Geçtiğimiz hafta, 38. İstanbul Film Festivali’nde gösterime giren “Saf”ın yönetmeni Ali Vatansever ile kentsel dönüşüm ve mülteci sorunu gibi şu anda tüm dünyanın tartıştığı güncel konulara kamerayı doğrultmanın artıları, eksileri üzerine konuştuk.
“Biz hep kentin dönüşümünü tartışıyoruz, aslında dönüşen şehirden çok bizim insanlarımız. Merkeze almamız gereken ve tartışmamız gereken asıl sorun, insanımızın dönüşüyor olması,” diyor geçtiğimiz hafta, 38. İstanbul Film Festivali’nde ilk kez Türk seyircisiyle buluşan “Saf”ın yönetmeni Ali Vatansever.
Dönüşen kentler mi, yoksa insanlar mı? Şehir bizi sürekli dışımızdaki güçlerle savaşmaya zorlarken aslında biz kendimiz neye dönüşüyoruz? Kötülere direnirken aslında biz kendimiz ne kadar iyi ve saf kalabiliyoruz? “Saf”, bir yandan izleyiciyi bu sorularla baş başa bırakırken bir yandan da filmin kahramanları Remziye ve Kamil ile birlikte dokunaklı bir yolculuğa çıkarıyor.
Yönetmen Hakkında:
Ali Vatansever, İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı mezunu. Sonrasında Bilgi Üniversitesi’nde ve Amerika’daki Rochester Institute of Technology’de sinema üzerine yüksek lisans eğitimi almış. Yaklaşık 10 yıldır hem kendi film, fotoğraf ve grafik tasarım ajansı Terminal Film’de çeşitli görsel-işitsel işler üretiyor, hem de Koç Üniversitesi Medya ve Görsel Sanatlar Bölümü’nde film yapımcılığı üzerine ders veriyor. Aynı zamanda İstanbulHepimizin sivil inisiyatifinin aktif bir üyesi.
Başrollerini Saadet Işıl Aksoy ve Erol Afşin’in paylaştığı “Saf”, 19 Nisan’dan itibaren gösterimde.
2012’de seyirciyle buluşan “El Yazısı” adlı filminden sonraki ikinci sinema filmin “Saf”. Hikaye, ilk ne zaman belirmeye başladı zihninde? Senaryo yaratım süreci nasıl gelişti, biraz anlatır mısın?
Ali Vatansever: Ben genellikle doğa ve insan arasındaki iletişimsizliği konu edinen işler üretmeyi seviyorum. İlk filmim de rüzgarla ilgiliydi. Arka planda hep bir rüzgar uğultusu duyuluyordu. Film, bir yandan “Doğa sürekli bir dönüşüm halindedir ve rüzgar da bizi dönüştürür” fikrinin altını çizmeye çalışıyor, bir yandan da bizim bu dönüşüme karşı direncimizi, var olanı muhafaza etme refleksimizi tartışmaya açıyordu. İkinci filmimde ise insanın toprakla kurduğu ilişkiyi derinlemesine incelemek istedim. Benim için toprak doğurganlığı temsil ediyor. Modern şehirde ise insanın toprakla kurduğu ilişkide sınır çekme ve sahiplenme duyguları bir noktadan sonra ağır basmaya başlar.
Saf’ın senaryo yazım sürecinde ilk çıkış noktam insanın toprakla kurduğu bu ilişki üzerinde temelleniyordu. Filmin başrol kahramanı Kamil’in şehirli olma macerasına tanık olacaktık. Şehir, köyden gelenleri öncelikle çeperlerine alır, orada bir süre toprakla yakın bir ilişki içerisinde kalmak mümkündür. Ama bir süre sonra şehir, toprakla olan ilişkinizi dönüşüme uğratmaya başlar; sizi içine alıp yoğurarak, yer yer zora koşarak kentli olmayı öğretir, dayatır.
