MİMARLIKTA DEĞİŞİM
Şevki Pekin, "Mimarlığı Anlamak" başlıklı konuşmasına, politikadan uzak sadece mimarlıktan söz edecek olmanın önemini vurgulayarak başlıyor. Pratikte yer alan mimarların mimari tartışmalarla ilgili en belirgin şikâyeti bu. Mimariyi siyasetten ayırmanın bir tür arınma olduğu konusunda iddialılar. Peki, bu mümkün mü? Burada büyük bir yanlış anlama var oysa. Siyasi ideoloji ile siyaseti aynı kavram içine sıkıştırıyorlar. Mimarlığın siyasi varlığı hiçbir zaman göz ardı edilemez. Her bina kamusal, sosyal alanda, velhâsıl siyasal alanda süresiz olarak yer teşkil eder.
Pekin'e göre, mimar olmayan Le Corbusier'nin tekil, kompakt bina çözümleriyle çağımızda mimarlık değişmiştir. Betonun kalıplara dökülmesiyle yapılan yeni binalar; daha heykelsi, sokak dokusundan uzak, tek ve büyük, çok amaçlı ve geniş yeşil boşluklar içersinde inşa edilmeye başlanmıştır. Sonrasında artık değişim kaçınılmazdır. Bugünün mimarlığında bu tekil yapıların, kendi içine dönük, kapalı ve antidemokratik olmasını eleştiren Pekin, manifestodan kaçan, "Mimarlığı anlamaya çalışıyorum" ifadesiyle, mütevazı bir dil kullanıyor. Antidemokratik yapı üzerinde durmak mühim. Mimarlığın teknoloji bağlamında daha konforlu yapılar ürettiği açık, ne var ki, insanlık bu yepyeni yapılarda daha mı özgür, daha mı eşit, daha mı mutlu tartışmak gerek.
Kerem Erginoğlu'nun "Yerel Mimari Geri Dönüyor: Marsilya Kiremidinden, Fransız Balkonuna" başlığındaki sunumu; Türk Hava Yolları'nın Skylife dergisinde Mayıs 2015 sayısının Yerel Mimari Geri Dönüyor adlı yayını ekseninde eleştirel bir bakışla başlıyor. İstanbul'da yüzyılın mimari biçemini en çok etkileyen yapı malzemesinin ülkeye 1927 girişli Marsilya kiremidi olduğunu, günümüzün apartmanlarında sıkça görülen bir buçuk metre konsolların ve %33 eğimin hep bu kiremidin kullanım şekliyle belirlendiğini ironik anlatımından anlıyoruz. Bahsi geçen makalede geleneksel olarak savunulan aslında Fransız kiremidi ve balkonundan başka bir şey değil. Değişen ve hâsılı, geri dönen bir şey yok. Erginoğlu, bugünün mimarlığını, hem evinin hem ofisinin yer aldığı, 1920'lere uzanan mimarisiyle bilinçli olarak Ortaköy, Dereboyu Caddesi merkezinde ele alıyor. Zaman içinde, mülkiyetlerden ve tabelalardan başka kayda değer bir değişim yok, koruma yetersiz, restorasyon yanlış ve çekme katlarla sınırlı yükselen bu tarihi Boğaz köyünde, mantığını yitirdiğimiz imar kuralları bağlamında yeni mimarlar ancak sınırlı birtakım çizgiler üretebiliyorlar. Ortaköy için var olan imar kuralları, ülkenin başka bir yöresinde de aynı biçimde yer alıyor. "Mimarlık mimarlara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir" anekdotlu son sözüyle, mimari değişimin kısırlığını gözler önüne sermesi bakımından önemli bir pencere açıyor.
Abdi Güzer, "Bir Kırılma ve Direnç Noktası Olarak Mimarlık" adlı sunumuna, Türkiye'nin sosyo-politik açıdan ne vaziyette olduğunu betimlemeye bugün sözcüğünün altını çizerek başlıyor. Mimarlığı kökünden etkileyen birbirine zıt iki temel algıdan söz açıyor. Yorumlayacak olursam; biri, hükümet güdümündeki hızlı gelişen, ekonomik zirve listelerinde ilk onda yer almayı hedefleyen, yol, köprü, tünel, havaalanı ve dev projelerle yapmak fiilini hem zikrederek yücelten hem de yapboz yasalarla hızla uygulayan bir algı; diğeriyse bu durumdan endişe duyan, ülkenin muhafazakârlaşması karşısında kaygı duyan, doğa eksenli itirazlarını çeşitli şekillerde ifade eden bir algı. Bugünün mimarlık ortamı kaçınılmaz olarak bu zıt iki kutbun etkisi altında.
