İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Yapı-Endüstri Merkezi (YEM) işbirliğinde, 8-9 Ekim 2015 tarihlerinde YEM'de gerçekleşen "Bugünün Türkiye'sinde Mimarlık Tartışmak?" başlıklı konferansı izleyen mimar-yazar Simlâ Sunay, Mimarizm için bir değerlendirme yazısı kaleme aldı.
"Siyasetin giderek daha fazla alana nüfuz ettiği güncel ortamdan mimarlık da etkilenmiş durumda. Uzmanlara göre mimarlığı ülke ölçeğindeki gündelik siyasal yarılmalardan özerkleştirerek düşünmek için imkânlar alabildiğine daraldı. Bu koşullarda yeniden mimarlık konuşmayı deneyeceğiz." Uğur Tanyeli konferansın çıkış fikrini böyle tanımlıyor. "Mimarlığı ait olduğu toplumsallık zemininde konuşmanın gerekli olduğunu, bunun yolunun siyaset üstü bir steril mimarlık düşlemek olmadığını vurguluyor. Tam aksine gündelik kavga ve kaygıları bir ölçüde unutmak, ama mimarlığı siyasal bir zeminde serinkanlılıkla yeniden düşünmek mümkün."
Konferansın ertesinde Bugünün Türkiye'si çoktan değişti. Başkentin orta yerinde Cumhuriyet tarihinin en büyük terör saldırısı sonucu yüze yakın barış eylemcisi hayatını kaybetti. Bu durumda mimarlığı ülke ölçeğindeki gündelik siyasal yarılmalardan özerkleştirerek düşünmek mümkün mü? Mimarlık için bugün geçerli bir zaman mıdır? Yoksa mimarlık hep dün'e mi aittir? Bu trajedi yaşanmadan önce mimarlar buluştu ve tartıştı. Her ne kadar bir yasın içinden çıktıysa da bu yazı, bombalar bizi sağır edemedi. Biz birbirimizi duyuyoruz. "Bu koşullarda yeniden mimarlık konuşmayı deneyeceğiz."
Evren Aysev toplantının amacını şöyle ifade ediyor: "Günümüz Türkiye'sinde kentsel mekân üretimi, dönüşümü ve tüketimi siyasetin de ekonominin de ana ekseni halindedir. Mekânsal üretim pratikleri gündelik siyasetin yoğun tahakkümü altında olan mimarlığı siyasetten ayrıştırarak tartışma şansı oldukça azalmaya başladı. Öte yandan inşaat yorgunu bir ülkede yaşıyor, hiç bitmeyen şantiye halindeki bir kentte bulunuyoruz. Bir yandan metropol sınırları çeperlere doğru sürekli genişlerken; öte yandan kent merkezi, kentsel belleği silen, yoğunlukları arttıran, mülkiyet örüntüsünü dönüştüren mekanizmalarla sürekli yeniden ve yeniden inşa edilmekte. Kolektif hatıralarımız, doğal kaynaklarımız, kamusal mekânlarımız, kentli hakkımız pahasına; inşa ediyoruz, büyüyoruz, artıyoruz. Bu niceliksel yoğunluk ve inşaat odaklı politik gündemin niteliksel olarak nasıl bir mimari üretime denk düştüğü ve nasıl bir mesleki tartışma zemini üretebildiğiyse soru işareti. Etkinliğin hedefi bu koşular altında bile olsa mimarlığı, ait olduğu toplumsallık zemininde konuşmayı denemek; mimarlık yapma, tasarlama, projelendirme, inşa etme, düşünme, eleştirme deneyimlerini paylaşmaktır."
Suha Özkan açılış konuşmasına, tekil yönlü bir mimarlık değerlendirmesi olarak tanımladığı mesleki yaşamından söz ederek başlıyor. Doğru dürüst teorisi olmayan, sanatla bilim arasında sıkışan mimarlığın geçerliliğinin nasıl saptanacağına dair ders verdiği dönemi anlatıyor öncelikle. Genç mimarların, kendi ülkelerinde ürettiklerinin uluslararası alanlarda geçerli olup olamayacağının nasıl belirleneceğini pratik zeminden akademik zemine aktardıklarını, bu dersin lakabının da dünya mimarlarının monografilerine bakışı nedeniyle olsa gerek Mimarlık Dedikodusu olduğunu belirtiyor.
"Ülkemizdeki mimarlık sürdürülebilir teknoloji yoksunluğundan dolayı bir Hassan Fathy çıkaramadı" gibi iddialı bir cümleyle devam ediyor sözlerine. "Bir yerde bina yapılmaz, bir yerden bina yapılır" ifadesiyle tanınan, yerel mimarlıkta; malzemeleri geliştirme, yeniden yorumlayarak kullanma yanlısı Mısırlı mimar Fathy'ye göre; Eskimolardan Afrikalılara kadar bütün insanların, barınak yaratabileceği malzemelerin kendi coğrafyalarında mevcut, mimarın görevi de bu malzemenin teknoloji bağlamında kullanabilir hale getirilmesidir. Özkan, Mısır'dan Qurna Köyü örneğini sunuyor. Fathy, bugünkü kullanımı tartışmalı olan köyde, ahşap hatılla değil de doğrudan malzemenin kendisiyle yekpare açılan kemerlerden söz ediyor. Hassan Fathy'nin saat beş çayı toplantılarının nasıl uluslararası mimarlık fikir paylaşımlarına ve bir ekole dönüştüğünden bahsediyor (mimarlık dedikodusu). Öyle ki zamanla Fathy'nin söylemi mimarisinin önüne geçiyor ve pek çok takipçisi çıkıyor, Suha Özkan'ın da bulunduğu o çay masasından.
Özkan, Fathy'yi eleştirmekten de geri durmuyor: "Ana sloganı hep yoksullara mimarlık yapmaktı ama hep zenginlere ev yaptı" diyor. Fathy'nin şu sözleriniyse olduğu gibi aktarıyor: "Bir yapının güzelliği için bir bayana bakın; uzun boylu bayan geniş şapka, kısa boylu bayan küçük şapka…" (Gemilerin ve kentlerin kadın bedeniyle eşleştirilmesine alışık olan bizler, doğulu ya da batılı olması fark etmez, diğer disiplinler gibi mimarlığın kültürel cinsiyetinin de erkek olduğunu çok iyi biliyoruz. Bunu toplumcu ve yerel mimarisi övgüyle bahsedilen Mısırlı bir mimarın eksik yanı olarak hatırlayacağız. Ve örtük de olsa, mimarlık tartışmak dilindeki erkek sesi işitmiş olacağız.)
Fathy'nin çay masasından kahraman olarak addettiği mimarları birer birer tanıtmaya başlıyor Özkan. Hümanist mimarlardan John Norton ve ekibinin uluslararası mimari gelişim çalıştaylarını örnekleriyle gösteriyor. Folklorik araçları geliştirmeye çalışan, yerel mimarlığı özne alan önemli bir hareket olduğunu anlıyoruz. Çünkü bir yandan yenilik ve özgünlük üretilirken bir yandan da doğal, otomatik bir korumacılık beraberinde ilerliyor. Özkan'ın bundan sonra bizlere tanıtacağı mimar ve gruplar önümüze belirgin bir pencere açacağa benziyor. Örneklendirmeleri arasında: "Bizde toplumcu, iyi niyetli mimarlar olsa da bu özveri grupları kurulmadı" diyerek özeleştirisini dile getiriyor. Oysa bu tip yerel malzemenin kullanımına dair kolektif işler coğrafyamız için çok ideal. Norton ve ekibi ahşapsız inşaat tekniğiyle yeni ustalar yetiştiriyor. Yöreye göre geliştirilmesi hedeflenen malzeme değişiyor; kerpiç ya da bambu… Başka bir kahramana geçiyor Özkan; CRATerre Grenoble Mimarlık Okulu, mimar Hugo Houben ve arkadaşları benzer çalışmaları Gana'da gerçekleştiriyor.
Yine Fathy'nin çay masasından başka bir kahraman aynı zamanda öğrencisi, Jak Vauthrin 'in Afrika İçin Mimarlık Çalışmaları'nı ve Ağa Han Mimarlık Ödüllü Kaedi Hospital yapısını ayrıntılarıyla gösteriyor. Ve Hassan Fathy ile ilgisi olmayan başka bir kahraman, İranlı mimar Nader Khalili... Yalnız Yarışmak başlıklı çalışmalarından örnekleri görüyoruz. Kum torbalarından yapılan evler, yerel ve yaratıcı fikirler dikkat çekiyor.
Özkan'a göre bu yıl yitirdiğimiz Hintli mimar Charles Correa da bu kahramanlardan biri. Hindistan'da çokkültürlülüğü mimarlığa taşıyabilen, çok dinli yapılarıyla, demokrasinin bir tasarım ögesi haline gelmesi, yerelliğin tanınması gibi çabalarıyla çok değerli bir düşünürdü Correa. "Göğe açık mekân" onun için en önemli hedefti. Kendi Evini Kendin Yap hareketi de onun toplumcu, eylemci yanını mesleğiyle nasıl bütünleştirdiğini gösteren örneklerden biri. Correa, biçimsel ve belki de atmosfer olarak Hindistan'ı New York'a taşımayı başarmış, ender ve evet bence de kahraman bir mimardı.
Suha Özkan konuşmasına, bir başka kahraman Meksikalı mimar Luis Barragan 'ın renk kullanımı üzerinde durarak devam ediyor. Bizde olmayan mimari bir öge, renk. Özkan, coğrafi kimlik (nasyonel değil) ve mimarlık arasındaki bir köprü olarak betimliyor, tanışma şansı bulduğu Barragan'ın eserlerini. Orta Amerika kültürünün suyunu, mekânını bir şekilde çağdaş mimarlıkla yoğurmayı başarmış bir kişi o. Renkten korkmayan… Takipçisi
Meksikalı mimar Ricardo Legorreta 'nın sıvasız ve kaplamasız yerel malzemeci tutumunu ve özgün dilini de eklemeden geçmiyor. Tüm bu örnekler bizde olmayan örnekler Özkan'a göre. Ama atladığı bir şey var, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Mimarlık Bölümü öğretim görevlileri ve öğrencileri, Bilecik'te, kerpiç malzemesinin geleneksel kullanımı ve güncel ihtiyaçlar doğrultusunda geliştirilmesi amacıyla çalışmalarda bulunuyorlar. Köyünü Yaşat projesi ve kahramanları, "bizde de var" diyorlar.
Bağlamsal Tasarım kavramına da eğiliyor Özkan. Rafael Moneo'nun mimarı olduğu Beyrut Pazarı, Ürdün'den mimar Rasem Badran'ın yapılarını gösteriyor. Ülkemizden Sedad Hakkı Eldem, Turgut Cansever ve Cengiz Bektaş 'ın ödüllü, bağlamsal yapılarını bu kategoride inceliyor.
Son olarak, bizim mimarlığımızda yer almadığını söylediği Klasisizmin savunucusu Leon Krier 'den bir alıntı veriyor: "Mimarlıkta her şey keşfedildi, siz eskileri alın, adam gibi bir araya getirin, doğru dürüst bina olsun." Bugünün Türkiye'sinde yeni, taklit ve benzetim mimarlığını eleştirmek için bir kaynak Klasisizm. Selçuklu ve Osmanlı taklitçiliğindeki bu yeni devlet mimarlığını eleştiriyor. Krier'e göre eskiler ancak yeni bir şey olmak üzere alıntılanabilir. Özgünlük esastır.