Senaryo yazım sürecinin en başında, hafriyat sahalarında çalışma hali, kepçeyle toprağa girişme hali üzerinden bir hikaye anlatmak derdindeydim. Şehrin adeta bağırsakları görevini üstlenen, uzakta tutulan hafriyat sahalarında çalışma fikri çok ilgimi çekiyordu.
Bir gün Fikirtepe’yi ziyaret etmem ve oradaki dönüşüme şahit olmamla birlikte kafamda her şey birden yerli yerine oturmaya başladı. Hikaye de hızlı bir biçimde şekil değiştirdi, diyebilirim. Kamil, kentsel dönüşüme direnen Fikirtepe’deki bir mahallede yaşamalıydı.
Fikirtepe (Yönetmenin arşivinden)
Alışverişten dönen kadınlar, Fikirtepe (Yönetmenin arşivinden)
Fikirtepe’ye yaptığım keşif gezilerinden birinde, ilginç bir ana şahit oldum. Güneş batmaya yakındı; etraftaki şantiyelerdeki çalışmalar hızlı bir biçimde devam ediyordu, toprak yolun üzerinden geçen kamyonlar etrafı toz duman içinde bırakıyordu… Biraz ilerde, iki kadın ellerinde poşetler, alışverişten dönüyordu. Beni şaşkına çeviren, devasa boyuttaki yıkımın estetiği değil de, bu iki kadının en olağanlığıyla günlük yaşamlarına devam edebilmeleri olmuştu aslında. Biz orada yaşayan insanları, çevrelerinde olan bitene her daim direnen birer Don Kişot zannediyorduk. Oysa gerçekte durum bambaşkaydı.
Bu an bana yepyeni bir kapı araladı: Nasıl oluyordu da, biz direniş halinden kabulleniş haline geçiş yapabiliyorduk? Bir noktadan sonra nasıl her şeyi bu kadar kanıksayabiliyorduk? Senaryo bağlamında, kentsel dönüşümden çok insan doğasının değişimi üzerine gitmem gerektiğini bu sayede anladım.
Biz hep kentin dönüşümünü tartışıyorduk, aslında dönüşen şehirden çok bizim insanlarımızdı. Şehrin dönüşmesi ise sadece bir sonuçtu. Merkeze almamız gereken ve tartışmamız gereken asıl nokta, insanımızın dönüşüyor olmasıydı. Bu gri alanı, insandaki bu ruhsal dönüşüm halini ekrana yansıtmak istediğimi biliyordum.
Kentsel dönüşüm ve özellikle bu süreçte ortaya çıkan mutenalaştırma sorunu bugün bir yandan mimarlık dünyasının ve şehir plancılarının, bir yandan da sosyologların ve dolayısıyla akademinin tartıştığı en önemli, güncel problemlerden biri. Bu kadar güncel bir konuya kamerayı doğrultmanın zorlukları nelerdi? Ya da avantajları mı demeliyim, çünkü herkesin mutlaka ilgisini çekecek bir konu bu…
AV: Ben İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Endüstri Ürünleri Tasarımı okudum. Eşim de mimar. Bu nedenle kentsel dönüşüm bizim gündelik tartışmalarımızda yeri olan, üzerine süreki kafa yorduğumuz bir konu. Kent ekseninde, yerel katılım üzerine çalışan sivil toplum kuruluşlarıyla sürekli dirsek teması halindeyim. Hatta bir sivil girişimin aktif bir üyesiyim. Dolayısıyla kendimi kentsel dönüşüm ve dönüşümün beraberinde getirdiği sorunlarla adeta kuşatılmış hissediyorum. Sorunun tartışılma biçimi kutuplara hapsolmuş durumda. Cümle kurduğunuzda kalkanlar yükseliyor, oklar size dönüyor. Bu sıkışma hali, anlamlı ve üretken tartışmalar sürdürülmesini engelliyor. Bu handikapın ortasında Saf’ın nasıl bir etki alanı olur bilemiyorum ama film bu ayrışma halinin anlamsızlığı üzerine. Sorunları değil, insanı anlamaya çalışan bir film. Sorunlara insan üzerinden baktığınızda taraf tutmak anlamsızlaşıyor. Siyah ve beyaz düşünme halimiz, onca insan hikayesinin derinliği karşısında yetersiz kalmaya başlıyor.
Saadet Işıl Aksoy, Erol Afşin
Bize öncelikle kısaca “Saf”ın hikayesinden bahsedebilir misin? Fikirtepeli bir çiftin yerinden edilmesinin hikayesi bu. Olaylar nasıl gelişiyor kısaca?
AV: Fikirtepe’de, bir gecekonduda yaşayan genç bir çifti konu alıyor hikaye. Yaşadıkları bölgenin yakınındaki mahalleler kentsel dönüşüme maruz kalmış. Baş kahramanımız Kamil ve diğer mahalle sakinleri, sıranın kendi mahallelerine gelmiş olduğunu biliyor. Proje geliştiricilerinin mahalledeki bazı kişilerle anlaşma yapmak üzere görüşmelere başladığı söylentileri yayılıyor.
Tam bu noktada, uzun süredir işsiz olan Kamil, yan mahalledeki projede kepçe operatörü olarak çalışmaya başlıyor. Bu durumu mahalleliden gizlemek zorunda kalıyor. İşini ve evini korumaya çalışırken Kamil’in taraf tutma zorunda bırakılması sonucunda giderek bertaraf olma halini ve eşinin de bunun sonuçlarıyla yüzleşmesini izliyoruz filmde kısaca.
Filmdeki temel iç çatışma nerede başlıyor? “Saf” bize ne söylemek, ne anlatmak istiyor? Derdi ne?
AV: Mahalleli Kamil’den safını açıkça belli etmesini bekliyor. Diğer tarafta, daha ucuza çalışmayı kabul edip Suriyeli bir inşaat işçisinin işini elinden aldığı için işyerinde de sorunlarla boğuşuyor. İşçiler ucuza çalıştığı için onu dışlıyor; Suriyeli de işini geri almak için Kamil’e baskı yapıyor. Kamil’in de üst üste gelen sorunların ağırlığı karşısında köşeye sıkıştığını görüyoruz. Kamil bu baskıyla giderek dönüşüyor.
Sert coğrafyalarda yaşayan insanlarda mutlak kötülüğün dışımızda bir yerlerde olduğunu düşünme eğilimi var. Sürekli bir direniş halinin, “dışarıdaki bir düşmanla” savaş verme halinin -çünkü böyle yapmamız gerektiğini düşünüyoruz- aslında içimizdeki nefret ve düşmanlık duygularının yeşermesine izin verdiğini düşünüyorum. Savaştığımız şeyin kendisine dönüşüyoruz bir yandan. Peki, bu savaşı sürdürürken kendimiz nasıl canavar olmaktan geri durabiliriz, kendimiz saf ve iyi kalmayı başarabilir miyiz? Film; Kamil ve Remziye vasıtasıyla bu sorunun cevabını bulmaya çalışıyor. Bu soruları içselleştirebilmemizi sağlamak, “Biz dönüşüyoruz, insan dönüşüyor, asıl ilgilenmemiz gereken de bu!” demek istiyor.
Ama filmin bir öneri sunmadığını düşünüyorum bu noktada. Yanılıyor muyum yoksa? Hem saf tutup hem de saf kalabiliyor muyuz? Saf bize bunun yanıtını net bir biçimde sunuyor mu?
AV: Bu çağın, bu zamanın en anlamlı sorusu bence bu. Kent sorunlarıyla yaklaşık 6 yıldır sivil toplum örgütleri aracılığıyla gönüllü olarak uğraşıyorum. Bu süre zarfında da fark ettiğim en önemli şey, aslında bizim sürekli bir “bilme hali” içinde oluşumuz. Bizler, sürekli olarak sorunu tespit ettiğimizi ve bunun çözümünün bizde olduğunu düşünüyor ve işin en kötüsü de karşımızdaki kişilerin problemlerden bihaber olduklarının önyargısıyla yaşıyoruz. Aslında bizim bu her şeyi “bilme halimiz” bizim ya da karşı taraf olarak düşündüğümüz insanların dönüşümünü engelliyor. Çünkü biz sürekli olarak sabit durmamız gerektiğini ve karşımızdaki bu “bilmeyenlerin” dönüşmesi gerektiğini düşünüyoruz. Biz dönüşmeden onların dönüşmesini beklemek anlamsız değil mi?
"Saf " Kamera Arkası
Öncelikle insanı anlamayı merkeze alırsak, insanın tümüyle iyi olmadığı gibi tümüyle kötü de olmadığını kabul edersek, işte o zaman ortadaki o müthiş doğurgan, üretken gri alan önünüze açılıyor. Kendimizi siyah beyaz düşüncelere hapsederek, kutuplaşmaya devam ederek ne dönüşümün gerçekleştirilebileceğini ne de anlamlı bir kazanç elde edilebileceğini düşünüyorum.
Dolayısıyla Saf’ta bir yanıt aramıyorum. Yanıtı bildiğini düşünen de bence bu bilme halinin bizi nereye götürdüğünün farkına varsın istiyorum. Ben kendim adına şunu söyleyebilirim ancak: “Ben sorunların çözümünün nerede olduğunu bilmiyorum, ben kendimi bu sorunların yanıtını bulmaya gönüllü kılıyorum, gelin beraber tartışalım, sizden öğreneceğim çok şey var.”
Ali Vatansever - "Saf " Kamera Arkası
Önemli olan insanca bir diyalog başlatmak, öyle değil mi?
AV: Kalkanlarımızı indirerek, soruna maruz kalan insanları anlamak için onlara yaklaşırsak ancak o zaman gerçek bir diyalog başlayabilir diye düşünüyorum.
Kentsel dönüşümün yanı sıra mülteci sorununu da gündeme getiriyorsun filmde…
AV: Fikirtepe aslında erken dönem bir gecekondu yerleşkesi. 60’lı yıllardaki köyden kente göçle birlikte vatandaşların üzerine kendi gecekondularını yaptıkları, sonra da kendilerince şehirleştirdikleri bir yer. Şimdi onlar yerlerinden edilirken diğer bir yerinden edilmiş grup, Suriye’den gelen mülteciler, oradaki yıkılmayı bekleyen terk edilmiş evlerde yaşamaya başlıyorlar. Bu dönüşüm tamamlandıktan sonra onlar da yerlerinden edilecekler. Bu iki grup arasında ilginç bir kaderdaşlık var aslında. Bu kaderdaşlık hali, onları birbirine yakınlaştırabilir gibi görünse de tam tersine, ikisi arasında iş gücü ve güvenlik temelli bir gerilim oluşturuyor. Suriyelilerin ucuza çalışmaları bir yandan da diğer işçilerle aralarında çeşitli sorunların yaşanmasına yol açıyor. Fikirtepe’de geçen bir hikayeyi, mülteci sorunundan kopararak sadece kentsel dönüşüm ekseninde anlatmaya çalışmak bir şeylerin eksik kalmasına neden olurdu.
Senaryo sürecinde nasıl tepkiler aldın? Fikir aldığın birileri oldu mu? Bu konular üzerinde çalışan insanlarla paylaştın mı filmin senaryosunu?
AV: Senaryoyu paylaşmaktan ziyade çokça akıl aldığım kişi var. Filmi izlediklerinde ne düşüneceklerini çok merak ediyorum açıkçası.