Güzer, konferansın ana başlığına tam da uyacak bir biçimde Suriyeli göçmen krizinden, işsizlik katsayılarından, halkın gelir dağılımına, kredi kartı borçlarına ve açlık sınırına değin, istatistikler yardımıyla sosyo-kültürel ve ekonomik bir panorama çiziyor. Güzer, siyasetin her alana olduğu kadar mimarlığa da nüksetmesi ve bir yarılma yaşatmasının her devirde olduğunu ama bugünün Türkiye'sinde bunun daha da ağırlaştığını ve belirginleştiğini, toplumun katmanlarına daha derin nüfuz ettiğini ifade ediyor. Çizdiği resimde, tezatlıklar içinde, farklı kültürlerin bileşkesi, karmaşık bir ülke profili var. "İki dilli, ikiyüzlü bir hayat yaşıyoruz" diyor. Bu iki farklı yüz zaman zaman kesişip çatışıyor. Bunun sihirli çözümünü arayan bir Türkiye var kaşımızda.
Kentsel dönüşümlere de iki açıdan bakıyor Güzer: "Bir yanıyla yenilik ve konfor vaat eden, bir yanıylaysa kentsel kimlikleri alt üst eden, insanları yerlerinden eden ve dolayısıyla yersiz yurtsuz kentlere açılan bir operasyondan bahsetmek mümkün." Ergioğlu'nun Ortaköy sunumunda sokak ve bina ölçeğindeki paydasına dahil olarak, bunu kentin bütününde yer alan eklektik, garip yapılaşma olarak tanımlıyor. Mimari önceliklerle değil de başka önceliklerle, adeta kendiliğinden ortaya çıkmış bir anomali durumundan söz ediyor. Şikâyet etmiyor muyuz peki? Güzer'e göre ediyoruz ama ardından içselleştirip, kabullenip, bunu hep birlikte yaşar hale geliveriyoruz.
"Çok sayıda simülasyon ve taklit var. Çok büyük projelerle karşı karşıyayız." Burada Güzer, Kanal İstanbul'u eleştiriyor. Mimarlık ortamından çok emlak ortamlarında tartışılmasını yadırgıyor. "Bizim mimar olarak konuşmayı sevdiğimiz mimarlıklarsa tek tek kendi içinde iyi tasarımları barındıran, mimari sözü olan yapıları içeriyor." Yalova Belediyesi Raif Dinçkök Kültür Merkezi, Sancaklar Camii gibi konuşulan mimarinin örnekleri üzerinden aslında bu yapıların şehirde pek çok insanın hayatına temas etmediğini, kopuk kaldığını vurguluyor. Uğur Tanyeli'nin, "Mimarlığı ülke ölçeğindeki gündelik siyasal yarılmalardan özerkleştirerek düşünmek mümkün mü?" şeklindeki konferansın çıkış sorusuna, Güzer, hayır olarak cevap veriyor. "Büyük resmin varlığı nedeniyle, bu ancak yapay zeminler üzerinde belki mümkün olabilir. Bir yandan mimarlık eğitimi bu özerklik varmış gibi davranıyor. Başka da çaresi yok. Mimar rolü gündelik hayattan ayrıştırarak sanal olarak belirleniyor, sanki Türkiye hep kültür merkezlerinden, alışveriş merkezlerinden oluşuyormuş gibi projeler üretiliyor okullarda."
Güzer'e göre mimarlık, ana eksen olarak salt dil ve cephe estetiğini tartışır halde. Yani yorumlayacak olursak, Güzer, Tanyeli'nin tespitine tersten bakarak mimarlığın gündelik siyasetten kopukluğunu bir sorunsal olarak önümüze koyuyor. Bu tespite kesinlikle katılıyorum. Sunumunun son kısmındaysa mimarlığı tartışmanın kolaylaştırıcı yöntemlerini aramak amacıyla üzerinde çalıştıkları bir dizi kavramdan oluşan modeli aktarıyor. Bu model elliye yakın kavram üzerinden günümüz Türkiye mimarlığını daha açık tartışabilir hale gelmemiz için kılavuz niteliğinde. Bağlamsallığın dayattığı bir YERSİZLİKTEN söz eden Güzer: "Ağacın millisi olur mu, heykelin millisi olur mu, mimarlığın millisi olur mu?" sorularıyla, yersizlik kavramını başka üst kavramlarla belirginleştiriyor.
Yersizlik her iki sözlük anlamıyla da mimarlığın değerlendirilmesinde baş sorunsal olarak karşımıza çıkıyor.
Kerem Yazgan "Bir Mimarlık Belgeseli" başlıklı sunumunda, 2008 yılında üç buçuk ay içerisinde tamamladıkları Ankara Arena projesinin sürecini, Amerikan komedi dilini andıran, esprili bir üslupla anlatıyor. Sürece dahil olan birbirinden çok farklı aktörler; işveren, müteahhit, uluslararası kontrolör, kurul, oda, taşeron, mafya ve mimar tarafından ortaklaşa, anormal süre ve koşullarda inşa edilen ve buna rağmen hem milli gururu hem de aldığı ödülle mimarlığı kurtaran yapının irrasyonaliteyle savaşan üretim hikâyesini karikatürize bir kurguyla aktarıyor. Bunca akıl dışı koşul altında bile mimarlığın, renk olgusuyla mekânlarda farklı bir derinlik sağlama çabasını ve iyimserliğini gözler önüne seren sunum ilgiyle izleniyor.
Sunumun gerçekleştiği perşembe gününden sonra, 10 Ekim cumartesi günü yapının bulunduğu alanda, çok sayıda barış eylemcisinin hayatını kaybettiği Ankara Katliamı haberiyle sarsıldık. Yeni vuku bulan trajedi bu yapıya daha farklı bakmamıza neden oluyor. Trajik bir olayla anlamı ve değeri değişen meydanda, Kerem Yazgan'ın kent balkonları, çevreyle geçirgen kurgusu sanırım artık başka bir işlev içeriyor. Bugünden sonra, bu arsayı acaba yine bu şekilde tasarlar mıydı? Konferansın ana başlığını hatırlayacak olursak, Yazgan'ın Ankara Arena binası mimarlığın siyasi zaman faktörüyle ne kadar uyumsuz kaldığının acı bir örneği artık. Hâsılı, ne Uğur Tanyeli ne de Abdi Güzer'in dikkat çektiği gibi değil de, bugünün mimarlığının aslında hiçbir şekilde tartışılamayacağını acıyla kavrıyoruz. Her yapı ancak dün içinde değerlendirilebilir.
SINIR AŞIMI
Emre Arolat "140 karakter" başlıklı sunumunda, sosyal medyanın gündemi en hızlı değişen parçası Twitter üzerinden, sık düşülen "çok tekrar edilenin doğru sanılması" tuzağına dikkat çekiyor. Sosyal medyayı bir silah gibi kullanan linç mekanizmalarını, niceliği sosyal medya dilini aratmayacak boyuttaki örnek tweet'lerle açık ediyor. Eleştirisinde doğruluk payı olsa da popülist bir alanda analitik diyaloglar beklemiş olmasına şaşırıyorum. Zaten konuşulmayan bir alanda konuşulmuyor demekten öteye geçemiyor, Arolat. Linci ifşa ederken; bizlere gösterdikleri, herkese açık, kolay ulaşılan tweet'ler dahi olsa, isimleriyle, kimlikleriyle Marsilya kiremidi rengindeki perdeye devâsâ yansıtılmış olmaları, istemeden lincin başka bir girdabına kapıldığını gösteriyor. Arolat, kendisi hakkındaki kimi komik, kimi hakarete varan olumsuz yargıları da bizimle paylaşırken aslında, mesleki temsiliyet kürsüsünden kişisel sitemlerini konuşmadan sunmaktan geri durmuyor. Bunu yaparken, biz izleyicilerin zekâsını göz ardı ettiğini söylememe gerek yok sanırım, onca mimarlık forumu dururken, mimari tartışmaların bilgiden yoksun, aceleci, anlaşılamayacak kadar karmaşık dilini yermesi için Twitter'ı seçmesi tesadüf olamaz. Arolat'ın zaten bildiğimiz, o daha söylemeden önce ona katıldığımız bir soruna zaman harcayarak, bugünün Türkiye'sinde mimarlığı tartışmak adına bir yer kaybettiğini söyleyebilirim.
Uğur Tanyeli, "Türkiye'de Mimarlıktan Konuşmanın Psikososyal Ortamı" adlı sunuşunda, tıpkı Arolat gibi konuşulmayanı özneleştiriyor. Amerikalı mimar Stanford White 'ın mesleki neden içermeyen basit cinayete kurban gitmesinin, Türkiye'de gerçekleşen başka bir mimarın benzer kaderiyle paralel alarak; White üzerine bilimsel, kurgusal, sanatsal araştırmaların, çalışmaların, üretimlerin yapıldığını ancak, Türkiye'de gerçekleşen vahim olay hakkında çok daha az nicelikte konuşulduğunu, hatta konuşulamadığını söylüyor. Bunu ülkede genel bir demonik olgular üzerine konuşamama problematiğine bağlıyor. Türkiye'deki cinayet, Arredemento Mimarlık Dergisi'nde, Mimarlıkta Sansasyon dosyasında konu edilmiş. Sonrasında Tanyeli, mimarın ailesi, tanıdıkları ve başka kişiler tarafından olumsuz tepkiler almış, cevap maili yazmak zorunda kalmış. Başka bir linç…
Tanyeli'ye katılmamak mümkün değil ancak basit cinayet mevzularının mimari sansasyon olarak ele alınması sanırım Suha Özkan'ın açılış konuşmasında bahsettiği Mimarlık Dedikodusu 'nun dahi konusu değil. Dergiyi bulup okuyamadım ancak, merak ettim, mimar Şevki Balmumcu'nun trajik hikâyesine yer vermişler miydi? Projesini yarışmayla kazandığı, 1933 tarihli Ankara Opera Binası, Şevki Balmumcu'nun izni olmadan, dönemin hükümetinin yetkisiyle, Alman mimar Paul Bonatz tarafından 1948'de bambaşka mimari bir üslupla dönüştürülmüştü. Bu olay sonrasında Balmumcu'nun bunalıma girdiğini, işten güçten düştüğünü, zamanla sokaklarda yaşamaya başladığını, yoksulluk ve üzüntü içinde yapayalnız öldüğünü biliyoruz. Türkiye mimarlığının en acı, üstelik de mesleki nedenseli üzerinde barındıran sansasyonlarından biri budur zannediyorum. Tanyeli'nin bahsettiği vukuatsa mimar cinayeti değildir aslında. Bir cinayettir. Mimar olmasıyla bir ilgisi yoktur. Ancak tarihsel bir değeri vardır elbette, her yaşam öyküsü gibi. Seri katili olmayan ama kan revan içindeki ülkemizde, demonik olanla demon olan arasındaki farkın entelektüel tartışma alanlarında değeri olabilir ancak bana göre mimarlıkta yersizlik ihtivâ eder. Avrupa masallarının tematiğini korku oluştururken bizim coğrafyanın masallarında hazineler ışıldar. Dersim Katliamı en konuşulmayan meseledir örneğin, bu anlamda Tanyeli'ye katılıyorum. Ancak benim için bu konferansta demonikliği nedeniyle konuşulmayan önemli bir mesele de Torun Center 'daki asansör kazasıdır. Nitekim ne söz konusu binanın mimarı Arolat ne de Tanyeli bundan hiç bahsetmez. Belki de işçi cinayetleri sansasyondan sayılmadığı içindir. Belki de iş güvenliği mimarlık tartışmanın konusu değildir.
Hasan Çalışlar "Güç ve İktidar" başlıklı sunumuna, konferans konuşmacılarının tek disipliner yapıda sadece mimarlardan oluşmasını eleştirerek başlıyor. Haklı bir eleştiri. Sonuç üretimini, çözümü tıkadığı bir gerçek. Çalışlar, mimari tartışmalarda çokça zemin bulan yarışmalara bakışını çok yönlü aktarıyor ve yarışmacılığın bir kurtarıcı olarak görülmesini eleştiriyor. Bence de son yıllarda yarışmalar, demokratik mimari bir üretimin en önemli modeli gibi sunulsa da değişen işveren profiliyle ve devletin yanlı politikalarıyla günümüzde işlevini yitirdi.
Güç ve iktidar ilişkisinin mimariye etkileri, mimarlığın talep edilen bir alan olmasıyla bağlantılı. Rant dediğimiz ekonomik etkenlerden bağımsız bir mimarlık üretiminden söz etmemiz mümkün değil. Bu da iyi mimarlığın önünde bir engel. Çalışlar'a göre Türkiye'de doğu ve batı arasında yersizlik kıskacında kalan uygarlık seviyesi varsıllıkla doğru orantılı değil. Öyle olsaydı günümüz varsılları milyon dolarlık yatlar yerine Büyükada'daki Troçki Evi'ni satın alıp onarır, kullanır, çeşitli ticari atılımlarla hatta kâr bile elde ederdi. Troçki Evi 'nin kararmış ahşaplarına bakakalıyoruz, bir an.
Son olarak, mimarlık mevzuatlarını değiştirmeden mimarlık standartlarını iyileştiremeyiz, diyor. "Bugünden bakınca bulunduğumuz sınırı aşarak daha radikal değişimler için daha köklü çözümler üretmeliyiz." Yorumlamak gerekirse, bu da ancak yapboz, torba yasaların restorasyonu, yeniden yazımıyla, velhâsıl doğrudan Ankara'ya gerekli yaptırımların yapılmasıyla mümkün olacaktır. Günümüzde güç ve iktidar aynı anlamda sözcüklerdir. Mimarlığın tabi olduğu iktidar bu nedenle hiçbir zaman mimarlık değil, ekonomik parametrelerdir. Mimarlık, talep edilenden öteye geçip, talep de edebilen, kentsel tasarıma ofis içi yeni fikirler sunabilme şansına sahip olmadıkça iyileşemez.
Belkıs Uluoğlu'ysa "Dünyayı daha güzel ve iyi bir yer yapmak" başlıklı sunumuna "Hangi Mimarlık?" sorusuyla giriyor. Akademisyen Uluoğlu mimarlık okullarında star mimar yetiştirmenin asıl hedef olduğunu belirtiyor. Eleştirel bir bakışla mimarlık tartışma eyleminde daha çok özel ve pırıltılı işlerin yer bulduğunu söylüyor. Toplumsal olanı konuşmanın daha esaslı olacağını vurguluyor. Kitlesel olanın içinde özel olanın önemli olduğunu düşünüyor. "Son yıllarda herkes kamusal sözlüğünü kullandı ama özel olanı tartışmadı. Özel meselesi, belli bir kesiminin bunu talep edemiyor oluşu nedeniyle az tartışılıyor." Kadıköy örneği üzerinden, kamusallaştığı zannedilen alanların aslında nasıl özeli tehdit ettiğini ve mahalle kimliğini yok ettiğini söylüyor. Yorumlamak gerekirse, bizim yaygın kamusal anlayışımızdaki yeme-içme algısının ortak paylaşım kabul edilip edilmeyeceğini tartışarak, kamusallaşmanın ticarileşmeye dönüştüğünü ve bundan da ilk önce özel yaşam alanlarının, gürültü, görüntü ve pek çok nedenle zarar gördüğünü ifade ediyor.
SON SÖZ
Tanyeli'nin "Gündelik kavga ve kaygıları bir ölçüde unutmak, ama mimarlığı siyasal bir zeminde serinkanlılıkla yeniden düşünmek mümkün" ifadesini hatırlayalım. Örtük bir savaşın içinde ne kadar serinkanlı tartışabiliriz bilmiyorum ama günümüz mimarlığının en temel sorunu Şevki Pekin'in bahsettiği antidemokratik tetikçiliğidir. Bugünün Türkiye'sinde Kanal İstanbul kadar Zorlu Center 'ın de şehre verdiği, vereceği zararlar serinkanlılıkla konuşulmalıdır. Sulukule, Tarlabaşı, Haydarpaşa Garı başlıkları bıkmaksızın ilk sıraları almalıdır, sözgelimi. Mimarlık tartışmak sadece bilgi ile değil, Hasan Çalışlar'ın dediği gibi duyguyla, haysiyetle buluşmadıkça yapay ve sanal kalmaya mahkûmdur.
Simlâ Sunay'ın, konferansın ikinci gününü ele alan yazısı için Mimarizm'i takipte kalın...