İŞBİRLİKLERİ
Mimarlıkta Cesaret
Şebnem Yalınay Çinici “İnisiyatifler, Kişiler ve Birliktelikler” başlıklı sunumuna, “İçinde bulunduğumuz dönem sıkıntılı, sıkışık, operasyon alanı daraltılmış bir alan olarak görünüyor olabilir, en azından ben öyle görüyorum. Hem akademi hem pratikte sıkıştırılmış bir dönemdeyiz. Bunun bir umutsuzluğa yol açmasındansa her birimizin gerçekleştirmek istediği konularda adımlarını cesurca atmasının zamanıdır. Gezi bunun önemli bir örneği, ağ olarak hareket etmenin sonuçlarını hep birlikte görüyoruz” sözleriyle başlıyor. Değindiği sözcük cesaret çok önemli gerçekten. Buradan başka önemli bir sözcüğe varacak; inisiyatif.
“Üniversite aslında kişinin en özerk olabileceği yerdir. Bunun ne kadarını kullanıyoruz, tartışılır. Özerk olarak hareket edebilme şansının kendi bulunduğumuz ufak noktadan itibaren de olsa, bir şeyleri değiştirebileceğine inanıyorum” ifadesiyle cesareti bir çelik gibi kullanarak iyimser bir birlik/çember kuruyor.
Çinici’ye göre toplumsal meseleleri dert edinmek bir başlangıç. Bu dert edinme sonrasında illa mimarlığı mimarlık olarak yapmamız da gerekmiyor. Mimarların toplumsal olana dair, çoğu kez duyarsız ve sessiz kaldığını itiraf ediyor. İnisiyatif almak her insanda var olan bir potansiyel. Bu anlamda inisiyatif çok temel bir sözcük.
Üniversite bünyesindeki çalışmalarından örnekler veriyor. Yine talep edilmemiş bir sosyal proje bu. Üniversite kadrosu, öğrenciler ve zamanla da belediye, kaymakamlık, STK’ların da dahil olduğu Türkiye’nin gündeminde olan bir soruna dair ortak çözüm arayışı ve uygulamaları. Bilgi Üniversitesi'nin hemen yanında, okula gidip gelirken bizzat kendilerinin gözlemlediği, aslında trajik bir sorunsala, Suriyeli mülteci çocukların sokaklarda mendil ve su satarak geçirdikleri zamana odaklanan ve “Biz neler yapabiliriz?” sorusuyla başlayan bir hareketten aşama aşama söz açıyor. Öncelikle bu çocuklarla gidip tanışılmış, oyunlar oynanmış. Çocukların en büyük talebi okuma yazma öğrenmek… Okula hiç gitmemiş ve yaşları üçe dörde kadar inen, sokakta can güvenliği riski de taşıyan göçmen çocuklar... Çalışmalar sırasında, sokakta belediye başkanıyla karşılaşılmış ve kolektif çalışma kısa zamanda kurulmuş. İki aylık bir eğitim programı planlamışlar. Okuma yazma öğretimi başta olmak üzere drama dersi, savaş travmasını hafifleştirmeye yönelik rehberlik çalışmaları, önce on üniversite öğrencisinin gönüllü desteğiyle başlamış sonraysa kırk kişilik grupla, her gün iki saat, okulun bahçesinde sürmüş. Sonra birtakım sivil toplum örgütleri devreye girmiş. Tarlabaşı Toplum Merkezi bunlardan biri. Belediye tarafından temel ihtiyaçlar sağlanmış. Satıcı çocukların günlük iki saatlik satış kayıpları muhtelif erzakla giderilmiş. Çoğu kayıt dışı olan aileler en kolay, o da olabiliyorsa, misafir kartı alabiliyor. Ancak bir Suriyeli ailenin göçmen kartı alması çalışma izni alması açısından şart. Çalışma haklarının olmaması ciddi bir sıkıntı olarak karşılarına çıkmış. Nüfusları iki milyona ulaşan göçmenlerin genel sorunlarını, hemen yakınındakileri tanımaya başlayarak kavramışlar. Çinici’ye göre, kayıtlı olmadıklarından ötürü olmayan insanlar için, talep edilmemiş bir alternatif mimarlık yaratıyorlar. Bu çocuklar varlar ama yoklar. Ve onlara bir üniversitenin bahçesinde bir eğitim barınağı tahsis ediliyor. Mimarlık nedir sorusuna hayli etkili bir cevap niteliğinde bu çalışma. Kutlamadan geçmek istemiyorum.
Üniversitenin bir diğer sosyal sorumluluk deneyimi, bağış olarak yapılan Nef Okulu inşaatında öğrencilerin bilfiil çalışmasıyla gerçekleşmiş. 1/1 ölçekte mimari uygulamaya tanık olan gençler, mesleki deneyim kazanırken toplumsal katkı da sağlamışlar. Yine hemen yakınlarında yer alan okulda inisiyatif alarak varlık göstermişler.
Son olarak Çinici, mimarlık bölümü öğrencilerinin okul bahçesindeki iki yüz yıllık ağacın etrafına, oturma, dinlenme amaçlı alternatif açık hava donatıları uygulamalarına geçiyor. Her biri dinamik, amorf, iç içe ve yarı kapalı biçimler içeren; çoğu ahşap, bulunduğu yere yayılarak uyum gösteren bu -fakülte içi- tasarımlar bugün bahçede herkesin kullanımı için konumlanmış.
Bülent Tanju “Yeniden mi? İyi Niyetinize Hayranım” başlıklı konuşmasında bugüne kadar tartışılan kavramlara eleştirel yaklaşıyor. Mimarlığı yeniden konuşmak Tanju’ya göre iyimserlik ihtiva ediyor. Kavramların var oldukları anda, zikredildikleri anda nasıl anlamlarını yitirdiklerine değinen Tanju, bu yeniden konuşma halinin ancak mimari bir etikle ama içinde tartışma barındıran bir etikle var olabileceğini söylüyor, anladığım kadarıyla. (Yoksa mimarlık Rumpeltsiskin gibi bir cin mi?)
Yorumlayacak olursam, postpolitika dahil pek çok kavramı gerçeklerle yüzleştiğimiz anda sönen köpükler gibi tanımlıyor. Sürdürülebilirlik kavramını sert eleştirmesi önemli. Sürdürülebilirlik, Tanju’ya göre, basit teknik bir şey değil, doğanın en büyük düşmanı neredeyse. Çünkü sürdürülen şey sermayenin, yapının, metanın, yani malın kendisi. Gülsüm Baydar’ın konuşması için yukarıdaki değerlendirmemde söylediğim şeyle paralellik içeriyor. Alejandro Aravena’nın Şili’deki Yarım Evler projesi ve projenin şimdiki hali de bunu örnekliyor. Asıl sürdürülen nedir?
Toplumsal olanı hep meta dilinin kavramlarıyla konuşuyor olmamızı eleştiriyor Tanju. Eşitsiz büyüme için söylenenler sözgelimi, anlamsızdır çünkü büyüme hep eşitsizdir, diyor. Meta dünyasının dilinin bu tehlikeli tahakkümüne dikkat çekerek, mimarlığı alışılagelmiş düşünme biçimlerinden, bir krize sokarak özerkleştirmekten bahsediyor. "Mimarlığı, benim anladığım anlamda tartışmaya başlamak demek, doğrudan mimarlığın siyasallaşması demek" son sözleriyle de, mimarlıkla mimarlık dışı olduğunu söyleyemeyeceğimiz toplumsal varoluşun arasındaki bütün sınırların kaldırılmasını, yani bir çember olarak mimarlığın her türlü kavram klişesinden patlatılarak ayrıştırılmasını öneriyor.
Ancak Tanju konuşmasında, bütün önermeleri sanki topyekûn reddeden tavrı, her şey olur diyen rasyonalist tutumu nedeniyle kafamda net bir anlam bırakmıyor. Rasyonalitenin dünyanın sonunu getireceğine inandığım için Tanju her ne kadar mimarlığın siyasallaşması gerek sloganını kullansa da söyledikleri üst perdede kalıyor.
Ali Cengizkan “Komün Bilgisi” başlıklı sunumuna özeleştiriyle başlıyor. Mimar özneden sadece yaratıcı öznenin anlaşıldığını; şantiyeci, tekniker, pazarlamacı, yönetici gibi özneleri kapsamayan bu anlayışın mimarlık algısını daralttığını vurguluyor. Mimarlık alımlamasının Türkiye'de hâlâ bebeklik çağında olduğunu, bir yetişkin olmadığını söyleyen Cengizkan; mimarlık talep edebilecek elli milyonluk çoğunluğa ulaşmak için hiçbir iyileştirme çalışması yapılmadığını ekliyor. “Mimar olarak ortak paydamız statükocu olmak, ben de dâhil bu biçilen kılıfta kendimizi rahat hissediyoruz” diyen Cengizkan nüfusun elli milyonluk kısmının, hadi diyelim on milyonluk kısmının en önemli mimari aktör olduğunu ifade ediyor. Konferansın ilk gün oturumlarına ciddi eleştiri getiren şairliği ve mimarlığını aynı şapkada birleştirdiğini vurgulayan Cengizkan, zihinsel paradigma değişikliğinin elzem olduğuna dikkat çekiyor.
Ernst Reuter’ın Komün Bilgisi kitabından referansla, şehircilik sözcüğünün bina doldurma ve salt yapıcılık içermesi nedeniyle komün alanı olarak yer değiştirmesini öneriyor. Komün dediğimizde çünkü ancak, insandan ve toplumdan yana durabileceğimizi ifade ederek, literatürde başlayacak bir değişimin gerçekliğe hızla yansıyacağına dair önemli bir pencere açıyor.
Edebiyatla mimarlığı ve edebiyat eleştirisiyle mimarlık eleştirisini eşleştiren Cengizkan, Nurdan Gürbilek’in “Turgut Özal’ın söylediği her şey gerçek gibi kabul edilmişti” ifadesiyle iktidarın yarattığı gerçeklik yanılsamasını, günümüz Türkiye’sinde mimarlık tartışmak platformuna taşıyor. Yorumlayacak olursam; iktidarın çoğunlukla ekonomik verileri içeren bu gerçekleri çarpıtma dilselliği günümüzde şiddetle devam ediyor. Neredeyse bütün kavramlar alt üst olmuş durumda. Borsa tek parti yönetimini istediği, ancak ve ancak politik istikrar diye adlandırılan süreçlerde yükseldiği için diktatörlüğü de beslemiş, hatta sağlamış oluyor. Ekonomi sadece, iyi olduğu ezberlettirilen ya da tam tersi çeşitli yapay krizlerle trajik dalgalanmalar yaratılan, komünden bağımsız sanal bir alan olarak hayatı yönetiyor. Mimarlık da bunun en önemli tetikçilerinden biri.
Cengizkan, odayı veya koruma kurullarını kör eleştirmenin anlamsızlığına da dikkat çektiği konuşmasında, “Kendi alanımızı, meslek alanımızı, disiplin alanımızı, eğitim alanımızı geri çağırmalıyız” sözleriyle konferansın son oturumunu tamamlıyor.
SON SÖZ
Ali Cengizkan’a katılıyorum, sanırım ilk gün değil de ikinci gün, günümüz Türkiye’sinde mimarlığı yeniden ve yeniden konuşmayı başardık. Son oturumdan sonraki kısa ortak kapanışta, Uğur Tanyeli’nin dediği gibi, mimarlık ve mimar dediğimiz olgular birbiriyle örtüşemez. Türkiye’de 46.000 mimar var. Ne kadar mimarlık var tahayyül etmek zor. Bir mimarın birden çok mimarlığı olduğu bir gerçekse... Mimar dahi, bir çember olan mimarlığın tam ortasında değil. Sanırım bir biçim olarak çember iyimser bir imge oldu. Geçirgenliğini, boşlukla oluşan iki tanımsız yüzeyini varsayarsak. Eleştirinin biçimlediği bu çemberin sadece insanları içine alan vahşeti her ne kadar fark edilse de, günümüz Türkiye’sinde mimarlık artık doğa merkezli olmadan tartışılamazdır. Gezi Parkı Direnişi’yle halk, çemberin içine çadır kurmuştur çünkü. Ve artık eğilip bükülen bu vahşet kırılıp açılmalıdır. Doğduğu doğruya, yani çizgiye dönmelidir. Söze olduğu kadar.
__________
(i) http://www.arkitera.com/soylesi/232/tasarimin-mimari-olmayan-problemleri-nasil-cozdugunun-degerini-anlatmaya-calisiyoruz
(ii) http://avciarchitects.com/tr/proje/tmb-merkez-binasi/