Paris: Bir Ağustos Düşü -2-

Burçe GÜRSEL / 10 Aralık 2012
Yine yeniden Paris… Yine yeniden güneş doğuyor… Günler Paris’te yıldırım hızıyla geçiyor. Bugün sabah erkenden kardeşimle Madeleine Kilisesi’nde buluşuyoruz. Artık metroyu o kadar iyi biliyorum ki, her çıkışı elimle koymuş gibi buluyorum.

Paris'in güzelliklerini yaşamak için bir gün daha; bu kez buluşma noktası Hédiard… 1854 yılında kurulan bu Fransız bakkalında aromalı sabah çayımızı içerken, çeşit çeşit meyve, sebze, egzotik baharatlar ve gurme lezzetlerle dolu olan rafları inceliyoruz. Bugün benim Paris'teki en favori mekanlarımdan birini ziyaret edeceğiz. Bir edebiyat aşığı mimarın Paris'te görmesi gereken yegane yer; Notre-Dame Katedrali

         

1163 yılında, Papa III. Alexandre tarafından yapımına başlatılan katedralin, Piskopos Maurice de Sully'ye ait muhteşem tasarımının inşa edilmesi 170 yıl sürmüş. Fransız devrimi sırasında büyük hasara uğrayan başyapıt, 1841-64 yılları arasında mimar Viollet-le-Duc tarafından onarılmış. İçerideki en etkileyici mimari detay bence, kuzey, güney ve batı cephelerini süsleyen ve İncil'den sahnelerin betimlendiği 13. yüzyıla ait gül pencereler. İç mekanın kutsal havasını, bu renkli vitray camlardan sızan ışık daha da belirginleştiriyor.

1831 yılında, Victor Hugo'nun romanı Notre-Dame de Paris yayınlandığında katedralin halinin içler acısı olduğunu düşünüyorum. Bu romanın dikkatleri çekmesi üzerine yapının restore edilmesi kabul edilmiş. Victor Hugo o romanı yazmasaydı, Notre-Dame şimdi böylesine büyük bir efsane olmayacaktı. Edebiyatın gücü karşısında bir kez daha saygıyla eğiliyorum…



Katedralden çıkıp nehir kıyısında yürüyoruz. Karşı kıyıda, Devrim sırasında binlerce insanın giyotine gideceği anı beklediği hapishane olan Conciergerie, tüm ihtişamıyla yükselmekte. Burasının 1300'lü yıllarda ilk yapıldığında son derece zarif ve güzel, Gotik bir saray olduğunu düşünmek zor.

Yolumuzun üstünde açılmış tezgahlarda, birbirinden ilginç desenler, eski kitaplar, el yazmaları ve resimler satılıyor. Paris'in her yanı, özellikle nehir hattı boyunca, bu ufak sokak sergileriyle dolu. Paris'te sanat sokaklara taşmış, her yandan insanı kuşatıyor, kışkırtıyor, teslim alıyor. Paris'in sanat demek olduğunu anlıyoruz. Yine buraya özgü bir lezzet olan French Toast'umu yerken, bu şehirde bir sanatçı olarak yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hayal ediyorum; yine düşlere dalıyorum. Ama Seine Nehri düşlerimi alıp, yaşanacak o bir sonraki ‘an'a götürüyor…



Hava kararmadan dönmeyi kararlaştırıyoruz. Kardeşim bir Paris klasiği olan Galéries Lafayette'ten alışveriş yapma arzusunda... Metroyu kullanarak Opéra durağından çıkıp, yeşil bakır kubbeleri ve altın bezemeleriyle devasa bir düğün pastasına benzeyen gösterişli Garnier Opera Binası'na selam veriyoruz.

Gaston Leroux'nun ‘Operadaki Hayalet' adlı yapıtına esin veren bina, akşamın gölgelerine bürünürken, biz de Paris'teki son gecelerimizden birini yaşıyoruz. Fakat henüz bitmedi bu düş, hemen bitmesini de istemiyoruz. Birkaç gün daha gerekli bize, bu şehrin labirentlerinde kendimizi kaybetmek için, çok değil, birkaç gün daha, peşinde olduğumuz hayaleti bulabilmemiz için…


And in this labyrinth,
where night is blind,
the phantom of the opera is there,
inside my mind…

Le Fantôme de l'Opéra, Gaston Leroux, 1909


Burçe Gürsel
06.12.2012


Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :