Paris’te her mevsim ayrı bir düştür. Ayak basar basmaz içine çeker insanı; o cezbedici, hoş kokulu ve davetkar koynunda hazlara boğar. Ama zaman hep kısıtlıdır, saatler, günler asla yetmez. Yine akşam olur, gün biter, tadına doyulmaz zevklere ara verilir, tabi ki yaşanmışlıkların yazıya dökülmesine de...
Zaman nasıl geçiyor anlamak mümkün değil bu şehirde, hele Champs-Elysées'de zaman düşman bize. Görecek, tadacak, koklayacak, dokunacak ve duyacak o kadar çok güzellik var ki burada… Fakat hava kararmakta ve ara sokaklara sapıp yürüyüşe devam etmeliyiz. Eiffel kulesine doğru… Paris'in gözbebeğini ilk kez yakından görecek olmanın heyecanıyla, önünden geçtiğim binaların cephelerine bile çok dikkat edemiyorum. Yalnızca Four Seasons otelinin o etkileyici görüntüsü kalıyor belleğimde. Bir de son model bir arabadan inerek, o görkemli lobiye uçar adımlarla giren, son derece şık bir kadının siyah silueti…
Avenue de New York üzerinde bulunan, Leydi Diana'nın kurban gittiği o korkunç kazanın gerçekleştiği geçide geldik. New York'taki Özgürlük Anıtı'nın meşalesinin bir kopyası olan buradaki taştan Özgürlük Ateşi'nin üzerine, prensesin anısına çiçekler, sevgi notları bırakılmış. Gerçekten çok etkileyici. Nedense burası sonradan rüyalarıma çok girmiştir. Sanırım yarım kalan bir aşkla noktalanan zamansız bir ölüm olduğu için. Kim bilir? Eiffel kulesinin göründüğü en güzel noktalardan birindeyiz ayrıca, belki bunun da etkisi vardır. Siyah dantelden bir gelinlik giymiş nazlı bir gelin gibi hüzünlü izlemiştir Diana'nın ölümünü kule... Şimdi ışıkları yanarken daha bir parlak, ama sanki bunlar da parıldayan gözyaşlarıymış gibi geliyor bana. Hala prenses için yas tutuyor olmasın?
Pont de l'Alma köprüsünden geçip kuleye doğru yürüyoruz. Seine nehri boyunca güzel restoranlar ve kafeler devam etmekte. Ufak bir parkın içinden geçerek ulaşıyoruz Eiffel'e. İnsanlar kulenin üst katlarına çıkıp eşsiz bir Paris manzarası seyretmek için uzun kuyruklar oluşturmuşlar. Ama ben, ‘bu çirkinliği görmemek için her gün kulenin tepesinde' yemek yiyen ünlü yazar Guy de Maupassant'ın aksine, hiç hevesli değilim yukarı çıkmaya. Bu kuleyi ve Paris'in her yerinden görülen siluetini seviyorum. Farklı olduğu için bir sürü hakarete katlanmak zorunda kalan, son derece zarif bir sanat eseri bence o. Paris'i Paris yapan mihenk taşı, bir sanatçı dokunuşu. Kim ne derse desin aldırmadan, mağrur duruşlu, hiç yıpranmayan ve asil bir sevgili gibi izliyor şehri her gün, her gece…
Acıkıyoruz. Pont de l'Alma yakınlarındaki ünlü bir restoranda akşam yemeği yiyoruz. Hayatımda yediğim en güzel soğan çorbası ve Cafe de Paris soslu biftek… Yanında lezzetli Fransız birası. Bu yemeklerin neden bu denli ünlü olduğunu anlamak zor değil. Biraz sonra ise, yaşamımdaki en keyifli, en leziz akşamlardan biri, soğuk bir rüzgara eşlik eden, şiddetli bir yağmurun başlamasıyla gölgeleniyor. Ağustos ortasında kışa döndü hava. Taksi bulmak neredeyse imkansız, çaresiz yürüyoruz en yakın metro girişine kadar. Islansak da yapacak bir şey yok. Paris'teyiz ya diyoruz, önemli olan bu şimdi…
Paris metrosu… 1900 yılında ilk hattı inşa edilen, dünyanın en eski, en kullanışlı ve büyük metrolarından birisi. İlk kez karşılaşıldığında haritanın karmaşıklığı korkutucu olabilir. Fakat bir iki defa yanlış hatta girip geri dönünce insan alışıyor, sonraysa büyük bir alışkanlığa ve olmazsa olmaza dönüşüyor metro. Benim içinse Paris metrosunda kaybolmak, hiç bilmediğim bir duraktan çıkıp kendimi ilginç bir sokakta bulmak en büyük zevk. Paris metrosu ayrı bir tecrübe, sadece bir ulaşım aracı değil, bir kültür. Ayrıca metro girişlerindeki, genellikle Art Nouveau stilinde tasarlanmış durak isimlerinin yazdığı aydınlatmalı tabelalar ve giriş saçakları da ayrı birer tasarım harikası.
Ertesi gün, Paris yine sağanak yağışlı. Çevremde gri taş duvarların diplerine sığınarak kaçışan insanlar. Louvre Müzesi'ne girebilmek için çok erken bir saatte Rue de Rivoli'deyim. 1190 yılında kale olarak yaptırılan bina, daha sonra malikane olarak kullanılmış ve 16. yüzyılda Rönesans tarzında yenilenmiş. Müze olarak halka açılması da 1793 yılında Napoléon tarafından gerçekleştirilmiş. I.M.Pei'nin tasarladığı cam piramit ise, 1989 yılından sonra Louvre'un yeni girişi olmuş.
O gün giriş ücretsiz olduğu için, yapının Rue de Rivoli cephesinden, müzenin cam piramit ana kapısına kadar inanılmaz bir kuyrukla karşılaşıyorum. Bunun anlamı; sabah dokuzda beklemeye başlayıp, öğleden sonra bir buçukta içeri girebilmek demek oluyor. Bu devasa müzeyi gezemeden yorgunluktan bitmiş bulunuyoruz. Üstelik kardeşim müzeyi daha önce iki sefer gezmiş olduğu için bana biraz kızgın. Ama içerideki büyüleyici eserlerle karşılaşınca her şeyi unutup, kendimizi sanata ve tarihe kaptırıyoruz.
Üç yüz elli binden fazla eseri barındıran müzede saatlerce dolaşıyoruz. Bazen sanatla duygulanarak, bazen de bitap halimize kahkahalarla gülerek. Louvre aşkı bu olsa gerek. Bitkinlikten yerlerde sürünsek de, azimle bütün bölümleri dolaşmaya ve dünyanın en önemli sanatçılarının yapıtlarını görüp anlamaya çalışıyoruz. O anda hayatımızın tek anlamı bu adeta. Ayrıca her şeye değiyor bu keyif. Kolay değil; Louvre'dayız…
Acıkınca istikamet yine Champs-Elysées oluyor. Fransızların dünyaca ünlü pastanesi Ladurée'ye giriyoruz. Burası aynı zamanda çok şık bir restoran. İçeride, markanın meşhur su yeşiliyle birlikte kullanılan, bazısı altın varaklı veya bronz Art Nouveau mobilyalar ve loş ışıklı klasik Fransız tarzı aydınlatmalar dekorasyona hakim. İnsanlar sanki buraya çok önemli bir balo için gelmişler gibi özenli, şık ve zarifler. Leziz yemeklerin sonrasında, Ladurée'nin o ünlü, rengarenk, meyveli makaronlarından tatmadan gitmiyoruz. Benim favorim; karamel, fıstık, gül ve yaban mersini ve tabi yanında mis gibi Fransız kahvesi. Pasta, kahve, iştah açıcı yiyecekler ve hoş parfüm kokuları birbirine karışıyor, tarihin başka bir zamanında olduğunu hissediyor insan… Hatta belki de başka bir boyutta…
Paris'te her mevsim ayrı bir düştür. Ayak basar basmaz içine çeker insanı; o cezbedici, hoş kokulu ve davetkar koynunda hazlara boğar. Ama zaman hep kısıtlıdır, saatler, günler asla yetmez. Yine akşam olur, gün biter, tadına doyulmaz zevklere ara verilir, tabi ki yaşanmışlıkların yazıya dökülmesine de. Fakat kısa bir süre için; ertesi gün olana, gün ışıyana dek… Paris'i yazmak hemen bitmez, serüvenin devamı başka sayfalara kalır…
23.11.2012