Urbanbake’in kurucusu Şebnem Gemalmaz ile ilham dolu bir sohbet gerçekleştirdik ve çağdaş mücevher tasarımlarında mimari, sanat ve ışıktan nasıl esinlendiğini öğrendik.
Bazen bir objenin yalınlığı ve arkasındaki felsefe başlı başına bir gösteriş unsuru olmaya yeterli. Süslenmenin ötesinde anlamlar taşıyan çağdaş mücevher tam olarak bu anlayışın somut hali. Bunun en güzel örneklerinden olan Urbanbake’in kurucusu Şebnem Gemalmaz ile ilham dolu bir sohbet gerçekleştirdik ve çağdaş mücevher tasarımlarında mimari, sanat ve ışıktan nasıl esinlendiğini öğrendik.
Eğitim geçmişinden bahseder misin? Aldığın eğitimin tasarımlarına nasıl bir katkısı olduğunu düşünüyorsun?
Kent ölçeğinden obje ölçeğine dek çeşitlenen bir tasarım eğitimi geçmişim var aslında. 2005 senesinde Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden mezun oldum. İstanbul’da kentsel tasarım ile başlayan sürecim, Stockholm Kraliyet Üniversitesi’nde mimari aydınlatma tasarımı ile şekillendi. Profesyonel anlamda da yaklaşık 15 senedir kent ve aydınlatma üzerine çalışmalarım devam ediyor. Son 6 senedir de Arup İstanbul Aydınlatma Tasarım Departmanı’nın yürütücülüğünü yapıyorum.
Her iki alandaki tasarımlarıma bakacak olursam; aslında yalınlık ve sadeliğin Stockholm’den (Scandinavian Grace), esprili taraf ve renklerin de İstanbul’un kaos ve sürprizlerinden esinlendiğini düşünüyorum.
Markanın ismini buluşundan ve hayata geçirme hikayenden bahseder misin?
Marka ismim mimar bir arkadaşımın buluşu. İsmin hala 10 sene önceki kadar taze olduğunu ve yaptığım işi anlattığını düşünüyorum. Kent hayatı, mimari ve ışıktan ilham alan tasarımlar için elbette ki Urban/Kent kelimesini kullanmak ve Bake/Fırın kısmı ile de hem üretkenliği, hem de bu sürece seramik ile başlamamı anlatmak istedik.
İşin tekniğini nasıl öğrendin? Herhangi bir atölyede çalıştın mı ya da kursa katıldın mı?
Kendimi bildim bileli, çizimden, seramiğe hep birşeyler ürettim. İşin tekniği de önce seramik eğitimi ile başladı. Sonra bu karma, karıştırma işleri çimentolu deneylerim ile sonuçlandı. Kuyumculuk kısmı ise Stoa’da (Tardu Kuman) ham malzemelerden harika takılar yapan Yalçın Çapoğlu’ın yanında pirinci öğrenmemle, sonra da yıllardır kapalı çarşı ustalarından el almış başka bir arkadaşımın yanında aldığım kuyumculuk eğitimimle ilerledi. Son yıllarda da Maden’de kısa da olsa bir eğitim sürecinden geçtim ve bu atölyenin kurucuları olan harika iki kadının son işlerimin şekillenmesinde bana çok şey kattığını düşünüyorum.
Kullandığın malzemeleri seçmendeki sebep nedir? Ürün tasarımında bu malzemelerin ne gibi avantaj ve dezavantajları var?
Anlatmak istediğim hikaye malzeme seçimimde etkili oluyor. Markanın ana malzemesi çimento olsa da, kimi zaman bu başka malzemelere kayabiliyor. Carlo Scarpa’nın eserlerinden ilham alan “Grace” ve “Involvement” , gümüş, pirinç, altın karışımı işlerden oluşurken, 2012 yılında Tasarım Bienali için IKSV’ye ürettiğim “Imperfection”, bienal temasını da vurgular şekilde inci ve betonu yanyana kullandığım, kusurluluğun güzelliğini anlatan bir seriydi. Bunların yanısıra “In-visible”, tamamen ışık, cam, renk ve geçirgenlik üzerine kurgulanmış bir koleksiyondu ve çocukluğumuzun cam bilyeleri ile gümüşü kullanarak beni çok eğlendiren bir koleksiyon tasarladım. Mermer ve atık avize parçalarından oluşan “Un-expected” ise beklenmedik karşılaşmaların beklenmedik hikayelerini beklenmedik malzemeleri yanyana getirerek anlattı.
Hatıralarında ilk takı tasarımının eskizi ya da ortaya çıkışı ile ilgili bir anı varsa bahseder misin?
İlkini hatırlamak benim için zor; ama Urbanbake’i ortaya çıkartan hikayemi çok iyi hatırlıyorum. İsveç’te betondan organik formlu objelerle hatta “yurt”lar üreten bir mimar ile tanışmam ilk aşama oldu. O sıralar ben de gün ışığı tasarımı dersim için brütal yapılara, özellikle de Louis Kahn yapılarına odaklanmış haldeydim. İstanbul’a döndüğümde beton denemeleri ile küçük objeler üretmeye çalıştım ve birgün bir parça elimden düşerek kırıldı. İşte o gün çimento ve farklı malzemeleri biraraya getirerek kendime özel bir malzeme yarattım ve hikaye elbette ki Louis Kahn yapılarının gün ışığı açıklıklarını tersyüz eden “Inside Out Louis Kahn” serisi ile benim için en kıymetli parçaları ortaya çıkarmamla sonuçlandı. Bu sıralar, aynı seriyi geri dönüştürülmüş kağıdı da içeren başka bir çimento karışımı ile yeniden üretmek üzere çalışıyorum.
Aydınlatma tasarımı ve takı tasarımı gibi iki farklı alanda ve ölçekte tasarım yapmak nasıl bir durum sence?
Bu ikili yapı içinde döngüsel bir beslenme süreci var bence. Bazen çok etkilendiğim bir eser, olay, gidişat arka planda bir hikaye olarak kalıyor bende ve zamanla evrilerek yerini buluyor. Bu kimi zaman bir aydınlatma tasarımı projesinde yön bulmama yardım ediyor, kimi zaman bir obje olarak hayat buluyor. Her iki mecra da aslında hikaye anlatımı. Biri mimari gece mekanlarını anlatıyor biri daha kişiselleştirebildiğimiz kendi hikayelerimizi anlatmamıza aracı oluyor.
Yeni bir tasarımın ortaya çıkışı aniden mi oluyor yoksa bunun için belirli bir süre çabalıyor musun? Hangi araçlar tasarımını şekillendirmende yardımcı oluyor?
Yeni bir şeyin ortaya çıkışı çok uzun zaman alıyor. Aslında ortaya çıkacağını ben bile bilmiyorum. Ama asıl dinlemeye çalıştığım, benim o sıralar neye kafayı taktığım. Bahsettiğim gibi, bu bazen ışık ile ilgili bir detay, bazen mimari bazen de sadece kişisel bir süreç olabiliyor. Son koleksiyonum “Asenkron” son 6 aylık sürecimi anlatıyor mesela. Ana malzememi yenilemeye çalıştığım 6 aylık bir malzeme deneme sürecime eşlik eden farklı zamanlarda tasarladığım işlerin biraraya gelişinden oluşuyor.
Sende yeri ayrı olan bir koleksiyonun var mı? Hikayesi veya senin için önemi nedir?
“Triadic Ballet” ve arkasından “Salute to the Masters” benim için hem teknik hem de hikayesi ile önemli iki koleksiyon. İlki, Bauhaus Okulu'ndan Oscar Schlemmer’in Triadic Ballet isimli balesinin kostumlerinden ortaya çıktı. Sanıyorum 2012-2013 yıllarında hazırlamıştım. 3 mekanlı 3 sahneli bale, insan bedeni, hareket ve mekan arasındaki ilişki üzerinden şekilleniyor. Ben de bu üçlemeyi önce pirinç ve beton ile kendime göre yorumlayıp ikonik kolyeler yaptım. Sonrasında da 2016 yılında ölçek olarak çok daha mikro versiyonlarını altın ve gümüş kullanarak yenileyip; Ustalara Saygı ismi ile tekrar çıkarttım. Urbanbake’in o zamana kadar ürettiğim en feminen çizgilere sahip koleksiyonu idi sanıyorum.
Bir ekibin ya da fason çalıştığın atölyeler var mı yoksa mücevherlerin her detayını kendin mi yapıyorsun?
Az sayıda üretilen tasarımlardan bahsediyoruz. Dolayısıyla instagram-web sayfalarından, ambalaj düzenine, tasarımdan üretime her şeyi ben şekillendiriyorum ve bu konuda biraz titizim. Ancak elbette ki yetemediğim zamanlarda bana destek olan profesyonel bir ekip arka planda yer alıyor. İletişim, online satış ve bağlantılar konusunda ise oldukça yetenekli bir partnerim var.
Markan 2008 yılından beri İstanbul, New York, Stockholm gibi tasarım ve sanat şehirlerinde alıcıları ile buluşuyor. Urbanbake ile ilgili hedeflerinden kısaca bahseder misin?
Bu sene Kanada da katıldı bu listeye; kısa bir süre sonra da Berlin eklenecek. Aslında hedefim Urbanbake’in niş bir marka olarak kendi çizgisinde yola devam etmesi. Önümüzdeki yıllarda daha fazla ülkede yer almasını istiyorum elbette. Müze mağazaları öncelikli alanlar elbette; mesela Venedik’teki Fondazione Querini Stampalia’da yer almalarını çok isterim.
Urbanbake takılarına sahip olmak isteyenler sana nasıl ulaşabilir?
Urbanbake’in yıllar içinde şekillenmiş sabit bir alıcı kitlesi var; koleksiyonlar çıktığında kendi parçalarını ayırtanlar oluyor. Bunu da doğrudan info@urban-bake.com mail adresi üzerinden yapıyorlar. Sabancı Müze Mağazası her sene mutlaka çalıştığım ve çok değer verdiğim bir diğer mecra. Onun dışında, fiziki atölye kapandığından beri online olarak devam ediyoruz. Online alabilmek için https://urban-bake.store/ Portfolyo için http://urban-bake.com/ ve güncel takip için https://www.instagram.com/urbanbake/?hl=en