T Cetvelini Daktilosunun Yanına Koyanlar - 1 / Giriş

Efe DUYAN / 07 Şubat 2008
Türkiye edebiyatında, yüzlerce yazardan bahsedilebilir; tarihi biraz geri götürdüğümüzde ise bu sayı rahatlıkla bini geçecektir. Ancak edebiyatçıların biyografileri içinde yapılacak bir tarama, birkaç elin parmaklarını geçmeyecek kadar az mimarın edebiyata bulaştığını gösteriyor.

 

 

kısacası o yıllarda ben
hayatım karışık çantam gibi
iki kişiyi birden severdim
karnemde sevinç bir aşk iki

 

[Karne, Cemal Süreya]

 

 

 

Mimarlığın, bilimle ilişkili boyutunun yanında bir sanatsal yönünün de olduğu herkesçe tahmin edilebilir. Dolayısıyla mimarlık okuyanların, başka sanat dallarıyla yakından ilgilenmesinin doğal olduğu da düşünülebilir. Ama tarih her konuda olduğu gibi bu konuda da acımasız: Hele de edebiyat söz konusu olunca… Çünkü edebiyatçılarla mimarlar arasında neredeyse bir ilgisizlik olduğu açıktır.

Türkiye edebiyatında, yüzlerce yazardan bahsedilebilir; tarihi biraz geri götürdüğümüzde ise bu sayı rahatlıkla bini geçecektir. Ancak edebiyatçıların biyografileri içinde yapılacak bir tarama, birkaç elin parmaklarını geçmeyecek kadar az mimarın edebiyata bulaştığını gösteriyor. Oysa örneğin hukuk ve tıp okumuş edebiyatçıların sayısı mimarlarınkinden epeyce fazla. Elbette, şiir veya öykü yazmak, üniversitede okunmuş bölümle veya icra edilen meslekle doğrudan bağlantılı değil. Ancak beklenenin tam tersine çıkmış bu oran düşündürücü olsa gerek.

 

Ülkemizde edebiyat gerçekten çok az sayıdaki insanın yaşamını kazanabildiği bir meslek. Hatta bu yüzden meslek olup olmadığı bile tartışılabilir, zira daha çok bir adanmışlık içinde ve özveri ile üretimin yapılabildiği bir alan. Rilke'nin "Yazmazsan ölür müsün?" sorusuna "Evet", diyemeyenlerin uzun yıllar direnemeyeceği bir dal.

Bu tablo romantik bir güzellemeyi gibi görünse de, edebiyat tarihi yazarların başka işlerde çalışmaktan fırsat bulup yazabildikleri aralıkların tarihidir aslında.

Yine de mimarlık gibi sanatla içli dışlı bir alanın, hatta "ne münasebet", bizzat altıncı sanat dalının kendi içinden, üniversite eğitimini gerektiren mühendislik, öğretmenlik, hukukçuluk gibi temelde orta sınıf meslek gruplarına nazaran oldukça az sayıda edebiyatçı çıkartmış olması garip görünmektedir biraz.

 

Yoksa, çizmek ve yazmak arasında aslında ciddi bir mesafe mi var? İkisi de insan üzerine kurulu bu sanat dalları, insandan bambaşka şeyler mi anlamaktalar yoksa?

 

Günümüz mimari ortamında hatta modern dünyanın mimarlık anlayışında mekânın, nesnel olarak ölçülebilen, çeşitli ifade teknikleriyle "gerçeğine uygun" olarak yeniden üretilen bir çerçevesi vardır. Dahası, mimari mekânın, en azından mimar tarafından tasarlandığı kadarıyla, insan gereksinimlerini matematiksel bir tablonun verileri olarak içerdiği söylenebilir. Ve bunun gerçek insan yaşamı ile ne kadar bağlantılı olduğu sorulabilir.

 

Mimari tasarımın nesnesi insan, bir öykü kahramanı insandan gerçekten de farklıdır. Zaten  mimarlık dergilerinde, insansız mekan fotoğraflarından başkasına rastlamak bile zor. Mimari tasarımda, insan kavga eden, üzülen, ağlayan, sevinen, seven, doğan, evlenen ve ölen bir mıdır? Yoksa +18 derecede, mutfağın ideal boyutlarında mesut olan, olsa olsa plastik kalitesi yüksek tasarımlar karşısında duygulanabilecek birer "disconnectus erectus" mudur?

