyor kitap. Sonrasında bir “Oda”, ardından insan geliyor; “Zihin”. Ne anlamalıyız bu dıştan içe geçiş ya da kitaptaki karakterin hesaplaşmasının seyrinde?

Mimarlık okulu yıllarımda çok sevdiğim bir hocam vardı, Bozok Özerdim. Geçtiğimiz yıllarda vefat etti. Hep şöyle anlatırdı bize mimarlık eylemini; "Mimari tasarım genelden başlayıp özele inmelidir." Aslında bu Şehir ile başlayıp zihine kadar inme fikri bu prensibe dayanıyor. Çünkü zihin de öyle çalışıyor sanırım. Genel olanı (yani dünya-ülke-toplum-insan) anlamaya çalışıyor sürekli. "Dünya neden böyle? Bu ülke neden böyle? Bu toplum neden böyle vs...." sorularına yanıt arıyor sürekli. Sonra zorluklarla başa çıkmak gerekiyor, mutlulukla karşılaşılıyor, kayıplarla yüzleşiliyor ve bütün bu veriler en öznel yerde depolanıyor; o da zihin. O halde bu hikâyeye konu olan "keder" nerede başlamalı ve nereye varmalı (tıpkı yolun kendisi gibi); ona bakınca aslında her şeyin başladığı yer olan şehirde başlıyor ve her şeyin bittiği yer olan zihinde bitiyor.

Zihin: Bir zihin ne kadar karmaşık ve kederli olabilir ve bu görülebilir olsa nasıl olurdu? Bir de bu durum bir aynadan yansıyor. Ayna ayna söyle bana benimkinden daha kederli bir zihin var mı dünyada? O nedenle dikdörtgenimsi bir zihin (zihnin de bir biçimi oldu), o nedenle omurilik bağı da uzanıyor boşluğa.

Sanırım kitabın tümünü -dilinden eskizlere- tek kelimeyle tanımlasam, bu "yalın" olur. Yalın, basit ama etkili. Bir de resim yapar gibi anlattığınız bölümler dikkat çekiyor. Oda'dan bir cümleyi paylaşabilirim: Yoksa yıllar önce edilmiş tüm laflar, çevresini saran her bir eşyaya, her bir nesneye sinip orada kalmış ya da gizlenmişti de yerinden oynattığı her anıyla bir olup kendi sessizliklerinden sökün mü ediyorlardı?

Söylenen tüm sözler atmosferde asılı kalmış olsalar ve sadece bir anlığına görünür olsalar gökyüzünün hâlini hayal edebiliyor musunuz? İnanılmaz değil mi? Bir evin içinde, bir odada, bir yemeğin veya güzel bir parfümün kokusu nasıl siniyorsa perdelere, koltuklara, yataklara, sözcükler neden sinmesin ki?

Mimarlık ve yazma tekniğini birleştirdiğinizi belirttiniz. Farklı çalışma alanlarınızda, aynı dil ve teknikle, aynı şeyi söylemeniz ile ilgili neler düşünürsünüz?

Aslında yaptığım şeyleri birbirinden pek ayırmıyorum. Farklı işler gibi görünseler de bana göre aynı şeyleri söylemeleri gerekiyor çünkü benim içinde bulunduğum topluma, ülkeye ve dünyaya karşı sadece bir görüşüm var. Onu anlatmanın yolu bazen mimarlık bazen müzik bazen de edebiyat oluyor. Fakat dediğiniz gibi aslında aynı şeyi söylüyorum. Söylemeye çalışıyorum, demek daha doğru olacak.

Artık duyumsadığı tek şey "şimdi"nin ağırlığıydı. Olmak üzere ya da olmuş olan, insanı geçmişinden koparan ve gelecekte bir anın ötesine bırakacak olan "şimdi"nin, insanın içinde ya da dışında var olan "şimdi"nin, sonsuzlaşan ve hemen ardından zamanla bir olup akan ve taşan ve sonra kendi varoluşuyla inatlaşırcasına yitip giden "şimdi"nin, hissizleştirecek kadar yok fakat elle tutulabilecek kadar da var olan "şimdi"nin, bir şeylerin ötesine berisine gizlenen, yok sayılan, körelten ve unutturan "şimdi"nin, herhangi bir bedende biçim kazanıp gözle görünür olabilen "şimdi"nin ve zamanı gelince zamanın içinde kayboluveren o tuhaf duygunun tarifsiz ağırlığıydı.

Kitabın kahramanının içindeki seslerden biri; her kâbustan aydınlığa çıkaran birinin varlığını benimserken, diğeri insana karanlıkta kimsenin yardım edemeyeceğini vurguluyor. Bir kişi, bu iki uç düşünceyi içinde barındırabilir mi?

İçinde çok fazla ses var insanın. Meleği, şeytanı, inananı, inanmayanı, bileni, bilmeyeni, optimisti, pesimisti, delisi, akıllısı... Zaman ve onun yaşattıklarına göre bazıları öne çıkar, olan biteni onun gözüyle görür, onun ruhuyla hissederiz. Yani bir gün birinin onu bir kâbusun ortasından çıkarabileceğine inanan umutlu olanın zamanıdır, öteki gün de kimsenin rahatlatamayacağını söyleyen karamsar olanın zamanıdır. Bence herkes böyledir. Dolayısıyla değil iki onlarca düşünceyi içinde barındırabilir.

Kitabın şarkılarından.

Başlarda, bir yere ait olma hissinin zorluğundan bahsederken, sonlara doğru bir yere ait olma ihtiyacına şahit oluyoruz. Bu his, kimileri için neden bu kadar zor?

Bir yere ait olmama hissi genlerimizde yok mu? Binlerce yıl önceki özgürlüğün mirası? Kimilerinde daha yoğun var bu duygu belki de. Bazıları ise daha kolay adapte olabiliyor bulunduğu koşullara. Gerçek özgürlük bana göre tamamen yalnızlığı gerektirir. İnsan başka insanlar ile birlikte olduğu müddetçe -en özgür olduğunu savunan topluluklar içerisinde dahi- asla özgür olamayacak. Dolayısıyla birine veya bir yere ait olamamak da bu "gerçek özgürlüğün" yansıması olabilir mi?

Evet sonra karşımıza bu soru çıkıyor işte; ait olmak ister mi insan? Bana sorarsanız, istemez derim. Kimi de bundan hoşnutluk duyabilir. Bilemiyorum karışık ve bence çok da muğlak.

Son olarak, "Onu bozguna uğratmış olmaktan keyif duyan bir varlığın gücü" ile kitabın başlangıcı "Ölümün tümü eve gidiştir"i birbirleri ile bağdaştıramadım.

Evet haklısınız, bozguna uğratmak ve bundan keyif duymak ölümün tümü eve gidiştir fikri ile biraz ters gibi görünüyor ilk anda. Fakat bu uzun bir yol, bir yerde başlayıp eve gitmek (o nasıl bir evse artık hiçbirimiz bilmiyoruz) ile sonlanıyor. Bu sırada da kimi zaman iyi, kimi zaman kötü şeyler geliyor insanın başına. Umulan bir biçimde gerçekleşmediğinde de bu yolculuk, planların işe yaramadığı, hayallerin de gerçekleşme ihtimâlinin artık kalmadığı bir biçimde gerçekleşiyor. Onun eve gidişi bir sonuç, varlık ise (yaşananların tamamını temsilen) bir sebep. Evde ne olacak kimse bilmiyor, bireysel olarak hepimiz öğreneceğiz fakat anlatacak kimsemiz olmayacak (sanırım).

 

Yol; hayattaki son an gibi... Ama hayatın tümü. Hayal ile gerçek iç içe, gündüz ile gece, yer ile gök... Ölümün eşiğinde ama açlıktan öleceğinden endişeli, sona çok yakın ama bir silahla tehlikelere karşı kendini savunma iç güdüsünde. Ölüyor ama.... Hâlâ, ümit. Yaşam ile ölümün kovalamacasında...

Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gölgesine sarılıyorum.
Cemal Süreya

 

*Kitaptaki eskizler Eren Tümer'e aittir.


İlişkili Haberler
Etiketler
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :