Sürdürülebilirlik Kavramının Tarafları
Neslihan KÜÇÜKASLAN
/ 01 Mart 2011
Mimarlık disiplini içinde farklı tarafların yeni anlamlarını ürettiği "sürdürülebilirlik" kavramının temelindeki farklılık, “doğa” tanımının farklılaşmasıyla başlar. Bu bağlamda kavramın farklı taraflarını algılamaya çalışırken, öncelikle doğanın ne olduğuna dair ortaya atılan görüşlere bakmamız gerektiği taraftarıyım.
Ruşen Keleş'in bahsettiğine göre 1992'de gerçekleşen "Heidelberg Buluşması"nda, 60'dan fazla dünya çapında tanınan bilim insanının oluşturduğu ekip, çevre hareketlerini suçlama tavrını benimsemişler, bu alanda yapılan çalışmaların "sözde" bilimsel olduğunu, rasyonellik içermediklerini ve giderek de ülkelerin ekonomik bağımsızlıklarını tehdit etmekte olduklarını savunmuşlardı. Bir iktisatçı olan Arthur Pigou'nun 1912 ve 1920 yıllarında yazdığı kitaplarına bakarak onun da bu durumu desteklediği görebiliyorum. Pigou, insanlığın refahını üç tür "sermayeye" dayandırır; doğa, insan tarafından üretilen maddeler, insan kaynakları ve bilgi birikimidir. Pigou'ya göre bunlardan biri zayıflarsa, diğerleri onu rahatlıkla tekrar kurabilir ve böylece, gelecek kuşaklar sabit bir sermaye düzeyi devralmış olurlar.
Keleş'in iyimser ve geniş bakış açısına karşın, Pigou'nun dar ve ekonomiye dayalı, ayrıca doğa kavramını yeniden inşa edilebilir olarak değerlendirdiği bu düşünce Pearce, Markyanda ve Barbier tarafından"zayıf sürdürülebilirlik" olarak tanımlanıyor. Miguel Ruano'nun sürdürülebilirliğe dair düşüncesi "her nesil elindeki ana kapitali harcamak yerine, bir önceki nesilden kendine kalan mirastan elde ettiği kârla yaşamalıdır. Böylece sürdürülebilirlik tüm yaşamın kalitesini sağladığı gibi doğal kaynaklara erişimi de devamlı kılar (...)" şeklindedir.
Diyagram, "sürdürülebilirlik" kavramının mimarlık akademyası tarafından kullanımının değişimini gösteriyor. Etkisiz gibi görünse de sonuçları, özellikle grupsal, varoluşsal pratikler gibi geleneksel anlamda pedagojik felsefeleri etkilemesine izin verilmeyen pratiklere verilen önemin artması bakımından çok etkili. "Sürdürülebilirlik" kavramının farklı yorumlaması gibi, kavramın çıkış noktası olarak kabul edilebileceğimiz çevre sorunlarının çözümlerinde de farklı yaklaşımlar olduğunu görürüz. Ancak bana göre bu durumun sebebi, sorunun farklı algılanmasıdır. Zira her kesim öncelikle sorunun sebebini, akabinde büyüklüğünü ve niteliğini kendine göre yorumlayarak, her zamanki gibi kendi çıkarları doğrultusunda bir sonuç çıkarmakta. Bazı çevreler sorunu nüfus artışına bağlarken, diğer çevreler sorunun nüfusta değil yanlış tasarımda olduğunu savunur. İngiliz nüfus bilimci Thomas Robert Malthus, çevre sorunlarının çözümünü nüfus artışının sınırlandırılmasında bulur. Kimya mühendisi Michael Braungart ise konuya tasarım yönünden yaklaşmaktadır. Kendisi öncelikle "Sürdürülebilirlik" kavramını sıkıcı bulduğunu cesurca belirtir ve sürdürülebilir olmadığımızı savunur. Doğru ve yeterli tasarım yapabilmek için aptal olduğumuzu düşünen Braungart, sorunun kaynağının sayıca fazla olmamızla alakalı olmadığını, yanlış tasarımdan kaynaklandığını söyler. Çözümün, yazdığı kitabına da başlık olan, "beşikten mezara" değil, "beşikten beşiğe" tasarımda olduğunu iddia eder.
1972 yılında yayımlanan "Limiths to Growth" adlı kitap ise, her türlü girdi kontrol altına alınıp gerekli teknolojik ve ekonomik şartlar kontrol altına alınsa bile, dünyadaki kaynakların eninde sonunda tükeneceğini söyler. Doğa kendini bir şekilde amorti eder ancak insan faktörü devreye girdiği anda bu durum değişiyor... Bu durumun sebebi ise insanın maalesef üreten değil, tüketen bir canlı olmasından kaynaklanıyor. Lewis Munford çok açık bir şekilde sorunun nüfus artışı ile bir alakası olmadığını, sorunun kökeninin insanın kendisi olduğunu belirtiyor. Munford'a göre insan başlı başına çevre için bir sorun, bir tehlike arz ediyor.
Bütün bu tanımlar, algılar ve farklı bakış açılarını göz önünde bulundurduğumuzda aslında ortak bir noktaya varıyoruz. Her kesim kavramı adeta bir ahlak ilkesi haline getiriyor. Ancak ahlak anlayışının çok eski zamanlardan beri "her birey" açısından farklı tanımlara sahip olması zaten karmaşık olan durumu basitleştirmek yerine daha da karmaşık hale getiriyor. "Halk" tarafından ise "duyulduğu" kadarıyla yararlı olarak nitelendirilen kavram aslında bir muamma… Gerçekte literatüre "azıcık" aşina olanlarımızın bile, üzerinde yapılan araştırmalardan sonra kafalarını karıştıran kavram, aslında herkes için de muamma değil mi?
Bütün bu sürecin sonunda tartışmamın kavramın kendisiyle olduğu sonucuna varmaktayım. Herhangi bir şeyin sürdürülebilir olup olamayacağı konusunda çelişirken; "Başlayan her şeyin bir de bitişi vardır" sözü daha gerçekçi geliyor. Sonuçta tüketim kültürüne dur demek için ortaya çıkan ve "moda" bir kavram haline gelen "Sürdürülebilirlik" de çoktan tüketilmeye başlamadı mı?
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Bu İçeriğe Yorum Yazın