 

Mimari tasarım anlayışının genel çerçevesi, insanın insani özelliklerini belki de içermek durumunda değil. Ancak bunun edebiyat ile mimarlık arasındaki mesafeyi arttırdığı düşünülebilir. Elbette, en azından bir asrı kapsayan bir ilişkinin zayıflığı araştırılmayı beklemektedir ve kuşkusuz bunun pek çok nedeni olacaktır.

 

"T-Cetvelini Daktilosunun Yanına Koyanlar"sa, bu asrın içinde belki istisnalar olarak, kuralı bozamamışlarsa da, kuralın delinebildiğini gösterdikleri için kıymetlidirler.

İlk akla gelenlerden Tevfik Fikret, bu topraklarda yaşamış az sayıda "amatör mimar"dan biri olmasının ötesinde, modern Türk şiirinin kurucularındandır. Mimari üretimi oldukça sınırlı olmakla birlikte, bu önemli şairin mimari ilgisi ve sevgisi üzerinde durmaya değecektir.

 

Nail Çakırhan ise, hayatını neredeyse üç değişik insan olarak yaşamış, üçüyle de tarihin bir köşesinde yer bulmuştur. Nail V., ‘30'ların hemen başında Nâzım Hikmet ile ortak şiir kitabı çıkarma ve onun bir anlamda öğrencisi olma şansını yakalamış bir adamın edebiyat dünyasındaki adıdır. Nail Vahtedi, TKP'ye muhalif kanattan girmiş, Sovyetler Birliği'nde gördüğü eğitimin ardından uzunca bir süre sosyalist siyasetin içinde bulunmuş ve bunun bedelini ödemiş bir insanın, sol camiadaki adıdır. Nail Çakırhan ise, Turgut Cansever ile proje yapmış, Ağa Han ödülünü kazanmış, hem "alaylı bir mimar" olarak Ağa Han ödülünü kazanmasıyla, hem de ödülü Kenan Evren'in elinden almasıyla pek çok tartışmaya konu olmuş yaşamının mimarlık dünyasındaki adıdır.

 

Abdullah Ziya Kozanoğlu ise, mimarlık, yazarlık ve müteahhitlik yaparak yine yaşamı üçe bölünmüş entelektüellerden biridir. Kozanoğlu, hem milliyetçi macera romanları ile modernist mimarisi arasındaki mesafeyi, hem de ideolojisine adanmış kişiliği ile müteahhitliğin pragmatizmi arasındaki çelişkileri üretkenliği içinde bir arada varedebilmiş ve bu uzlaşmaz uçların belki bir yerlerde birbirine değdiğini, değebildiğini göstermiştir. Bir başarı öyküsü olmasa da, hayatını merak etmemek elde değildir.

 

Cahit Burak, genelde ressamlığı üzerinden değerlendirilse de, edebiyatçı ve mimar kimliklerini kendisinin oldukça önemsediği açıktır. İki öykü kitabı olan ve uzun yıllar mimarlık yapmış olan Cahit Burak'ın bu istisnai çok yönlülüğü de, resimlerinin yanı sıra ele almaya değer.

 

Ali Cengizkan, '80 sonrası şiirinin önemli şairlerinden biriydi. Biriydi diyorum zira akademisyen ve mimarlık tarihçisi kimliği, şairliğini beslemek yerine, onu bir köşeye sinmeye zorlamış gibi görünüyor. Zira bu alanlardaki üretkenliğinin yanında edebiyattan neredeyse elini eteğini çekmiş durumda. Şiirle içli dışlı olduğu dönemler ise benzer bir şekilde mimari yazın alanında önemli ürünlerini verdiği dönemler değildi. Belki de Ali Cengizkan bu alanların birbirine sürekli teğet geçtiği ikili bir yaşamı seçmiş, bunu kabullenmiştir. Belki mimarlık ile şiir, birbirlerini beslemek yerine, birbirlerinden enerji ve güç çalmaktalar? Dr. Jeykl ve Mr. Hyde da aynı anda değil, ancak sırayla varolabiliyorlardı.

 

Görüldüğü üzere, bu liste daha uzayabilir ve uzayacaktır. Ancak mimarlıkla edebiyatın ilişkisi her portrede başka görünümler almakta, farklı veriler sunmakta. Mimarlık ile edebiyatın ilişkisi üzerine düşünmek için, hem mimar hem edebiyatçıların portrelerine biraz daha dikkatli bakmaktan daha anlamlı ne yapılabilir zaten?


Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :