Bu ay Mimarın Kalemi'nde, NSMH Kurucusu Nevzat Sayın ile Cengiz Bektaş'ın Kuzguncuk isimli kitabı üzerinden yaptığımız söyleşiye, Gönül Bektaş ve Cengiz Bektaş'ın şiirleri de eşlik ediyor. İyi ki doğdunuz Cengiz Bektaş.
Kaleminden çizim değil kelimelerin sayfalara yansıdığı mimarların konuk olduğu Mimarın Kalemi söyleşi serisi, NSMH Kurucusu Mimar Nevzat Sayın ve Cengiz Bektaş'ın eşi Mimar Gönül Bektaş ile devam ediyor.
Bir Boğaziçi köyünde komşuyuz biz; mimarizm, Cengiz Bektaş, Gönül Bektaş ve Nevzat Sayın… Cengiz Bektaş, Kuzguncuk isimli kitabında; duyanlar için, duymak isteyenler için, insan olmayı öğrenmek isteyenler için, Kuzguncuk'un havasında kardeşlik kokusunun kaldığını söyler. Biz de bu kokuyu alanlardanız.
Nevzat Sayın ile, Kuzguncuk kitabı üzerinden Cengiz Bektaş'ın Kuzguncuk'u ve şiirleri, konu şiir olunca biraz da Akdenizli Ozanlar'a değinerek yaptığımız söyleşiye, sevgili Gönül Bektaş'ın kalemi de eşlik ediyor. Cengiz Bektaş'ın 87. yaşını kutluyoruz.
Cengiz Bektaş, kendisinin Kuzguncuk öyküsünü anlattığı bölümde, “Kişi, her şeyden önce coğrafyasını seçmeyi bilmeli” değil mi? diye soruyor. Siz de, Kuzguncuk’a bir kez geldikten sonra ayrılmamışsınız. Kuzguncuk hakkında, Kuzguncukluluk bilinci çerçevesinde, neler söyleyerek başlamak istersiniz?
“İnsan yaşadığı yere benzer” denir. Ben de buraya benzemek isterim, diye düşünerek, Bektaş’ı izleyerek geldiğim Kuzguncuk’tan ayrılmadım. Başka semtlere kısa süreli kaçışlarım olduysa da sonunda yine buraya döndüm. 1955’in 6-7 Eylül’üne kadar Rum, Ermeni ve Yahudi nüfusunu koruyan Kuzguncuk artık bu niteliği taşımıyor olsa da bu niteliğin anılarını taşıyor olmalı ki bizi kendine çekebiliyor.
Kubbeleri birbirine karışan Ermeni kilisesi ile cami insanlara bir arada yaşamayı anlatmıyor mu?
İnsan yaşadığı yere mi benzer yoksa kendine benzeyen yerde mi yaşar? sorumun cevabını almış oldum. Hatta, kitaptaki “Gerçek Kuzguncuk” bölümünde (1991 senesine ait, eski Kuzguncukluların Kuzguncuk'u anlattığı); Victoria Teyze'nin, “İnsan şu akan boğazı görür de coşkusuz olabilir mi?” cümlesi de bu düşünceyi ne güzel destekliyor.
Bu bağlamda, Cengiz Bektaş ve Kuzguncuk’un birbirlerine çok yakıştıklarını söyleyebilirim, birbirlerine benzediklerini. İkisi de; çok zorlamadan, nasıllarsa öyle... İkisi için de; insan sıcaklığı, paylaşım ve insanın çevresine karşı duyarlılığı önemli. Bir yerli olmak, bir yere ait olmak sizin için ne ifade ediyor?
Bir yere ait olmamayı marifet sayarak büyüdüm. Modern bir solcu olarak, ilk gençlik yıllarımda evrensel olmayı böyle algılıyordum. Böyle algılıyordum ama Ege’deki Antikite izlerini görmeyi, öğrenmeyi ve anlamayı da bırakmıyordum. Siyasi bilinçlenmem beni gelecekle ilgili kılarken, içinde yaşadığım coğrafya geriye doğru bakmamı sağlıyordu. Gündelik hayatımda yersiz yurtsuzluk varken, düşünsel hayatımda aidiyet önemli bir meseleydi. Benim için gündelik olanla düşünsel olanın birbirini destekleyerek içiçe geçtiği yer Kuzguncuk oldu.
Kuzguncuk'un deniz üstü oturma odası... Sandal çekeği... Sağda ünlü İsmet Baba Meyhanesi.
Masal gibi anlatmış Cengiz Bektaş, Kuzguncuk'un tarihini. Boğaziçi’nin isminin nereden geldiği ile başlamış, Hera’nın sineğinden kaçan İo’nun, Asya’dan Avrupa’ya, Kuzguncuk’a atladığına değinmiş...
“Suların ve kıtaların birbirleriyle tokalaşmaları öyle adım başı karşılaşılan bir şey mi?” diyor. Sizin de paylaşımlarınızda antik kentler ön plana çıkıyor. Buradaki ilham kaynağınız nedir?
İleriye doğru yaşasak bile geriye doğru bakarak anlıyoruz olan biteni. Tarih ve coğrafya da anlamamızın önemli kaynakları. Tarih kimin yazdığına bağlı olarak değişiyor ama coğrafya nesnel bir gerçeklik olarak öylece duruyor. Dikkatle baktığımızda fiziki coğrafyanın yanı sıra beşeri coğrafyayı da görebiliyoruz. Ege coğrafyası büyüleyici bir yer. Bütün Akdeniz böyle ama özellikle Ege daha da sarıp sarmalayan bir yer.
Antikite, bize dayatılan Türk-İslam sentezinin antitezi olarak çok çekiciydi. Sol düşüncenin verdiği düşünsel erişkinlikle ne milliyetçiydim ne de ümmetçi. Kendime aradığım yolu antikitede bulabiliyordum. İyonya’nın kent devletlerini öğrenip anladıkça gördüğüm antik kentler de başka türlü görünmeye başlamıştı. Bugün hâlâ sürüyor bu öğrenme kaynağım.
Kuzguncuk'un kamu yapıları, mezarlıkları da yer bulmuş kitapta, fotoğraflarıyla tabii. Ve evler, küçük plan çizimleriyle. “Türkiye’nin en ünlü, en iyi ud yapımcısı Onnik Usta da Kuzguncuk’ta oturmuş, benim şimdi oturduğum evde…. Balyan ailesinden iki ünlü mimar da burada oturmuşlar.” Kuzguncuk’taki evinin hikâyesine yer vermiş, sokaktaki diğer evlerden de bahsederek. Sizin gözünüzden, Cengiz Bektaş evini dinleyebilir miyiz?
Üryanizade Sokak’ta küçük bir ev satın alıp, restorasyonunu yapıp, orada oturmuştu. Kuzguncuk’taki en küçük ev olabilir bu ev. Çok güzel toparlamış ve kendine uygun bir yaşama mekânına dönüştürmüştü. Yıllar sonra bu evin sırasında ve 4 kapı sonra başka bir ev aldı ve oraya yerleşti. Bu iki evin arasındaki bir binayı da satın alıp, ofisi buraya taşımıştı. Sonra evinin yanındaki eski marangozhaneyi alıp, ofisini buraya taşıdı.
Aynı sokağın, aynı sırasındaki dört yapı arasında epeyce renkli hikâyeler vardır. Kuzguncuk’taki ilk ofis ise Bereketli Sokak'taydı. Ev ve ofisleri her zaman keyifli, güzel, sıradışı mekânlar oldu.
"Çevresini kendi sorumluluk alanı olarak görmek, aydın, hele sanatçı olabilmenin belki de ilk aşamalarından biridir." demiş Cengiz Hoca. Bu çerçevede sizden de bir tanım rica etsek?
Hep güzel evlerde oturdum, hep güzel ofislerde çalıştım. Mekân, hep çok önemli oldu. Ama evimin ve ofisimin nerede olduğu da en az kendileri kadar önemli oldu. Nasıl bir sokağa çıktığım, kaç kişiye merhaba dediğim, kimlerle ayaküstü konuştuğum, hâl hatır sorduğum hep çok önemli oldu ve ben bunu Kuzguncuk’ta öğrendim. Tabii ki Bektaş gibi bir ustayla yetişince öğrenmem de kolay oldu. Burayı sorumluluk alanımız olarak gördük, görüyoruz. Şimdi kalabalık arttıkça sorumluluklarımız da artıyor ama yetkimiz de azalıyor..! Buna rağmen burada olmaktan memnunum.
Kitaptaki bir diğer bölümde, çocuklarla birlikte yapılan etkinliklere -sokakta karagöz-kuklalar, basketbol alanı, duvarları resimlemek, Yaldızlı Bahçe çocuk parkı...-yer vermiş. Bereketli Sokak’ın Tiyatrosu’nda şöyle diyor; “1988 Mayısıydı. Sonunda düşüm gerçek oldu. Nevzat Sayın’ın bir yerden sağladığı ahşapla bir günde Bereketli Sokak’taki tiyatromuzun sahnesini çakıverdik.” Siz biraz anlatır mısınız o dönemi?
Bektaş harika bir ‘sokak çocuğu’ydu. Ve hep öyle kaldı. Başkalarıyla olmanın, paylaşmanın, ötekini anlamanın yeriydi sokak. Bu yüzden sokağı etkin kamusal alan olarak görür ve sokağın etkinliğini arttırmak için elinden geleni yapardı.
“Bereketli Sokak Tiyatrosu” da bu çabalarından biriydi. Rampa bir sokaktı ve merdivenleşerek bitiyordu. Merdivenleri oturma yeri olarak kullanabilir ve merdivenlerin önüne bir sahne yerleştirebilirsek iyi bir sokak tiyatrosu olabilirdi. Üstelik bütün bunlar oyun yazarı ve dramaturg olan Güngör Dilmen’in evinin önünde olacaktı. O sıralarda iş yaptığımız Orem firmasından sağlamıştık ahşapları ve gerçekten de bir günde tiyatromuz olmuştu. Harika oyunlar izlemiştik. Ama anlamadığımız bir nedenle belediye ahşap sahneyi yıkınca tiyatro konusu da bitmiş oldu...
İyiyi, güzeli savunmak ne zor bizim buralarda. Yine Kuzguncuk'ta restore ettiği Nuri Zehra Güzel Çarşısı için: “sahibi yıktırıp, yerine apartman yaptırmak istemiş.” diyor. Farklı olaylarda da bu şekilde, olumsuz sonuçlanmalar yaşanmış, ne yazık ki. Bitmeyen umudunun, bitmeyen heyecanının kaynağı neydi size göre?
Bektaş için (de) geçerli olan cümle; bir rastlantıyla var olduğumuz hayatı anlamlı kılabilmek için elinden geleni ardına koymamak olmalı. Üstelik bu anlamı başkalarıyla da paylaşarak, iyice büyütmek ve yaymak da cabası.
Bugün Kuzguncuk İstanbul’un en sıradışı semtlerinden biriyse bunda Bektaş’ın payı çoktur. Biz de becerebildiğimiz ölçüde bunu sürdürüyoruz ama kabul etmek gerekir ki bu konuyu onun kadar tutkuyla isteyen ve bu konuda elinden geleni ardına koymayan biri olmak kolay değil…
Rastlantı demişken, bununla ilgili kitaptan bir cümle: ”Rastlantı bu ya…Hemen evimin yanındaki eski evin alt katı bir marangoz işliğiydi… Boş duruyordu.” Sonrasında burayı alıp, çocuk kütüphanesi yapmasını anlatmış.
Bu mekân kütüphane olarak kullanıldı. Okumayı önemser ve okunsun isterdi. Çocuklarla arası hep iyi oldu. Kitabı ve çocuğu bir çocuk kütüphanesinde birleştirdiğinde çok mutlu olmuştu. Bu mekânın arka taraftaki küçük bir bölümü ofisken, ön taraftaki büyük bölümü kütüphaneydi. Ofisi kapatmaya ve burayı satmaya karar verdiğinde, kitapları yine çocuk kütüphanelerine göndermişti.
Cengiz Bektaş, her yaptığıyla, her kaleme aldığıyla, tüm yaşamıyla hatta, aynı şeyi söylüyor. Şiirleri de buna güzel örnek oluyor. Son olarak, en sevdiğim şiirlerinden biri; "Dört Kişiydiler Bir de Ben" oldu:
Dört Kişiydiler
/İtalyan Portekizli İspanyol Yunanlı
bir de ben
Yabancıydık
Yağmur yağıyordu – Mayıs 1974
…
Dört damlaydılar bir de ben
Yabancıydık
Buluşmuştuk körfezler gibi Akdeniz çekiminde
…
“Dört akarsuydular” ve “Dört çıplak dağdılar” diye devam ediyor… "Dört tapınaktılar"… "Dört ozandılar"… (Mor Bütün Şiirler, 1998, Dört Kişiydiler Bir de Ben*)
Sizin en sevdiğiniz şiiri hangisidir?
Ben de “Dört kişiydiler bir de ben” i çok severim ama “Mimar Hayrettin” şiiri de çok iyidir.
Mimar Hayrettin
Sultan İkinci Beyazıd Edirne'de
mimarına buyurdu (1484).
Mimar Hayrettin'e...
Bir yapı yapılacak
içinde karasevdalılar
müzikle
su sesiyle
çiçekle
iyileştirileceklerdi.
SORU
Derinden düze taşıp gelen su
Varıp çiçeklere yatak olan su
Bilir mi karasevdayı
Bir yansıma bir gölge bir de kendi
Bıçak gibi
Saplanan sulara gövdesi
Yaprakları dağılıp giden ağaç
Bilir mi karasevdayı
Yeşile maviye karşı
Yağmura güneşe kara bulutlara kara
Göğe karşı
Küçücük
akçiçek
Bilir mi karasevdayı...
Mor Bütün Şiirler (1998), Yer Deli Gök Deli**
Nevzat Sayın, söyleşimizi, Bektaş’ın en önemli özelliğinin aktarmak olduğunu, bildiği her şeyi aktarmak istediğini, bunun sanki bilginin kaybolmasına inat bir ısrar olduğunu belirterek noktalarken,
Cengiz Bektaş ise Akdenizli Ozanlar Toplantıları’ndan şu cümleleriyle bitiriyor:
“İlle bir sonuca bağlamam gerekirse, gerçek demokratik katılımın sağlanabilmesi, birçok şeyi çözecektir diyeceğim.
Çevrenin oluşmasına (kararlara, denetimine) katılma düzeyine gelen bireylerin oluşturacağı toplam, bir gün bütün çirkinliklerin arasındaki güzellikleri çıkarır ortaya…
Giderek yeni bir sentez oluşturur. Hep böyle olmuş Anadolu’da..
Yeter ki biz, çirkinliklerin içinde boğulup gitmemeyi bilelim; Yeter ki güzelliklere sahip çıkma bilincimizi eyleme de dönüştürebilelim.
Kültürel, Güzelduyusal Kirlenme, Bergama 1. Akdenizli Ozanlar Toplantısı 1993 Bildirisi-Cengiz Bektaş- Akdenizli Ozanlar (1999)
* Çizimler ve fotoğraflar Cengiz Bektaş'a aittir. Tümü, Kuzguncuk kitabından alınmıştır.