Bu kadar kutuplaşmış bir coğrafyada, gri alanı tartışan bir filmi Türkiye sineması nereye koyacak? Bu film hakkında insanlar ne düşünecek? Şu anda gezdiğimiz yurtdışındaki festivallerde güzel geri dönüşler aldık. Asıl amaç, insanları filmin karakterleriyle dokunaklı bir yolculuğa çıkarmaktı ve bunun gerçekleştiğini görmek bizi umutlandırdı. Kentin dönüşümü, yerinden edilme ve göç sorunu her yerde var. Bununla bütün dünya yüzleşiyor şu anda. Hiçbir toplum bu sorunun çözümünde diğerlerinden bir adım önde değil. Zamanın ruhunu belirleyen kutuplaştırıcı dünya görüşü, ülkelerin sorunlarla anlamlı bir biçimde başa çıkmasını engelliyor. Film çeşitli yerlerde doğurgan tartışma zeminine katkıda bulunabilirse ne mutlu.
Oyuncularla nasıl diyalog kuruldu? Saadet Işıl Aksoy gibi tanınmış oyuncular var filmin kadrosunda…
AV: Kast direktörümüz Şafak Binay doğru kişilerle iletişim kurmamızı sağladı. Saadet Işıl Aksoy’a senaryoyu gönderdik. Okuduktan sonra senaryoyu çok sevdiği için bizimle çalışmaya karar verdi. Erol Afşin ise Almanya’da çalışan bir oyuncu. Senaryoyu o da çok sevmiş. İkisiyle de senaryoya benzer bir yerden baktığımızı gördüğümüz noktada, biz de “Evet, aradığımız kişileri bulduk” dedik ve birlikte çalışmaya başladık. Sonrasında çok keyifli, çok paylaşımcı bir çekim süreci yaşadık birlikte.
Yaratım ya da çekim sürecine dair bizimle paylaşmak istediğin ilginç bir anekdot var mı?
AV: Şantiyede geçen bir sürü sahne var filmde. İşin en zor kısmı; iş makinaları, şantiye ve iş güvenliği sorununu aşmaktı. En büyük zorluğı yapım ekibi yaşadı. Bir inşaat firmasıyla görüşerek ne yapmak istediğimizi anlattık. Bize güvendiler ve şartları zorlayarak da olsa işleri durdurmadan şantiyenin bir bölümünde çalışmamıza izin verdiler.
Türkiye’de bağımsız sinemanın yaşadığı güçlüklerden söz etmek gerekirse neler söylemek istersin bu konuda?
AV: Bir yanda aşırı ticari işler, diğer yanda ise sanat filmleri var. Bu iki farklı sinema arasındaki uçurum son dönemde o kadar açıldı ki; sinema salonları finansal kaygılarla ticari filmlere ağırlık verirken anlamlı bir tartışma başlatmayı amaçlayan bağımsız sinema örnekleri, kendilerini izleyiciyle buluşturacak yeterli alan bulamamaya başladılar. Bu nedenle bağımsız sinemanın kulvarı daraldı, bugün çoğu sanat filmi sadece festivaller sayesinde izleyiciyle buluşabiliyor. Avrupa’da da aynı sorun var ama orada daha gelişmiş bir fonlama kültürü var. Devlet fonları, bölgesel fonlar, Avrupa Birliği fonları var.
Avrupa’dan fon almak mümkün oluyor mu bu süreçte?
AV: Kurmaca filmler için Türkiye’de tek fon alınabilecek kurum şu anda Bakanlık. Bakanlık’tan fon alıp kendi ülkenizde filminize belirli bir finansal arka plan sağladığınız noktada yurtdışındaki fonlara başvurabiliyorsunuz. Biz Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan destek aldıktan sonra Almanya ve Romanya ortaklığıyla Eurimages tarafından da fonlandık. Bu fonu alabilmemiz bir anlamda, filmin yurtdışındaki seyirci için de anlam ifade ettiğinin bir göstergesi oldu.
“Saf” sanırım Palm Springs Film Festivali tarafından onur ödülüne layık görüldü. Toronto Uluslararası Film Festivali'ne de katıldığını biliyoruz. Son olaraksa İstanbul Film Festivali’nde gösterime girdi. Vizyonda da izleyebilecek miyiz “Saf”ı?
AV: Evet, 19 Nisan’da gösterimde olacak.