ODTÜ İnşaat Mühendisliği öğrencisi Funda Yavuz, pratik ihtiyacı olan İngilizcesini ve neredeyse hiç olmayan mesleki deneyimini, yaz tatilinde uğradığı iki gönüllü çalışma kampı ile nasıl değerlendirdiğini ve dönüştürdüğünü anlatıyor.
"Gitmek" fikrinin kafamın içinde dönüp durduğu günlerde tanıştım gönüllü çalışma kamplarıyla… Gönüllü çalışma kampları, dünyanın her yerinden sizin gibi çalışmak için gelmiş insanlarla tanışabileceğiniz, dilinizi geliştirebileceğiniz, size sosyalleşme ortamı sunan ve aynı zamanda isteğinize bağlı olarak çalışacağınız alanı önceden belirleyebildiğiniz organizasyonlar… Benim ise bu yaz katıldığım ilk kamp, Fransa'da bir restorasyon kampı oldu.
Kişisel olarak restorasyon kampını, bir inşaat birinci sınıf öğrencisi olarak inşaata başlangıç konusunda en azından bir fikre sahip olabilmek üzere seçmiştim. Daha hiç bölüm dersi almamış olmama rağmen, pratikte işin nasıl yapıldığını görmek gerekti. Kalacağımız evin yeni restore edilmiş olduğunu ve her odada en fazla iki kişinin kalacağını öğrenmem de, bu kampı seçmemde başlıca etkenlerden birisi idi.
Kampım Fransa'da Bretagne Bölgesi'ndeydi ve daha önceden, bu bölgeyle ilgili birçok bilgi toplamıştım. Ama orada olmak bambaşkaydı; o şirin kasabalarda yürümek, o güzel evleri görmek… Balkonlardan sarkan rengarenk çiçekler, küçük dereler ve eski kiliseler, kendimi tarihi bir filmin ortasında hissettirmişti. Bu bölgenin -kuzey Fransa'nın- çok yağış alması, yemyeşil bir doğa yaratmıştı. Evlerin mimarisi, size çatı katındaki odalardan gökyüzünü izleme imkanı veriyordu. Evlerin içi ise, bir dekorasyon dergisinin sayfalarından fırlamış kadar güzeldi. Teknik liderimizin evine akşam yemeği için davet edildiğimizde, gerçek bir Fransız evini yakından inceleyebilme imkanım olmuştu. Ev sahiplerinden evi nasıl yaptırdıklarını anlatmalarını rica ettim. Öğrendiğim ise evi, ellerine para geçtikçe malzeme alıp kendilerinin yaptığı ve inşaatın yirmi yıldan beri devam ettiği oldu. Ayrıca teknik liderimin de aslında ne mühendis ne de mimar olduğunu, üç üniversite deneyimi yaşadığını, ancak hiç birini bitiremediğini öğrendim. Bu anlattıkları çok samimiydi; çünkü teknik lider olarak tanıştırılan birisinin, bir kampçıya herhangi bir üniversite bitirmediğini söylemesi çok cesurca bir davranıştı. Benim anlamadığım ise, böylesine kullanışlı, planlı, sanki bir proje dahilindeymişçesine yürütülen yirmi yıllık inşaatın nasıl olup da üstesinden gelinebildiğiydi. Belki de aklıma mimarlık bölümünde yan dal yapma fikrini sokan, bu evin güzelliği ve benim de böyle bir eve sahip olma isteğimdi. Bir de tabii ki "teknik" liderim…
Fransız mutfağına alışmam biraz güç oldu. Ama alışmam gereken daha pek çok mutfak vardı. Çünkü kampta yemekleri, dönüşümlü olarak bizler yapıyorduk ve katılımcılar –doğal olarak- kendi bildikleri yemekleri yapıyorlardı. Mutfağımız hep doluydu ve her zaman açıktı; bu yüzden hiç aç kalmadık. Yemek sırasında, yemeklerden sonra mutlaka peynir yeniyordu. Şarap ise sofranın vazgeçilmeziydi. Yemeği kim yaparsa yapsın, sofradan asla eksik olmayan şarap ve peynir bize, Fransa'da olduğumuzu asla unutturmuyordu.
Yapacağımız iş ise, dere yatağındaki fazlasıyla yıpranmış ve eskimiş duvarları yıkıp, yeniden örmekti. İlk iş gününde üst üste koyup aralarına çimento sıkıştırdığım bütün taşları, bize nasıl duvar örüleceğini öğretecek olan teknik liderimiz bir bir sökmüştü; çünkü duvarın benim yaptığım kısmı, tamamen yamuk gidiyordu. Ama zamanla taşları kırmayı, çimento karıştırmayı, düzgün duvar örmeyi öğrendim. Bu durum bütün arkadaşlarımda da aynıydı. Hatta işi öylesine iyi öğrendik ki, zamanla orada çalışan işçilerin de işlerini yaptığımızı fark ettik. Artık ne de olsa işi biliyorduk… Benim için ise durum biraz daha farklıydı; çünkü ben, belki artık duvar örmeyi bilen, ama teori adına henüz hiç bir şey bilmeyen bir inşaat mühendisliği öğrencisiydim.
Kampçıların hepsi çok sıcakkanlıydı. Herkes, kampın dili olan İngilizceyi biliyordu ama aslında kamp, konuşabilenler ve konuşamayanlar olarak ikiye ayrılıyordu. Üstelik başlarda ben de konuşamayanlar grubuna dahildim. Ama çalıştıkça gelişiyordu dilim; hiç çaba sarf etmeyen, konuşma gayretini bile göstermeyen arkadaşlarımın ise hala konuşamadığına eminim.
Kamplarda, hafta sonları ve hafta içleri iş bitiminden sonra, genellikle yapılacak bir aktivite oluyordu. Bizim kampımızın bir ayrıcalığı da minibüsümüzün olmasıydı. Eski minibüsümüzle yakın kasabalardaki konserlere, festivallere, havai fişek gösterilerini izlemeye, sahil kenarına, müzelere, sirke gittik. Kampta, sadece restorasyon konusuna yoğunlaşmamak adına, başka işlerin atölyelerinin kurulduğu da oluyordu. Örneğin demir dövme atölyesi bunlardan biriydi ve demir ustası, bize bıçak yapmayı öğretti. Ben ise saatlerce, vurduğum çekiç kadar sert bir demir parçasını keskinleştirmeye uğraştım, ama nafile! Çünkü ateşte ısıtıp yumuşattığım demir, saniyeler içinde tekrar soğuyordu ve ben bir türlü çekici doğru zamanda vuramıyordum. Sonunda elimde kaba ve hiçbir şeyi kesemeyeceği için bir o kadar da masum bir bıçak kaldı.
Gitmeden, aklınızın bir köşesinde, kampınızla ilgili bir fotoğraf yarattıysanız, kafanızın içindekinden daha güzeliyle karşılaştığınızda, daha önceki aklınızın ucundan bile geçmiyor… Peki ya durum tersi olursa? O zaman da hayalinizin fotoğrafı, midenizin üstünde inceden inceye bir pişmanlık duygusuna neden oluyor. Fransa kampımın muhteşem evi, lezzetli dünya yemekleri, benim fotoğrafımı öylesine aşmıştı ki; kendi beklentilerimin neler olduğunu bile unutmuştum, ta ki İspanya kampımda, hepimiz-otuz kampçı- aynı odada yaşamaya başlayana kadar…
İspanya (arkeoloji) kampım, Fransa kampımın aksine problemli başlamıştı. Şirketle ve hükümetle yaşanan sorunların yanı sıra,(hükümetle sorun yaşadık çünkü kazıyı kamusal alanda yapıyorduk) yaşayacağımız oda çok pis, duşlarımız ve tuvaletimiz yetersiz, yemek yiyeceğimiz restoran çok küçüktü. Hepimizin aynı odada kalması, çoğu zaman birçok olumsuzluğa neden oluyordu. Birimizin grip olması, ertesi gün yaklaşık beş-altı kampçıyı yatağa düşürüyordu. Üstelik bir türlü de havalanmıyor ve temizlenmiyordu, çünkü temizleyen takımın odadan çıkmasıyla ortalık yeniden toz duman oluyordu. Ama onca kişi bir odada kalınca, uyku tulumlarının havada uçuşmadığı da olmuyor değildi... İşte bu da birlikte yaşamanın en güzel tarafıydı.
İkinci kampımın en can sıkıcı yanı ise, aç kalmamızdı. İlk kampımın aksine burada yemeklerimizi restoranda yiyorduk, yiyorduk yemesine ama doymuyorduk bir türlü… Çünkü porsiyonlar hiç kimseyi doyuramayacak kadar küçüktü ve yemekler çok kötüydü. İki hafta süresince doğru dürüst beslenemesek de, yediğimiz ekmekler ve patates kızartmalarının yardımıyla, hiç de kilo verdiğimiz söylenemez.
Elbette her şey bu kadar olumsuz değildi. Yaptığımız iş, arkeoloji, kimimiz için çoktandır içinde olduğu, hatta bu alanda çalıştığı bir dalken; kimimiz içinse önümüze yeni bakış açıları açacak bir pencereydi. Herkes çok istekli çalışıyordu. Bunun nedeni, bizimle birlikte çalışan arkeologların (teknik liderlerimizin) da bizim kadar istekli ve heyecanlı oluşuydu. Taşıdığımız bütün taşlar, kendimizden ağır el arabaları, bulduğumuz paralar, kazdığımız mezarlar bir oyunun parçaları gibiydi. Biz sadece oyunun şifresini çözmeye çalışıyorduk sanki… Başlarken, önümüze üç arkeolojistin yarattığı, üç tane senaryo koyuldu, kazı alanında neler olmuş olabileceğine dair… Her bulunan kemikte, yeni açılan mezarda hepimiz bir heyecanla koşuşuyorduk ve ortaya yeni tahminler atılıyordu; arkeolojiyle, tarihle ilgili derin tartışmalara girişiliyordu. Teknik liderlerimiz, o kadar kısa zamanda, bize öğretebilecekleri her şeyi öğrettiler. Hepsi –Cristina, Adolfo, Ricardo- yüksek lisanslarını tamamlamış çok deneyimli arkeologlardı ve lider sıfatını taşımalarına rağmen grubun birer parçası olmaktan hiç kaçınmadılar. Grup liderlerinin kendilerine ait odaları ve ofisleri varken, arkeologlarımız bizimle birlikte uyku tulumlarıyla uyumayı tercih ettiler; tıpkı bizimle birlikte aç kalıp, bizimle birlikte sabahladıkları gibi…
Sonuç olarak söylenebilir ki kamplar çok eğlenceli yerler; birçok insanla tanışıp arkadaş olabileceğiniz, yeni kelimeler öğrenebileceğiniz, bambaşka kültürler tanıyabileceğiniz yerler... Ancak beklentilerinizi yüksek tutmayın; neyle karşılaşacağınızı kimse bilmiyor. Gitmeye karar vermek için ise, sadece biraz cesaret gerek.