Hareketin Mimarisi: Mimarlığı Neresinden Tutabilirim?

Attila BEKSAÇ / 01 Kasım 2013
Mimarlığa istediğim yerinden tutunabilirim. Çünkü mimarlık, mekândan fazlası. Tüm tanımlamalardan, sığdırıldığı zannedilen tüm kalıplardan ve hatta yollardan...

Christopher McCandless'a adanmıştır.

Neresinden tutabilirim mimarlığı? Yapıların dışını yansıtan ve içini görünmez kılan cephesinden mi? Cephesinden çekip alabilir miyim yani? Tüm birikimini, vücut bulan her metrekaresinde hissedebilir miyim?

Bir yoldayım, modum sakin. Kulağımdaki müzik sakin, ben sakin. Rayları seviyorum. Tüm o çıkardıkları metal seslerini ve frenle birlikte geliveren sirenlerini. Mavi koltuklarına yaslanıp izlemeyi. İzlemeyi ve bir şeyler edinmeyi kocaman camlarından. Birer kare hepsi. Bakıyorum ve gördüğüm karelerde farklı algılarla bir sağa bir sola hareketleniyor vücudum. Hayret de ediyorum kimi zaman iyi kötü. Büyüleniyorum bazen. Kimi zaman da kıskanıyorum. Ama biliyorum. Biliyorum ki varlar. Hepsi, herhangi bir yer ve zaman, tüm fizik kuralları dahilinde ve fizik kurallarından yoksun hislerimde ve istasyonlar arası atladığımız her mesafede. Yaşıyorlar, yaşatıyorlar, öylesine coşkun ve sahici, öylesine sahte ve kederli, öylesine varlar işte. Bunu fark ediyorum. Tüylerimi ürperten varoluşlar hepsi. Aramızdaki camdan çıkararak, gezdirerek ve yeniden bedendeki evine döndürerek adımlıyoruz ruhumla her sokağı. Her sokak içimdeki sokak, her deniz içimdeki deniz, her bina içimdeki bina ve köprüler, bizi birbirimize bağlayan ve sınırlar bizi birbirimizden ayıran ve yollar, hiç bitmeyen. Yollar, bittikçe kendini yeni baştan yaratan sınırsız, savruk ve yönsüz yollar. Ne kadar çoğalmışız. Terk ettikçe tekilleri, ne kadar yol almışız. Aldığımız her yolun ardında ne çok şey bırakmışız.

Elbette somut bir bahsi de geçmeli mimarlığın. İki çift aşina laf edilmeli. Hep böyle olmaz mı? Yolun anlamı, yolda olmanın keyfi ve huzursuzluk vericiliği ve yolun kendisi. Yolun birincil sözlük anlamından arınmış algı çıkarımları. Yolun mimarisi. Daha doğrusu yolda olmanın mimarisi. Ve hareketin. Hareketin mimarisi. Eleştirilmeli! Tıpkı her şey gibi. Her konuda olduğu gibi insan, her yapı için olduğu kadar mimar eleştirmeli. Yolu ve yolda olmayı da. En az ürün odaklı eğitim süreçlerini, kolektif bilinci hiçe sayan ve kamusal talepleri karşılamayan kamusal alan düzenlemelerini, hatta politikayı. Evet, politikayı eşelediği, eleştirdiği ve irdelediği oranda soyutu, kavramsalı ve onların bakış açısıyla varolmuş ve olmakta olan mekânları da eleştirmeli!

Şehirsin. İçinde onca yapı, onca insan, onca hayvan ve onca bitki barındırıyorsun. Gökyüzünden ve yeryüzünden besleniyorsun. Mekânsın. Birileri için bir kapısın. Her aralandığında cevap veren ve içine alan tüm sakinlerini. Ve insan. En son insansın. En başta olduğun gibi. Şehre hükmedensin. Şehri yaratıp, yarattığın şehrin kurallarıyla hükmedilensin. Ve şehirdeysen, fiziksel olarak hareket ediyor olduğun söylenebilir. Bir yerden başka bir yere gitmek için araç veya ayaklarını kullanıyorsun. Ve  sınırlandırdığın, plan ve programlara yayarak düzenlediğin bu alışkanlığı yaratmak için zamanında çok çaba harcamışsın. Yarattığın alışkanlıklar seni yaratır olmuş bir süre sonra. Tüm oluşturduğun düzenler arasında yaşamının mimarı olmuşsun. Öyle varsayalım. Ve bir müddet sonra kaçıyorsun. Farklı, bambaşka olduğunu düşündüğün yerlere. Farklı mimarların inşa ettiği düzenlere ve yaşamlara ihtiyaç duyuyorsun. Yol, o zamana kadar şehrin organizmaları arasında akan bir damar gibi dururken birden, yolun sakini oluyorsun. İşte o zaman mekânın yol, yolun mekânın oluveriyor. Hareket içerisindesin halbuki. Hareket eden o mekânda, tüm o farklı yaşamlara ve oluşturdukları yerlere ulaşmaya çalıştığın sıralarda nerede olduğunun ve nasıl barındığının, ihtiyaçlarını ne yolla giderdiğinin farkında mısın? Ne kadar farkındasın veya...

Yine o soru kulaklarımda. Yine o bitmek bilmez ‘ulaşılmazın heyecanı'yla. Mimarlığı neresinden tutabilirim? Ben yolda, sen yolda ve tüm sorular kafamızda. Kafamız ve içindeki sorularla bizler, yolda. İşte tüm mesele bu aralık. Yıllar önce mimari proje atölyesinde hocalar arasında duyduğum o ikilemi anımsatıyor: Hareket eden mekân, mekân mıdır? Hareket, mekânı mekân olmaktan çıkarır mı? Mekân, yalnız durağan bir olgudan mı ibarettir?

Fin mimarlık kuramcısı Pallasmaa'nın betimlemesiyle tenin gözleriyle bakmak ve gözlerdeki tenle dokunmayı denemek yola. Tüm bu bilinmeze dokunmak ve dokunduğunu hissetmek. Ona bakmak, irdelemek, eleştirmek ve görmek. Tanımak. En olağan eylem ‘tanımak' olmalı. Yol, iki veya daha fazla yakayı birleştirirken, bizleri farklı yaşamlara ulaştırırken, asıl kendisinde başlamalı. Yolu tanıyarak ve hareketin mimarisinde kaybolarak mekânlaştırılmalı. Şimdi, tüm inancımla meydan okuyorum. İçimde, mimarlığa bir yerlerinden tutunmaya çalışan her hevesle, yolu göz ardı etmiyor, onu hiçe saymıyorum. Yolu tanıyorum. Bunu, yolu mekân edinişimdeki kilometre taşı sayıyorum. Çünkü her çıkışımda ulaştıracağı nokta değil sadece beni yola bağlayan. İşte bu hareketin, mekânın gel-git, ileri-geri, hızlı-yavaş, dengeli-kendinden geçmiş hali ve onun saydam camlarından süzülen her kare, geçtiğimiz her ‘yer', gördüğüm her yüz beni yola bağlıyor. Ve her ne kadar fiziksel olarak yürümüyor olsam da, yol ve onu geçmemiz için bizi içine alan mekânın hareketine tutunuyorum. Öyle bir mekân ki bu, sunduğu fırsatları ve değişkenleri yakalamak çok zor. İşte bu yüzden kendine bağlıyor belki de. Hiç stabil ve durağan vaatler yok yolun ve hareketin mekanında. Ama tutku var. Büyük bir tutku. Elinin tersiyle iterek tüm durağanlığı ve durağandaki madde biriktirme olanaklarını, zihninde ve kalbinde anılar biriktirmeye yeltenenlerin sıkı sıkıya tutunduğu bir tutku. Bu tutku, o yolun ve yoldaki hareketin, ulaşılabilirliğin ve aslında ulaşılmazlığın, biraradalığın ve tekilliğin, değişimin, yaşamın ve ölümün, tüm karşıtlıkların tutkusu. Ve yenilmenin. Kaybetmekten korkmamanın. Mekân tanımlanmasında büyük bir yer tutan güvenlik ihtiyacını tahtından edecek farklı ihtiyaçlar, bu tutkular. Farklı yaşamlar. Ve farklı yaşamları yaratacak farklı mimarlar. Tüm mesele, sınırlar. Zihinden yol alan ve kalemlerimizde kanunlaşan bu sınırlar. Ve Einstein'ın atomu parçalamakla kıyasladığı zorluktaki önyargılar. Kanunları değiştirmeye karşı çıkan önyargılar. Tüm savunma refleksleri. Oysa ki mimarlık ne kanundan ibaret, ne de mimarlığa kanun koymak bir öncelik.

Mimarlık yaşam. Mimarlık yaşam için mekân. "Mekân için yaşam, mekân içinde yaşam" değil mimarlık. Mimarlığa istediğim yerinden tutunabilirim. Mimarlık, mekândan fazlası. Tüm tanımlamalardan, sığdırıldığı zannedilen tüm kalıplardan ve hatta yollardan. Evet, yollardan ve onların ulaştırdığı sanılan tüm sonlardan. Hareketlerimden çıkan eylem alanımdan, parmak uçlarımdan fazlası mekân. Sağlamlık, estetik ve teknolojiden fazlası mekânı yaşanılabilir kılan. Olduğu gibi reddettiği mirasın ardından kendine yolu ve hareketi mekân edinen Christopher McCandless'ın yaşamı ve ölümü, kutlamaları, yolculukları, sevinci, hüznü, uyanışları ve göz yumuşları ve yazdığı kısa kelimeli günlükleri, her şeyi 142 kodlu minibüsüydü. Bu yeşil-beyaz minibüstü onun için mekânı yaşanılabilir kılan ve canı istediğinde onu farklı yaşamlara savuran. Mimarlık ve ona karşı duyulan tutkulara kulak verilmeli. Ve en çok da sınırlar; sınırlar, bir an önce delinmeli…


İlişkili Haberler
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :