MİMARIN ROLLERİ
Güven Arif Sargın'ın "Devrimci bir Praxis olası mı? Mekân ve Toplumcu Tahayyüller" başlıklı konuşması, bir öndeki sunumların pratik esasını söylemsel bağlamda çerçeveleyen, cesaretlendiren, hatta kışkırtan bir çağrı niteliğinde. Sargın, "Devrim sözcüğü hepimiz için modası geçmiş olabilir ama ben hâlâ içinin doldurulması gerektiğini düşünüyorum" diyerek başlıyor sözlerine.
"Devrimci praxis nedir? Oturum başlığında çoğul tarifi beklenen mimarın rollerine dair, "Mimari pratikte devrimci praxis nedir?" sorularıyla konuşmasını temellendiriyor. 20. yüzyıl eleştirel teoreminin bize kazandırdığı bir şey olarak praxisin özgürleştirici bir siyasete karşılık geldiğini ifade ediyor. Mimarın rolleri düşünülürken bireysel değil kamusal bir vicdanın mutlaka tartışmaya açılması gerekliliği ve söylediğimiz ve yaptığımızla pekiştirilmesi gerekliliği üzerinde duruyor.
Mimar özneye dair el kitapçıkları söz konusu, bir şeyi nasıl yapacağınızı didaktik biçimde söyleyen, bir tür yol gösterici haritayla birlikte karşınıza çıkan ama bunu yaparken de bildik olan arketipleri üretmekten çok, tekinsiz olanı yani ele avuca sığmayan cephede bir mücadeleyi öncelikli gören başucu kitaplarından bahsediyor. Tekinsizliğin de özellikle bir modernite olgusu olduğunu belirtiyor Sargın. "Bizim kendimizi emniyette hissettiğimiz ve bu nispette üretmekten beis görmediğimiz, korunaklı ve steril dünyaların ötesinde, tekinsiz dünyaları keşfetmek ve onun içerisindeki arketipleri eleştirerek alternatifleri üretmekle yükümlü olduğumuzu söyleyebiliriz. Bütün bu ortamın çok steril ve korunaklı olduğunun da altını çizmekte fayda var."
Mesleki etikle ilgili bir dava var bu müştereklerde, diyerek Kantçı bir dille, "Saf ahlâkın beşeriyetin tözüne ilişkin bir arayışın hâkim olduğunu görmekle yükümlüyüz yani mimarın insan olmamızla, özümüzle ilgili bir arayışın sözcülüğünü üstlenmesi gerektiğine inanıyorum" diye devam ediyor.
Ütopyaya ne oldu?
1950 ve 60'larda doruk noktasında yer alan program ve manifestolara ne oldu? Gördüğümüz bu filmlerin kahramanları; mimar özneler neye dönüştü? Yoksa hâlâ aynı vasfa hâiz miyiz, diye kendi kendimize sorabiliriz, diyen Sargın: "Bir tür sapkın olan tekinsiz mecralarda söz söyleyen, önermede bulunan, gerektiğinde her eşeyi yeniden kurmak adına Roma'yı yakmaktan beis görmeyen ve kamunun vicdanı gibi davranmayı öncelikli gören mimar özne nereye gitti, nereye evirildi günümüzde?" sorularıyla devam ediyor. İçsel bir çelişkiye dikkat çekiyor. Yukarda zikrettiği mimar özne kent soylu bir özne, Sargın'a göre: "Bütün başucu literatürüne bakınca bizleri tarif ettiğini görürsünüz ancak kendi türüne ve türünü yeşerten ortama biat etmeyen bir özne olduğunun altını çizer, tüm riskleri alır, karşı durur, eleştirir, ötelenmekten korkmaz, öyle ki dışlanmaktan haz duyar." Bu arayış içindeki öznenin, Benjamin'nin sözcükleriyle, kendi hazzını üreten gezgin bir siyasi özne olması gerekebilir. Kent soylu yaratıcı kapasitesini, mevcut olanın sürdürülebilirliği üzerine değil, mevcut olanın formunu bozmak, parçalamak için kullanmıştı, kamusal vicdanı elinden düşürmeden.
Sargın sözüne, 1960'larda sahibinin adını vermek istemediği bir manifestoda; mimar yalın bir tasarımcı olmanın ötesinde, sosyal mühendisliği yadsımayan, yeni bir kimliği koşulsuzca üretmek zorundadır dendiğinden bahsediyor. Ancak sosyal mühendisliğin bir çelişki içerdiği konusunda uyarıyor. Yukarıda alıntıladığı bütün bu isimlerin özgürleştirici bir praxisten dem vurduğunu fakat aynı zamanda neredeyse bir mühendis tanrı gibi davrandığını da ekliyor. Bu noktada önceki oturumda Altürk'ün hatırlattığı Helbelseimer'e değinerek tam da böyle bir dönemin tavrını çok iyi resmettiğini ve iade-i itibarı hak ettiğini vurguluyor.
Tanrı ya da değil bu sözü geçen mimar özneye ne oldu? Sorusu üzerine iki önemli değişimden söz açıyor. "Metalaşma süreciyle mekânsal üretimin özellikle savaş sonrasında helalleştiğini görüyoruz, kentlerimiz hali ortada, metalaşama sadece savaş sonrası tek başına görülen bir mesele değil aslında bütün mekânla ilgili derdimizin ekonomik politiğini tartıştığımızda böyle bir sürecin farkındayız. Mekân üzerinden metalaşmanın ne kadar derin, yoğun ve sancılı olduğunu gözlemekteyiz son günlerde."
"Sadece nesne tabanlı bir üretimin ötesinde, süreci kıymetlendiren ve bunu bir sosyal ve politik bir programla birlikte yürüten, SOSYAL BİR AJAN olmamız gerektiğini iddia ediyorum"
Sargın'a göre, mimar kamusal vicdan ile pazar ekonomisi arasında bir yerde sıkışıp kalmış durumda. Önceki Alternatif Yaklaşımlar başlıklı oturuma atıfta bulunarak tamamen umutsuzluk, olumsuzluk olmadığını, çıkış yolunu önermenin mümkün olduğunu vurguluyor.
"Yasal olmasa da meşru bir çatışma ortamına ihtiyacımız var" diyen Sargın bir gün önce katıldığı başka bir konferansta hukukçu olan bir panelistin: "Bırakın gecekondulaşalım" sözlerinin çok hoşuna gittiğinden söz ediyor. "Gecekondulaşmanın meşru bir zemini var, istediğimiz türden bir yasallığı sonrasında nasılsa işler hale getirebiliriz, öyle bir noktaya geldik ki, bir özne için anayasamızı yeniden yazabiliyoruz, o zaman üretim mekanizması için de yeni yasal zeminler yaratılabiliriz ama bunlar da ne kadar meşru olur?" sorusunu soruyor.
"Gerilimlerden kaçınmamalıyız, çatışma olacak, direnerek bu çatışmanın öznesi olarak davranmamız iyi olabilir, bu koşullar altında mimar özne parçacı davranabilir, önceki oturumda gördük, zamansal olabilir, kalıcı, anıtsalın ötesinde zamana yayılmış, zaman içinde kendiliğinden kaybolup izini bırakmayan bir tür üretim aksı söz konusu olabilir" sözleriyle çözüm önerilerine geçiyor. "Adımızı tanrı gibi sağa sola yazmak zorunda değiliz, tam da bu noktada yeniden sosyal ajan olabilmenin birtakım nüvelerini yakalayabileceğimizi düşünüyorum."
Praxisi de böylece yeniden tartışmaya açabiliriz, eğer kamusal vicdanı öncülleyen toplumsal faydayı gözeten devrimci bir praxisi yeniden inşa edeceksek, mimar öznenin tekilci bencil dünyasından sıyrılması, sosyal etkileşime açık olmalı, ürettiği şeyin bir sanat eseri olmadığının bir süreç içerisinde kolektif üretimin ürünü olduğunun bilinciyle hareket ettiğimiz zaman arabuluculuğu hem oluşturabiliyoruz hem de etkin bir sosyal ajan gibi davranabiliyoruz, mimar özne homoekonomikus'tan homopolitikus'a dönmeli, siyasi programlarla kendimizi bezemeliyiz, özellikle 7 Haziran'dan sonra bu tartışmaların altında kendimizi yeniden cepheye sürme konusunda bu noktalara gereksinimiz olduğunu düşünüyorum" sözleriyle cesaretlendirici bir kapanışa geçen Sargın, şu sözlerle konuşmasını bitiriyor: "Mimar öznesi, bencil yapısından kurtularak (tanrısallaşmadan) sosyal mühendis rolüne geri dönmeli"
Evren Aysev, "İnşaatın Ötesinde Mimarlık" başlıklı sunumuna, İstanbul'un mega projelerine dair sayısal ve harita bazlı verilerden ve bu projelere karşıt bir hareket olarak doğan Mülksüzleştirme 'yi hatırlattıktan sonra, iki farklı uçtaki mimarlığı tanımlayarak başlıyor; biri TOKİ projelerini çizen, görünmeyen mimar diğeri ise star mimar. Star mimar kent toprağının kendisi gibi metalaşmış, pazarlamaya yönelik araçsal bir varoluşa sahip. Aysev'e göre, bu mekanizmalar içinde mekân niceliksel gündemlerin bir soyut nesnesi haline geliyor ve mimarlık disiplini sermayenin kent üzerindeki etkinliğini fizikileştiren, meşrulaştıran, estetize eden bir araca indirgeniyor, sonuç olarak, mimarın rolü de içi boşaltılmış birtakım mekânların sunumu haline geliveriyor.
Rem Koolhaas'ın Büyük (Exra Large) teoremine de değinen Aysev, büyüklüğün kendisinin kent haline geldiğini sözlerine ekliyor. Ayrıca Koolhaas'ın: "Bugünün ekonomik yapısı içinde inşa eden bir mimar olmak, korkutucu bir ölçüde var olan bir statükoyu kabullenmekten geçiyor" ifadesini alıntılıyor.
Mimar nasıl birisi? Belkıs Uluoğlu'nun geçmiş sunumunda ortaya koyduğu gibi, "Dünyayı daha güzel bir yer haline getirmeye çalışan biri midir?" diyerek eleştirel bir tonla soruyor. Volume dergisinden hatırlayacağınız akademisyen mimar Mark Antony Wigley'den önemli bir ifade paylaşıyor bizlerle, "Mimar somut nesneler üreten bir inşaatçıdan çok, nesnelerle ilgili söylem üreten bir entelektüeldir. Mimarın gerçek inşaat alanı kelimeler; temel rolü ise söylem ve biçim, kelime ve nesne arasındaki birliği kurmaktır." Kendi sözleriyle Wingley'e şu şekilde katılıyor Evren Aysev:"Mimar iyi binalar inşa edenden birisinden çok, bir hikâye anlatıcısıdır."
Şizofreni
Mimarın ne ürettiği o kadar da net değil Aysev için. Peki, mimar kim? Asli soruya kendi cevabı kayda değer: "Mimar ŞİZOFRENİK bir varoluşa sahip; ikilemler içinde gidip gelen bir insan. Çünkü mimar, bir yanda yaratıcı bir sanatçıyken bir yandan girişimci bir iş adamı ya da işkadını; bir yanda bir Auteur dehayken öbür yanda takım oyuncusu, arabulucu, medyatör; bir yanda kamu alanı savunucusuyken, öbür yanda kapitalist gayrimenkul piyasasının aracısı olan otorite ve güçle her zaman yakın ilişki içinde bir profesyonel; bir yerde özerk bir disipliner alanın profesyoneliyken, başka bir yerde kentsel mekân üretiminin etkisiz aktörü; dünya üzerindeki binaların %2'sini yapan teknik bir insanken aynı zamanda yaratıcı bir vizyoner, öbür yandan arkaik verimsiz işletme modelleriyle çalışıyor; iletişim becerileri yüksek olmak zorunda, öbür yandansa kamudan kopuk; devrimci, öncü, yenilikçi bir bireyken, varoluşu tamamen kapitalist piyasa şartlarına bağlı bir kişi; bir yandan bir entelektüel, bir yandan gündelik acil çözümlere pratik çözümler üretmesi gereken teknik bir insan."
Aslında mimar, kendi gündelik pratiği içinde, sürekli bu rollerin içine girip çıkarak, oraya buraya savrularak, orta bir yerlerde konumlanıp durarak; Selva Gürdoğan'ın da kendisini aynı sözcükle tanımladığı, şizofrenik bir varoluşu gerçekleştirerek, buluyor kendini.
Aysev daha sonra, İnşaatın Ötesinde Mimarlık kavramını, bir çözüm üst başlığı olarak sunuyor ve dünya üzerinden çeşitli örnekler veriyor.
Gerilla Taktikleri
Gerilla Mimarlığı/İsyankâr Mimarlık kavramlarıyla biz ilk defa 2013'te post Gezi döneminde, Türkiye'nin ilk işgal evi, Yeldeğirmeni Kadıköy Donkişot Sosyal Merkezi 'nde (i) karşılaştık. Dünyada 1970'lerden beri yüzlerce mimarın eliyle daha etkin alternatif bir mimari olasılık olarak yayılmakta. İspanya'da Brezilya favela'larında, Nijerya'nın sel baskınlarına üretilen çözüm sürecinde, Pakistan'da, Vietnam'da, Avrupa'da; İtalya ve Fransa'da ciddi gündem teşkil eden bir hareket gerilla taktikleri. Nedir gerilla hareketi; kullanılmayan, terk edilmiş, problemli, boş kentsel mekânları, çoğu zaman yasallığın kıyısında duran işgal yöntemleriyle ele geçirip, yeni mekânsal düzenlemelerle kamuya açan, var olan mimari, inşai mekânsal üretim pratiklerindeki hiyerarşiye alışılmadık mekânsal müdâhalelerle meydan okuyan, mevcut regülasyonların, bürokrasinin çözüm üretemediği bir hız ve yaratıcılıkta, acil kamusal sorunlara sosyal sorumluluğu olan ucuz, sürdürülebilir, kullanışlı mekânlar üreten ve Occupy Movement içersinde kendine bir teori ve konum veren domino taşları gibi megapolden megapole zıplayan bir hareket.
Açık kaynaklı mimarlık
Bir diğer olasılıksa Aysev'in çok önemsediği; insanlığın doğal afet, hastalık, savaş sonucu çıkan felaketlerdeki barınma krizlerine, acil, yerel malzemeler yardımıyla, kolay uygulanabilir, fonksiyonel çözümler üretebilecek gönüllü tasarım profesyonellerini kamusal ihtiyaç sahipleriyle buluşturan arayüzlerce kurulmuş, kendileri bizzat tasarım ve mimari üretim yapmayan arabulucu bir hareket.
Alastair Parvin'nin, gerekmedikçe inşa etme, küçül, amatörleş kavramlarını geliştirdiği Wikihouse Bilgibankası (ii) örneği de açık kaynaklı mimarlık alternatifine ilginç bir örnek. Dünyadaki binaların %2'si mimar tasarımı ve mimarların işverenleri nüfusun ancak %1'ini oluşturuyor. Bu rakamlar da mimarlığı saçma bir iş haline getiriyor. Parvin'in sorusu: "Mimarlar neden insanların %100'üne ulaşamasın ki? 20. yüzyıl tüketimin demokratikleşmesi yönünde bir devrime sahne olduysa 21. yüzyıl neden üretimin demokratikleşmesi noktasında bir devrime sahne olmasın ki?" Wikihouse Database böyle kuruluyor. Aysev fikri tanımlıyor; bir mimar herhangi bir projesini Wikihouse bilgibankasına yüklüyor ve dünyanın başka bir yerinde başka bir kullanıcı, bu projeyi çok basit bir biçimde, iki kişinin iş gücüyle, elle yapılabilir malzemeler yardımıyla kendi kendine kurabiliyor. Projeyi oluşturan en küçük parçalar 3d yazıcılarından, CNC makinelerinden üretiliyor, çoğaltılıyor ve böylece insanlar barınaklarını kendi kendilerine üretebiliyor. Muhteşem değil mi?
Mimarsız mimarlık
Olasılıklar içindeki sonuncusu, mimarlık eleştirmeni, küratör Aaron Betsky'nin: "Mimarlık nesneler üretmek değildir, binalar sadece nesnelerdir, mimarlıksa o nesnelerin tasarlanış, üretiliş varoluş biçimleri hakkında düşünmek ve tartışmaktır, daha net olarak mimarlık kendimizi dünya üzerinde kendi evimizde hissetmememizi sağlayan şeydir" ifadesi üzerinden tartışabileceğimiz mimarsız mimarlık örnekleri. Aysev'e göre Türkiye bunu, 2013'te Gezi Parkı Direnişi sırasında yaşadı. Kent hakkını, yaşama biçimlerini, kamusal mekânı ve ağacı savunmak için sokakları dolduran insanlar, barış ve dayanışma içinde var olmanın, mekânı kendilerinin kılmanın çok yaratıcı örneklerini sergileyerek, haftalarca yeryüzünü kendi evleri haline getirdiler. Aysev, mimarlık pratiğinin bu özgürleştirici, inisiyatif alan, çoğulcu ruh halinden öğrenecek çok şeyimiz olduğunu vurguluyor.
Yelta Köm'ün "Bugünlerin Bir de Yarınları Var" başlıklı sunumuna, tek tipleştirilen, kutsanan bir mimarlığın varlığını eleştirerek başlıyor. Köm, şu ana kadar tartışılan mimar nasıl olmalıdır tespitlerine tersten bakıyor. Mimar kentsel düşünmeli, mimar aktivist olmalı demek mimarı ayrı bir kalıp içine kapatmak ona göre. Sosyal sorumluluk mizaçlı mimarlık konuşmak çok lezzetli, konuşulması güzel olan ama başka bir kısır alan yaratıyor. "Mimar bu kadar sosyal sorumluluk almak zorunda mıdır?" diye açıkça soruyor. Mimarinin mallaşması 'nın mimarinin gündelik bir şey haline gelmesinden kaynaklandığını iddia ediyor. Mimarlıkla ilgili konuşan her şeyin kentsel temalara değinmek zorunda olmasından sıkılmış, Köm. Kent konuşulmasın demiyormuş ama. Mimar yazmıyor, mimar üretmiyor, sözlerinden de sıkılmış.
Kendi kendiyle çelişen bir konuşma. İdealize edilen mimarlığa tersten bakması güzel ve demokratik gibi görünse de, gerçekle hiçbir şekilde bağdaşmıyor. Asıl kendisi mimarlığı kutsuyor, aklıyor, ayrımlaştırıyor. Nereden mi? Kentten, gündelik olandan, çok konuşulandan, göz önünde olandan. Müthiş bir yüceltme var burada. Toplumsal olanı konuşmak zorunda mıyız bu kadar çok derken, büyük bir gaflet içinde. Kullanıcısı insan olan bir nesnenin aktörü olarak mimar aksini nasıl yapabilir? Mimarların daha çok konuşması, daha çok yazması için bir temenni olan, mimar konuşmuyor, yazmıyor sitemlerinin nesi yanlış, anlamakta güçlük çekiyorum. 46.000 mimar var, hepsi konuşsun, ne zararı var? Ancak "Mimar doğru düzgün konuşmuyor" diyen Emre Arolat ve Uğur Tanyeli'ye eleştiri getiriyorsa buna katılıyorum. Ama mimar ne konuşursa konuşsun kentsel bağlam aranmasını eleştirmek bir sorunsal olarak var olabilir mi, emin değilim.
"Burada konuştuktan sonra da bir şey değişmeyecek, herkes evlerine ofislerine dönecek, kronik umutsuzluk devam edecek ve bugünün mimarlığını herhalde konuşmaya başlayamayacağız" sözlerine katılmam imkânsız. Sadece umut olduğu zaman mı tartışma doğar? Sadece umut olduğu zaman mı çözüm olabilir? Tespit edilmemiş, teşhisi konmamış onca mesleki hastalık varken, neyin tedavisi ve argümanı olacak ki? "Umutsuzluğa kapılmayın, yatağa küs girmeyin!" şarkı sözleri bugünün Türkiye'sine bir umut mu sağlayacak sihirli değnek gibi. Sözcük olarak umut son derece etkisiz değil mi? Söylem olarak umut ediniz çok etkisiz değil mi? Umut bir proje olarak var olabilir mi?
Mimarlıkta emeğin yeterince konuşulmamasına dikkat çekmesiyse önemliydi ama arada kalarak pek işitilmedi. Bu konuyu açmasını dilerdim.
Hülya Ertaş "Sankicilik" başlıklı konuşmasına, mimarın rolleri meselesinde sankiciliği anlatmak için medya karşılaştırması fena değil, diyerek genel medyada yer alan ama mimari medyada birtakım nedenlerle yer almayan kamu vicdanında yer edinmiş olayları gösteriyor. Zorlu Center'ın izin alınan inşaat alanını proje sürecinde ikiye çıkarması, Torun Center asansör kazası, Gazi Mimarlık'ta kilise maketlerine karşı linç girişimi vb.
"Eğer bu ülke içinde yaşadığımızı düşünürsek mimarlık yapamayacağımıza karar verdiğimiz için ülkenin gerçeklerini toptan bir kenara bırakarak kendi mimar gerçekliğimiz içinde bir şey yapmaya çalışıyoruz, öğrenciyken de başka bir gerçeklik, dergicilikte de bambaşka gerçeklikler" sözleriyle sankicilik tutumuna dikkat çekerek, Gürdoğan ve Aysev'in konuşmalarında yer verdikleri imgesel şizofreni teşhisine bir gerekçe daha eklemiş oluyor. "Sankicilik oyunu işimizi yapmamıza yarıyor ama uzun vadede bir faydası yok" ifadesine katılıyorum.
Mimar Sendikası
Ertaş'ın yeni mimari rol için önerisi var: "Bu dünyayı kurtaracağını düşünen, çok idealist olduğunu söyleyen ama kendi iş pratiklerinde aslında sadece sistemin aracısı olarak işlev gören bu mimar modelinden vazgeçsek ve aslında şu an yaratıcı sektör ve beyaz yakalı mimarın bir hizmet sağlayıcılığı dışında başka bir rolü olmadığını artık kabullensek, 20. yüzyıl başındaki mavi yakalıya benzediğini kabul etsek ve gerçek bir mimar sendikası kursak, önce kendi haklarımızı, kendi konumumuzu anlasak ve bir dayanışma içinde bunu elde etsek ve sonra dünyayı kurtarmaya çalışsak." Bunu odaya bırakamayacağımızı da ekliyor. Oda mimara verilmiş bir lüks, sendika kendisinin çalışıp çabalayıp elde edebileceği bir hak olabilir, sözleriyle konuşmasını tamamlıyor. Sargın'ın konuşmasına çok paralel fikirleri olduğunu gözlüyoruz.
SON SÖZ
Üç bölümlük yazı dizisinin ikincisinde; alternatif mimarlık pratikleri üzerinden başka bir mimarlığın tanımı netleşmeye başladı. Mimarlığı gerçekten tartışmaya umuda tutunarak adım attık. Umut bir sözcük olarak etkisizdir ve bir proje olamayacak kadar soyuttur. Örneğin bulunduğu yerde umut zaten vardır. Ve evet umut hep var.
Selva Gürdoğan'ın Kuzguncuk Bostanı'nı "küçük güzeldir" olarak tanımlaması, üniversite bünyesinde bir bostan örneği çıkabilir diye sorması; Dündaralp'in Tokigiller sunumuna, kullanıcıların böyle tek bir isimle anılamayacak kadar farklı gruplardan oluştuğuna dair gelen yorum; Gürdoğan'ın, ürettikleri sergi zemininde kalan fikirlerin saha çalışmalarına dönüp dönemeyeceği sorusuna, "Bunu biz yapabilir miyiz emin değilim ama gönüllülere gerek var ve çok iyi olur" cevabı, oturum başlıklarının ortak paydalarda buluştuğuna işaret ediyor.
Güven Arif Sargın'ın bizden önceki mimari literatür için ortaya koyduğu: "Bütün bu ortamın çok steril ve korunaklı olduğunun da altını çizmekte fayda var" sözleri benim nazarımda Selva Gürdoğan'ın ürettiği alternatif mimarlığı eleştirmek için de kaynak olabilir. Gürdoğan'ın sahalara çıkmakta çekince görmesi, görev için başka gönüllüleri işaret etmesi, mimar olarak kendilerine, Karaköy'deki ofislerinde, uluslararası destekli, son derece steril ve korunaklı bir alanda salt düşünme rolü biçtikleri hissini uyandırıyor. Kendilerine tanımladıkları bu alternatif mimar rolü, estetik bir kısır döngü içinde, bir söz, bir hikâyeden öteye geçemeyen, mimarlığın temel eyleminin uygulama olduğunu göz ardı eden, entelektüel bir körlük yaratma riski var. Bu anlamda benim için gerilla mimarlığından daha geri önemdedir.
Evren Aysev'in bahsettiği gibi mimar, hikâyeci mi gerçekten?
Şizofrenik olmayan ama keşke olsaydı diyebileceğimiz bir mimari rolde, yazar Vedat Türkeli'nin son günlerde söylediği ve epigrafta yer alan sözleri himayesinde, mimar özgür değildir. Özgür olmadığının da bilincindedir. Bu somut bir gerçekliktir. Nitekim Sargın da praxisle bunu ifade etmektedir. Özgür olamayan bir rol, ne kadar bir rol'dür? Yoksa tam da bir rol müdür? Tam anlamıyla rol olan mimarlığın ne kadarı alternatiftir, bilemiyorum.
Şizofreni teşhisinin mimarı aklayan bir tavrı da var, yadsıyamayız.
Mimarların şizofrenisini, bugünün Türkiye'sinde iktidarın şizofrenisinden farklı bir yere koyduğumuzu da belirtmeden geçmeyelim. Son fotoğraf bunun içindir.
____________
i http://capul.tv/turkiyedeki-ilk-isgal-evi-yeldegirmeni-kadikoy-donkisot-sosyal-merkezi/
ii http://www.wikihouse.cc