Belçika'dan selamlar! Bu yazı ne buranın güzel ‘çukulataları’ veya biraları, ne Brüksel'in ‘Avrupa Başkentliliği', ne de güzel-çirkin binaları veya sokakları üzerine olacak. Kabaca, Avrupa’nın herhangi bir düzgün şehri nasıl ise, buraları da öyle bence… (Kabaca dedim ya!) Dolayısıyla biraz kendi hikayemden yola çıkıp neler deneyimlediğimi anlatacağım, o kadar…
Belçika'dan selamlar! Bu yazı ne buranın güzel ‘çukulataları' veya biraları, ne Brüksel'in ‘Avrupa Başkentliliği', ne de güzel-çirkin binaları veya sokakları üzerine olacak. Kabaca, Avrupa'nın herhangi bir düzgün şehri nasıl ise, buraları da öyle bence… (Kabaca dedim ya!) Dolayısıyla biraz kendi hikayemden yola çıkıp neler deneyimlediğimi anlatacağım, o kadar… Bakalım neler çıkacak...
Benim berber
Bundan birkaç sene önce yakın bir arkadaşımın "Ben Belçika'da iş buldum! Taşınıyorum!" demesine "Hayda… Belçika ne alaka! Sıkılırsın orada yahu..." dediğimi hatırlıyorum. Daha önce Belçika'ya gitmemiş olsam da, önyargılarım ve oradan buradan duyduklarımla çok da heyecanlı bir yer olmadığını tahmin ediyordum. (Yo hayır, hala bunun tersini savunmuyorum.) Gel zaman, git zaman (gencecik biriyim halbuki), o proje, bu proje, master, freelance derken, başka bir yakın arkadaşım bana "Hey Emrah! Bak tam senlik bir doktora var, bir bak istersen" diye bir site yolladı. Tam da "Bu garip hayatta neyle uğraşmalı acaba..." diye kafa patlatırken, sitede bütün istediğim anahtar kelimelerin geçtiğini gördüm: Veri, bilgi görselleştirmesi, kenti tanımak, sosyal yaşam, gündelik hayat, farkındalık, duyarlılık, anlaşılabilirlik, vb... "Harika! Ben de tam bunlar üstüne uğraşmak istiyorum!" dedim. Bütün olanaklar da gayet iyi gözüküyordu. Tek bir detay vardı, o da bunların Belçika'nın minik Leuven kentinde gerçekleşecek olmasıydı. Ne yalan söyleyeyim, genel hayat akışıma da uyan bir şekilde, çok düşünmeden başvurdum. Bir ay sonra kabul edildim, ondan iki ay sonra da son kebabımı yiyip, aileyle vedalaşıp, arkadaşlarımı yanaklardan öpüp geldim Leuven'e…
Beljikte devamlı aç kalıyorum.
Hayatının çoğunu doğma büyüme İstanbul'da geçirmiş, Türk adetlerine bağlı Fransız ekolüyle yetişip, daha çok Amerika ile haşır neşir olan biri olarak Avrupa'ya taşınmak ilk başta sorunsuz gibi gözüktü. Ama taşınmamın üzerinden geçen şu üç ayda bile göz önüne çıkabilecek bir kaç ‘şey'i sıralamak istiyorum:
Hayat neden bu kadar erken bitiyor, sokaklar neden bu kadar erken boşalıyor?
Kabul ediyorum, İstanbul ile karşılaştırıldığında 7/24 servis sektörünün ayakta olduğu bir hayat çok lüks! (Dünyada sabah dörtte çilek ve erik satın alınabilen veya eve dürüm sipariş edilebilen kaç şehir var ki…) Ama her şeyin akşam altı gibi bitmesi kontrast oluşturuyor. Bir yandan da herkesin akşam altıdan sonra özel hayatına yönelmesi ferahlatıcı bir şey… Bizim gibi sosyal, aile ve iş hayatını iç içe sürdürmeye çalışan bir toplum için hemen alışılacak bir durum değil. Gene de saygı duymak gerekir. (Hala pazar günleri her şeyin kapalı olmasına alışamadım...)
Meydanda şans eseri açık hava senfoni
Buranın politik durumundan bahsetmeyeceğim. (Zaten politik bir durum şimdilik yok, çünkü hükümet yok.)
Gelgelelim Valon ve Flaman ayrımı, uzaktan önemsiz bir tartışma konusu gibi gelse de, işin içinde olunca keskin çizgileri görmemek elde değil! Trenlerin Brüksel ve çevresindeyken Fransızca ve Flamanca anons yaparken, Flaman bölgesine girince sadece Flamanca anons yapması bence dikkat çekici… Veya Flaman bölgesinde olan Leuven'de kimsenin (ama KİMSENİN) Fransızca konuşmaması, sizce de garip değil mi? İki dilli ülke yalan bir durum muymuş yani? İster istemez insan kendi memleketinin var olan gelişmelerini düşünüyor.
Bakın bu çok güzel: Burada her şey kurallara bağlı ilerliyor.
Hani "Avrupa'da yola adım atınca bütün arabalar durur" lafı var ya, evet o doğru çünkü onun bir kuralı var. Kurallar bir yere kadar hayatı gerçekten kolaylaştırıyor: Bir yabancı olarak iki hafta içinde hem ev kiralayabiliyor, hem de bütün resmi işlemleri çabucak halledebiliyor olmam iyi bir gösterge olabilir.
Öte yandan minik bir hikayeyle absürtlüğü de göz önüne serebilirim: Üniversitem çalışanlarına bir tür bisiklet veriyor ve doğal olarak bunun sorumluluklarına uymanızı bekliyor. Bilinçli bir Türk genci olarak bunu ifade eden yazının bir kısmını okuyup geri kalanını "Tamam, bilindik şeyler" diye geçiştirdim. İlerleyen günlerde bir sohbet esnasında o yazıda "Bisiklet sahibi bisikleti kullanmazken, meslektaşı ihtiyaç duyarsa bisikleti vermek zorundadır" gibi bir emare olduğunu öğrendim. "Tabii ki al abi!" alışkanlığından sonra, ne yalan söyleyeyim, biraz itici geliyor bu kadarı... Ne oldu sosyal devletin sosyal insanlarına?
Köpeğinizin tasması olsun, çöpünüzü çöpe atın, ha bi de atınıza sahip çıkın.
Hani "Gavura güven olmaz" diye bir laf vardır ya, ben ona pek inanmıyorum. (Bize çok mu güven oluyor sanki?)
Evet, dışarıdan baya soğuk bu insanlar ve o korunaklı auraları yüzünden yanlarına yanaşıp "Hey komşu, yahu bu plastik çöpleri ne ara atacağız?" gibisinden sorular sormaya insan çekiniyor. Meğersem insanlar karşı taraftan bir adım bekliyormuş ve konuşunca muhabbet ilerliyormuş. (Bu gerçek bir hikaye mi ne...) Şaka bir yana, benim gözlemim –insanların sosyal kalkanlarının burada daha güçlü olduğu kesin ama- romantik bir şekilde o kalkan sayesinde içerde komik saf şeyler biriktiği yönünde…
Mobil birahane - Hem bira iç hem pedal çevir, arada dur indir bindir…
Peki nasıl oluyor da ‘dev mega über metropol' İstanbul'dan sonra ‘ufak tefek çelimsiz basit sade' Leuven'de olmak bana koymuyor?
İlk izlenim önemlidir ya; beni çeken, hayatın burada acelesiz, kolay ve öngörülebilir olması. Herkes kendinden sorumlu ve beklentiler belli. O yüzden karmaşa veya kafa karışıklığı pek yok. Bu, gerçekten hayat kalitesini arttıran bir şey…
Nerede, ne zaman, nasıl olacağım veya yapacağım gibi sorular, burada çok kısa soluklu problemler. (İleride bu problemsizlik sıkıcılık problemi yaratabilir, o ayrı…) Kendi alışık olduğum sosyal çevreden uzaklaştığım için midir bilinmez ama, özel alan konseptinin burada daha hissedilir olduğunu düşünüyorum. Kamusalın ve özelin Türkiye'de karman çorman olması bir yana, burada sanki kendime daha çok vakit ayırabiliyorum ve bir başıma bir şeyler yapmak için daha fazla motivasyon biriktiriyorum. (İlerleyen zamanlar neler gösterecek bakalım…)
Yanlış anlaşılmasın, Batı merakım yüzünden yazmıyorum bunları. Hatta genç diliyle İstanbul'a ‘kopan' biriyimdir. Her yerin kendine has toplumsal ve mekansal özellikleri var. Bunların akla ve bedene olan görünür/görünmez etkileri, sanırım sadece oradan uzaklaşınca ortaya çıkıyor. Sırf bu yüzden New York'a olan sevgimi gurbet ellerdeki yar olarak görürdüm.
Şimdi ise İstanbul için aynı şey geçerli ve kendisini artık daha iyi deneyimleyebileceğime inanıyorum.
İşte böyle…
Selamlar,
Emrah.