MİMARLIĞIN KAMUSALLAŞMASI
Bülend Tuna'nın "Türkiye ve Dünyada Mimarlık Meslek Ortamı" başlıklı sunumu, istatistik veriler üzerinden mimarlık ortamının hem pratikte hem de eğitimdeki sorunlarına eğiliyor. En çarpıcı istatistiklerden biri; mimari eğitimde yeri sağlam olan kadının, iş ortamına geçişte bu yeri birtakım nedenlerle kaybediyor oluşu. Bu tezatlık, mimari ortamın Türkiye'nin kültürel ve toplumsal yapısından pek de farklı olmadığının göstergesi. Ben Bülend Tuna'nın Avrupa'ya göre oranlayarak vardığı: "Ülkemizde mimara ihtiyaç var" sözüne katılamıyorum. Dar gelirli, geniş yüzölçümlü ve kalabalık nüfuslu bir ülkede bu ihtiyacı belirlemek için pek çok farklı parametre olmalı. Ayrıca mimarlık eğitiminde kalite düşüşünün üniversite puanlarının alçalmasıyla ilgisi olduğunu düşünsek bile buna göre bir eğitim planı yapmamız ne kadar adil olur? Mimari eğitimde standart eşitlik aranıyor da, neden tüm ülke için fırsat eşitliğinden -öğrenci merkezli bakarak- söz edilmiyor? Her gencin eşit mimarlık eğitim hakkı olmalıdır. Bu hak, her ne olursa olsun genişlemelidir. Eğitimde kalite sonraki adımdır.
Kerem Piker'in "Konut, İnşa ve İmkân" başlıklı sunumuna, Spiderman çizgi roman kahramanını ve ona yüksek binaları üzerinde uçma şansı veren New York şehrinin kamusal elverişliliğini göstererek başlıyor. Türkiye'den benzer bir örnek olarak Galata-Cihangir arasında geçen Vakur Barut çizgi hikâyesini ele alıyor. Bir şehrin kamusal olup olmadığını neden bir süper kahraman üzerinden ölçtüğünü anlamakta gücük çekiyorum doğrusu. Piker'e göre bir Spiderman öyküsü Eryaman'da anlatılamazdı. Kamusal alanı yok çünkü. İstanbul da kezâ, bir süper kahraman için mekân olamaz. Oysa süper güçleri olan kahramanların, kurgusal karakterlerin İstanbul'da yaşaması daha kolay değil mi? Belki de ironiyi ben kaçırıyorum. Kamusal alan süper varlıklara göre değil de toplumun en zayıf varlıklarına göre şekillenmelidir oysa. Bir çizgi roman kahramanı ancak bir şehrin kapitalist ününü parlatır. "İyi bir konut üretemeyen şehirde mimarlığın kamusallaşmasının mümkün olmadığını" ifade ediyor. Piker'e göre iyi konut üretildiği için iyi kamusal alan sayılabilecek Galata-Cihangir bölgeleri bugün sadece varsılların yaşayabildiği bölgeler, lüks otel ve lokantalarla giderek kimliğini kaybediyor. Öte yandan iyi ev ihtiva eden Safranbolu, Cumalıkızık, Şirince, Kayaköy, Beypazarı gibi alanlar turizm yozlaşmasıyla karşı karşıya. Çehresini kısmen koruyor olması, iyi konut içermesi ne yazık ki bir şehrin kamusallığını değerlendirmek için bir ölçüt değildir. Konut sınıfsallık barındırır. Kamusal alan öncelikle eşitlik vaat etmelidir.
Sevince Bayrak'ın "Doluluk Takıntısı" başlıklı sunumu, konferansın, sözünü en iyi söyleyen, ana başlığa uyum gösteren ve tarihi belgeler üzerinden eleştirisini yorum yapmaya gerek duymadan ortaya koyan çalışmalardan bir tanesi. Bugünün Türkiye'sinde mimarlık tartışmak Gezi Parkı Direnişi'nden bahsetmeden olmazdı ve Bayrak, benzer ama başka önemli bir meydan hikâyesiyle, Beyazıt Meydanı'nın merkezinde sadece otuz yıl yer alan efsane havuzuyla bile bize, doluluk takıntısıyla boşluklarından ve dolayısıyla özgürleştiriciliklerinden koparılan ortak alanlarımızı anlatıyor. Şu alıntılarla derinleştirerek:
"Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur." - Tanpınar
"Vernes'in doluluk takıntısı vardı; durmamacasına dünyayı tamamlayıp donatıyor, bir yumurta gibi dolduruyordu." - Barthes
"Çünkü sıkışıklık, evrimin en doğal neticesidir." - İsmail Hakkı
Evren Aysev'in giriş konuşmasında da dediği gibi, Sevince Bayrak'ın örneklerinde ayrıntılanan, siyasi tahakkümlerin kıskacındaki mimarlık, çoğu zaman devletin ana lisanı vasfını yerine getirmiştir.
Gökhan Avcıoğlu "Mimarlığı Tartışan Kim?" başlıklı sunumunda, kimlerin mimari söze yön verdiğine değiniyor. Mimarlığın çağ içinde iki büyük kaybından bahsediyor, şehir planlama ve inşaat mühendisliği ünvanları… Hatta üslubunda sertleşerek, şehir bölge planlamacılarını kentsel sorunların baş sorumlusu, kendi deyimiyle seri katili olarak tanımlıyor. Mimar kente dair her şeyi tasarlasaydı kentlerimiz böyle olmaz mıydı, sormak gerek. Mesleki uzmanlığa ayrılmanın kentlerin işlerliğinde olumsuz rol aldığını söylemek çok bilim dışı bir ifade değil mi? Mimarlıkta uzmanlık her geçen gün yapı türlerine göre dahi ayrılmakta. Uzmanlaşma iş bölümü sağladığı için uygulamada kolaylaştırıcı bir etken. Avcıoğlu, İngilizce bir isimle, 2013'te kurduğu GAD (Global Architecture Development) ile kurumsallaşarak, kentsel tasarıma bir nevi Ar-Ge zemini amaçlıyor anladığım kadarıyla. Beşiktaş Balık Pazarı örneği üzerinden mimarın kentsel tasarımdaki deneyimlerini olumlu bulsam da, mimarın her şey kabul edildiği mesleki bir ortam çok daha kötü olacaktır bana göre. (GAD sözcüğü yazınsalıyla değil de sesiyle tanrısal -GOD- bir eda içermiyor değil.)
GAD kendi özgün düşüncesini yakalayabilirse –belki daha yerel bakarak– değerli bir fikir olarak takip edilmesi, önemsenmesi gereken bir atılım. Avcıoğlu'nun ifade ettiği gibi; mimarlığın mimarlık dışındaki yaşamı içeren radikal söylemler geliştirmesi elzemdir. Bu anlamda Avcıoğlu'nun Gezi Parkı Direnişi'ni önemsediğinden bahsetmesi kayda değerdir. GAD şehirde hâlâ sürmekte olan yeşil mücadelelerde ne kadar yer aldı, kamusal alandaki eşitsizliklere ne kadar karşı durdu bilemiyorum ama yeni projeleri GAD City 'nin post Gezi ürünü olacağını tahmin ediyorum.
İlk oturumun sonunda Suha Özkan ortak bir payda bulamadığı yönünde bir eleştiri getirmiş olsa da, ben onun açılış konuşmasını da dahil ederek, pratikte yer alan mimarların akademide yer alan mimarlara oranla daha az toplumsal dürtüler taşıdığını, liberal kaygılarla daha içe dönük işler içinde yalnız kaldıklarını görüyorum. Bu anlamda Özkan'ın övdüğü yerel mimarlığın yeniden inşası önerileri ve GAD, kentsel tasarım için (şehir bölge plancılarıyla kardeş kardeşe) bir umut başlangıcını imliyor.
Sonraki sayfada: MİMARLIKTA DEĞİŞİM | Şevki Pekin, Kerem Erginoğlu, Abdi Güzer, Kerem Yazgan SINIR AŞIMI | Emre Arolat, Uğur Tanyeli, Hasan Çalışlar, Belkıs Uluoğlu