Bir şehri tanımak bir insanı tanımak gibi ince dokunuşları gerektirebilir.Bazı hayallerimiz vardır, gerçekleşmesini çok istediğimiz ve oldukları zaman içimizi yokuştan arabayla hızla indiğimizde saran heyecan alır. Torino’yu tanımak, Torino'da yaşamak benim için öyleydi.
Bir önceki yazıyı okuyanlar bilecektir, İtalya maceramı bir kitap olarak betimliyordum ve sizlerle birlikte yavaşça ilerliyorduk. Apertivoyu anlattığım sayfadan devam edelim…
Büşra ile uçaktan indikten sonra tanışmıştık ve o gün yurda gidene kadar süren kısa yolculuğumuzun ardından, telefonlarımızı alarak ayrıldık. İlk gecenin verdiği şaşkınlık ve yorgunluk geçtikten sonra yavaş yavaş İtalya'nın tadını çıkarmaya başlamıştık. Derken Büşra'ya ulaşmak istediğimiz noktada, telefonların yurtdışı uyumsuzluğunun azizliğine uğradık.
Bilenleriniz vardır, yurtdışında belli bir süreden fazla kalacaksınız - ki sanırım bu da 3 ay ve sonrasına tekabül ediyor - gittiğiniz ülke için oturma izni almanız gerekiyor. Ben de bu izin için gerekli evrakları toparlamaya çalışıyordum ama tabi bir yandan da sızlanıyordum. İşte bu evraklardan birisi için gittiğim kurumda, ne yapacağımı bilmez bir şekilde şaşkın şaşkın dolaşırken Büşra ile karşılaştım.
Bu karşılaşmanın ardından Torino'dan ayrıldığım güne kadar, Büşra ile heyecanlı, eğlenceli, bol fikir alışverişli, devingen ve iki insan arasında yapılabilecek en samimi sohbetleri ederek sokaklarda yürüdük. Gün geldi siyaset, şehirlerin yönetim ve kullanım yanlışlığını konuştuk, gün geldi özel hayatımızı... Bu yazı ile aslında, Torino'yu olduğundan daha güzel anılarla hafızamda bıraktığı için Büşra'ya bir kez daha teşekkür ediyorum.
İnanın, sokaklarda keşif yaptığımız günlerin tadı, en lezzetli anne çörekleri ile yarışır türdendi. Bir şehri tanımak, bir insanı tanımak gibi ince dokunuşları gerektirebilir. Anlamak, hissetmek, durup dinlemek gerekir şehri… Size verdiği ipuçlarını almalı ve fikirlerimizin en açık noktalarına yerleştirmelisiniz. Bu fazla felsefi cümlelerden de anlayacağınız üzere Torino benim için kıymetli anılardan, değişik planlama deneyimlerinden oluşuyor.
İnsanın kişisel zevkleri, şehri tanımasının hangi araçlarla ilerleyeceğine bir işarettir. Fotoğrafa olan ilgimin ve acemi çalışmalarımın mağduru ise biricik Gürkan... "Tam orada öyle dur, sağa bak, süper!", "iki pencere arası çerçeve olsun" sözleri, Gürkan'a yaptığım işkence hakkında hızlı bir fikir verecektir.
Tabi yeni şehir demek yeni keşifler demek; sokaklar, müzeler, sesler, inişler, çıkışlar, insanlar, yemekler, notalar, sesler...
Gezdiğim müzelerden en güzeli, "Museo Nazionale del Cinema" (Ulusal Sinema Müzesi) idi. Cümlelerle anlatmaya çalışacağım müzeyi, fotoğraf ile de destekliyorum. Gördüklerimi tarif etmek için elimden yalnızca bu kadarı geliyor ama hepinizin burayı gezmesini ayrıca öneririm.
Mimaride dış görünüş önem taşır ve bu ihtişamlı müze size her haliyle davet yolluyor. İtalyan mimar Alessandro Antonelli tarafından sinagog olarak tasarlanan ve dünyanın en yüksek müzesi olan Ulusal Sinema Müzesi, "Mole Antonelliana" olarak anılıyor. Müzenin yüksekliği 167 metre ve şehrin her yerinden görebiliyorsunuz. Tabi bununla birlikte asansörle terasa çıkıp tüm şehri izleyebiliyorsunuz.
Bu müzede yaklaşık 4 saat geçirmemize rağmen yine de doyamamıştık. Bir yanınızda gölge ve ışık oyunları, bir yanınızda çok beğenerek izlediğiniz filmlerin sahneleri, çekim videoları, film yıldızlarının fotoğraflarını buluyorsunuz. Çocukken çılgına döndüğüm nadir yerlerden biri lunaparklardı. Ulusal Sinema Müzesi de bende aynı etkiyi yarattı, çünkü uzun zamandır herhangi bir yerde böylesine nereye bakacağımı şaşırarak, heyecanlanarak bulunmadım.
Bu mükemmel müzenin içindeki asansörle en üst kata çıktığınızda ise sizi eşsiz bir Torino manzarası karşılıyor. Biz, manzaranın güzelliğine en doruk noktasında ulaşabilmek adına.özellikle akşam gitmeyi tercih ettik.
Öyle zannediyorum ki Avrupa, birçok insan için büyük yeşil alanlardan yani aslında kamusal alanlardan ötürü bu denli güzeldir. Çünkü bizim bu parklardan ne kadar mahrum olduğumuz ortada. Politecnico di Torino'nun arka tarafında kalan ve nehir boyu uzanan park özellikle dikkatimi çekti. Sabahları koşanlar, öğlenleri güneşlenenler, kitap okuyanlar, akşamları ise grup grup yerleşmiş, sohbet eden, gitar çalan, dans eden gençler, çocuklarını gezdiren aileler… Enerjisi hiç bitmiyordu. Akşamları tam bir festival alanı gibi olsa da gündüzleri kafanızı dinlemek, kitap okumak ya da yarım kalan bir yazınızı tamamlamak için son derece huzur verici bir kamusal alan...
Leziz pizzalar, birçok konuşmanın ve arkadaşlığın yeşerdiği ‘aperitivo' seanslarımızın bir yana, arada Türk yemeklerini de özlemiyor değildik. E insan evinde olmayınca yurt odası evi oluveriyor. Kimi zaman Büşra'nın, kimi zaman da Gürkan ve benim odalarımızda kendi mutfağımızdan yemekler yaptık.
Torino ile ilgili anlatacaklarım, yazacaklarım bitecekmiş gibi hissetmiyorum. Her günümün her anını ayrı ayrı sayfalara sığdırabilirim ki bu da siz okuyucularımızı gerçekten bunaltabilir.
Bazı hayallerimiz vardır, gerçekleşmesini çok istediğimiz ve oldukları zaman içimizi yokuştan arabayla hızla indiğimizde saran heyecan alır. Torino'yu tanımak, Torino'da yaşamak benim için öyleydi. Sevdim, gördüm, güldüm, durdum, yedim, yazdım, ağladım, düşündüm.
Uzun lafın kısası; "bir şehri tanımak bir insanı tanımak gibi ince dokunuşları gerektirebilir".
Siz siz olun, şehrinizin size verdiği sinyalleri duymaya çalışın çünkü o size bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Sevmek böyle başlar, anlamak ile...