Nesneler, mekânlar ve insanlar arasındaki ilişkiyi, kendine özgü bakış açısıyla yeniden yorumlayan Merih Akoğul, Türkiye’nin farklı köşelerinde tanık olduğu görüntüleri, siyah beyaz fotoğraflar üzerinden bir kez daha birleştiriyor.
"Merhaba Sanki". İstanbul Fotoğraf Vakfı'nın görevlilerinden biri böyle karşılıyor Merih Akoğul'u vakfın kapısında. Ondört yaşından beri fotoğraf çeken, fotoğrafla yaşayan, fotoğraf öğreten Merih Akoğul, otuz yıllık sanat yaşamı boyunca çektiği 20 bin fotoğraftan derlediği 35 fotoğrafla, hayata bakışını "Sanki" sergisinde gözler önüne seriyor.
Akoğul'un " 2000'li yıllarda, Türkiye'nin ekonomik, politik ve kültürel olarak kılık değiştirdiği zamanlarda bazı değişen ve değişmeyen şeyleri yansıtıyor" dediği fotoğrafların geneline bakıldığında çocuk ve hayvan fotoğrafları sayı olarak dikkat çekiyor. " İkisine de müdahele edilemediği için onları yakalamayı, yakalamaya çalışmayı seviyorum, kolay değil çünkü. Bir de nesnelere düşkünüm. Yetişkinlerle iletişimi sevmiyorum pek galiba. Zaten mesafelidir benim fotoğraflarım" cümleleriyle anlatıyor Akoğul, sergisinde yer alan fotoğrafların hikayesini.
Bugüne kadar pek çok sergi açan, şiir ve fotoğraf kitapları bulunan, lise ve üniversitelerde fotoğraf dersleri veren Merih Akoğul'un İstanbul Fotoğraf Merkezi, Leica Galeri'de 3 Kasım'a kadar görülebilen Sanki sergisinin dışında, İstanbul Modern'de KÖPRÜ6 sergisinde de fotoğrafları yer alıyor. İstanbul'un simgesi Galata'yı farklı fotoğrafçıların gözünden bir araya getiren sergi 6 Ocak 2008'e kadar açık olacak.
"Sanki küçük bir çocuğum, boynumda basit bir makine ile büyük fotoğrafların hayalini kuruyorum.
Sanki her şeyi unutmuş da fotoğraflara bakarken hatırlamışım.
Sanki zamanı tam tutacakken elimden kaçırmışım.
Sanki bu dünyayı erkenden bırakıp gitmiş ustalarım ve hocalarım hâlâ yanımdalar.
Sanki; dünyadaki her şey bir fotoğrafa girmek için var."
Sanki kelimesi, Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde "farz edelim, güya, sözüm ona" gibi anlamlara geliyor. Sizin fotoğraflarınızla anlattığınız Sanki'ler neler?
Fotoğrafları çektiğimde ve çektikten sonra baktığımda her zaman bir çeşit yanılgıya düşüyorum. Saniyenin binde birinde fotoğrafları çektiğimiz için deklanşöre biraz önce mi bassaydım biraz sonra mı bassaydım, geç mi kaldım, erken mi bastım tedirginliği hep var. Müştak Erenus'un bir şiiri vardır "erkene mi düştük geçe mi kaldık yoksa?". Ben de her zaman onun rahatsızlığını yaşarım acaba erken mi bastım deklanşöre geç mi kaldım diye, ya da ben o fotoğrafları basarken benim görmediğim, tersimde ya da arkamda kalan açılarda neler kaçırdım, hep merak ederim. İnsan hep böyle zaten, mesela bir yere gidersin, bir yerde olma sebebin aslında 10 tane başka bir yerde olmamandır. Ben de bu fotoğrafları çekerken, bu görüntülerin arkasına düştüğümde, hep arkada neler var, doğru yerde miyim diye düşünüyorum.
Deklanşöre bastığınız o karar anı yeterince kıymetli değil mi ki aklınız diğerlerinde kalıyor?
Tabii ki o an hatasıyla sevabıyla çok kıymetli. Ben bir de o anı yakalayan fotoğraflar çekiyorum. Fotoğraflarımdaki insanlar poz vermiyorlar, bana bakan fotoğraflarda bile beni görmelerinden dolayı bakıyorlar bana. Bir çok fotoğrafçı belgesel fotoğrafta daha mükemmeli yakalama için düzenleme yapar. Ben çok spesifik şartlarda çekmedim fotoğraflarımı. Ama zaman mekan, olan olay ve benim ruh halimin mümkün olduğunca en üst noktalara eriştiği noktalarda bastım deklanşöre. Hiç müdahele yok, gerek nesnelere gerek insanlara kendi istemleri dışında hiçbir müdahelede bulunmadım. Yakalama fotoğraf. Karar anında deklanşöre basmak yani. Burada büyük fotoğraflar, büyük anlar, süper çarpıcı şeyler yok. Ama ben bütün çarpıcı ve güzel şeylerin aslında çok daha sakin ve basit şeyler içinde ilerlediğine ve büyüdüğüne inanıyorum. Mesela sürrealist resimler, deformasyonlar ilk bakışta çok ilgi çeker, Cezanne ya da Matisse gibi ressamlarını yanında çok çarpıcı kalır ama bence aradan zaman geçtiğinde tuhaf biçimde yer değiştirirler. Ben üniversitedeyken çok bakardım Dali'nin resimlerine, şimdi pek ilgilenmiyorum, canım çekmiyor.
Çünkü bence, simgenin kendisi çok çarpıcı biçimde yapıtların ön saflarında yer aldığında, ilk anda yarattığı ilgi çekicilik daha sonra yerini başka bir sıkıntıya bırakıyor. Ben daha yavaş nefes alan şeylerin daha uzun yaşadığına inanıyorum.
Susan Sontag "Fotoğraf Üzerine" isimli kitabında "Fotoğraf neden çekilir? Fotoğraf hayatın bir anının mı yoksa olagelenlerin tümünün mü bir yanısmasıdır? "O an" fotoğraflandığında; "o an" bir kareye sıkışıp ölür mü yoksa ölümsüzleşir mi?" gibi sorulara cevap arar. Merih Akoğul'un bu sorulara cevabı ne?
Niye fotoğraf çekiyorsun, niye bu anların peşindesin sorusunun yanıtı çok uzun. Öyle bir şey ki fotoğraf deklanşöre bastığınız anda dün olan, geçmişte kalan bir şey. Ama daima o anda baktığınız anda da değil, onun çektiği, gösterildiği, sergilendiği anda yani gelecekte nefes almaya başlıyor. Sizin deklanşöre basmanız aynı anda 3 zaman aralığını ilişkilendiriyor. Ben en çok bu gizin peşindeyim.
Bazen geleceği düşünmekten bugünü yaşayamaz ve bütün o bugünleri bu anları yarının sepetine atarsın, aynı şey fotoğrafta da mevcut. Bir karar anı var ama bu karar anlarının içinde her zaman bir tereddüt vardır. Çünkü insanın beyni saniyenin 250de birinde çekilen bir fotoğrafı idrak etmekten acizdir.
Daha önce hiç gitmediğiniz bir yerde iyi fotoğraf çekmek için neye sahip olmak gerekiyor? Duyarlılık, hisler, tecrübe, fotoğraf bilgisi?
Tecrübenin fazla işe yaradığını zannetmiyorum, öyle olsaydı her gün bir gün öncesinden çok daha iyi fotoğraf çekmem lazımdı. Ama böyle bir şey yok. Tecrübelendim dediğin zaman bir daha hiçbir kareyi göremeyebilirsiniz. Bazı kilit sözcükler var. Bu kilit sözcükleri söyledikten sonra bir çık kişinin tepetaklak olduğunu görüyorum. Oysa ki yarından itibaren hiç iyi fotoğraf görmeyebiliriz, görüp çekemeyebiliriz. Mesela serginin davetiyesi ve afişinde kullandığımız Mardin fotoğrafı... Mardin'e yıllardır gitmeye çalışıyordum ve bir türlü gidemiyordum. Farklı farklı arkadaş gruplarıyla defalarca planlandığı halde gidemedim. Ama bir gün başka bir fotoğrafçı arkadaşımla denk geldi kalktık gittik Mardin'e. 3 gün kaldık , fotoğraf çektik... Sanki ben Mardin'i yıllardır beklemişim gibi hissettim. Sanki Mardin'in bir boşluğu varmış benim sergimde ve ben onu beklemişim ya da o beni beklemiş ya da denk gelmişiz ve ben onu çekip buraya koymuşum ve baştacı yapmışım. Böyle rastlantılar etkili oluyor.
Fotoğraf sanatçısı olmak ne demektir sizce?
Bir fotoğraf makinesi, bir yelek, cebimde yeterince film ve mümkün olduğunca özgür olmaktır. Bir arkadaşımla karşılaşırız mesela der ki işte seni gördüm geçen gün Galata Köprüsü'nde dolaşıyordun, bilmezler ki ben de kendi mesaimi orada yapıyorum. Bir parkta oturmuş yazıp çizerken gördüklerinde ya yeni bir şiire çalışıyorumdur ya bir takım notlar alıyorumdur. O da benim işim. Masa başında da mesai harcarım, msada geçirdiğim zaman sokakta geçirdiğim zamana yaklaşır.
Leica makinenizle, yıllardır siyah-beyaz fotoğraflar çekiyorsunuz. Herkesin dijital bir fotoğraf makinesine sahip olabildiği, çekilen fotoğrafların bilgisayar yoluyla manipüle edilebildiği, sanal ya da gerçek ortamlarda fotoğraf sanatçısına dönüşebildiği zamanlarda yaşıyoruz. Bunlar fotoğrafın değerinden bir şey kaybettiriyor mu?
Dijital fotoğraf reklam için , basın için çok pratik ama herşeyin bir sindirme süresi var. Fotoğraf da sanat da öyle. Hiç futbol oynamamış bir adam ayağını topu alır almaz gol atamaz. Fotoğraf çekmek isteyen birinin de çalışması lazım, külliyatı öğrenmesi lazım, repertuarı olması lazım, klasikleri öğrendikten sonra kendi yorumunu katabilmesi lazım. Benim fotoğrafta 30.senem ama hala fotoğrafla ilgili çok büyük kaygılarım var. Hergün yeni bir şey öğreniyorum, korkularım var, bazı şeyler sanki olmuyor gibi, hiç olmayacak gibi ya da geç oluyor gibi.
Siz yıllardır fotoğrafçı kimliğinizle yaşamınızı sürdürüyorsunuz. Türkiye'de fotoğraf sanatından para kazanılıyor mu?
Reklam fotoğrafçılığı yapmazsanız fotoğrafta para yok. İnsanın çektiği belgesel ya da sanat fotoğraflarını alacak birini bekleyerek ömür geçmez ve büyük ihtimalle batarsınız. Çiftçi domatesini satarak yaşamını temin ediyorsa, adı üstünde fotoğrafçı da o imajları satarak geçinebilmeli. Ben de 89-92 yılları arasında kendi yerimde sistemli olarak reklam fotoğrafları çektim. Bazı özel kitaplar için çekim yapıyorum.
Sergileri her ne kadar sanat adına, isminiz adına bir adım olarak görsek de, sonuçta bunun bir de ticari yönü olmalı. Sergilerde satış oluyor mu ?
Satış belli olmuyor. İnsanlar pek fotoğraf almıyor çünkü niye fotoğraf alınır bilmiyorlar. Bir sürü insan çok beğeniyor ama ya alacak parası yok ya da fotoğraf alabilecek ekonomide olanlar da başka alanlara yatırım yapıyorlar. Fotoğraf koleksiyonu yapmıyorlar. Ayrıca bunu ben de çekerim anlayışı hakim. Fotoğraf kültürü çok yok. Halbuki bu işin bir iki karesi şansa olabilir ama 20 tane portfolyosu olan birinin işleri şansla olamaz. Fotoğrafın bir özelliği de şu bence, yaptığınız her şeyin benzeri vardır ama fotoğraf hiçbir zaman taklit edilemez. Tamamen o anla ilgili bir şey çünkü.
Fotoğraf sürprizli birşeydir bazen tek bir kareyle bütün dünya sizi tanır. Benim anlatmaya çalıştığımız fotoğraf tek karenin gümbür gümbür geldiği fotoğrafların değil, daha çekinik, fotoğrafçının özel olarak altını çizdiği fotoğrafların peşindeyiz. Hatta bazı kişilerin bunda ne var, niye çekmiş ki bunu dediği fotoğrafların peşindeyim.