Ceren Yoldaş İzmir'den İstanbul'a uzanan,oradan Lizbon'a sıçrayan ve UCLA'de nihayete eren mimarlık eğitimi serüvenini paylaşıyor. Yoldaş, Los Angeles'taki deneyimi için "Dil, bir anda kullanımıyla sorunları çözebildiğim bir silahtan, bir şeyleri ifade etmek için kullandığım bir araca indirgenmişti" diyor.
Benim mimarlık serüvenim, mimar bir babanın kızı olmam sayesinde oldukça erken başladı. Profesyonel mimarlık eğitimime ise 2004 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi'nde başladım. Birinci sınıfı tamamladıktan sonra Yıldız Teknik Üniversitesi'ne yatay geçiş yaptım. Yıldız'da ikinci sınıfı okurken Erasmus programı ile bir seneliğine Lizbon'da Universidade Tecnica de Lisboa'da okuma şansı elde ettim. Lizbon'da üçüncü sınıfı okurken yüksek lisans için gitmeyi hayal ettiğim UCLA'nin lisans düzeyinde eğitime başlayacağını öğrendim. Ablamın "şimdi, başvur, nasıl olsa alınmayacaksın, ileride başvururken kolaylık olur, sistemi öğrenmiş olursun" nasihati üzerine başvurma kararı aldığım için kabul mektubu gelene kadar kabul almaya dair bir fikrim yoktu. Kabul edildikten sonra iş bir anda ciddileşti ve kabul oranlarının oldukça düşük olmasından da cesaretlenerek mimarlık eğitimime Los Angeles'ta devam etmeye karar verdim.
Los Angeles, Hollywood'la özdeşleşmiş bir şehir. Gerçekten ün ve gösteriş hayatın merkezinde. İlk adımlarınızı attığınızda adeta bir film seti gibi hissiz ve temiz olan sokaklar, yıldızlara ve dramalara alışık. Dram, bu sokaklarda ancak sinema ekranına yansıdığı kadar gerçekliğini hissettirir. Yıldızları gökte değil yerde aradığınızda bulma şansınız daha yüksektir çünkü Los Angeles'ta yıldızlar her yerdedir.
UCLA de Los Angeles'ta olmanın, Los Angeleslı olmanın özelliklerini gösterir. UCLA Architecture and Urban Design'da bundan nasibini kendi alanındaki yıldızları misafir ederek bolca alıyor. Junior senemde bir gün stüdyoda akşam üzeri 5'te nihayet günün ilk öğününü yerken, kapıdan içeriye giren takım elbiseli adamın Jean Nouvel olduğunu Fransız stüdyo hocam Olivier Touraine beni kendisi ile tanıştırana kadar idrak edememiştim. Her sene düzenlenen konuşma serileri ile mimarlar ve tasarımcıların yanında bir çok farklı disiplinden önemli isimler konuk ediliyor. Konuşmaların okul binasında ve Toyo Ito gibi isimler geldiği zaman da kampüsteki daha büyük bir konferans salonunda yapılması sayesinde öğrenci katılımı da oldukça yüksek. Konuşmalar için dışarıdan gelen mimarlara verilen yemeklere kura ile seçilen iki öğrencinin de davet edilmesi sayesinde Greg Lynn, Hitoshi Abe, Dana Cuff gibi fakülte üyelerinin bulunduğu akşam yemekleri sırasında bu mimarların masa başı sohbetlerine tanıklık etme ve hatta katılma şansınız var. Benim katılma fırsatı bulduğum yemekler beklediğimin aksine çok daha keyifli ve rahattı. Tabii ki mimarların konuştuğu tek şey yine mimarlık.
Rumble
UCLA'daki ilk senemde Rumble olarak anılan yıl sonu etkinliğinin ilki yapılmıştı. Rumble, mimarlık fakültesinin binası olan Perloff Hall'u bir sergi salonuna çeviren ve her öğrencinin yıl sonu projesini sergilediği bir mimarlık festivali. Konuşmalar, sempozyumlar ve başka yan etkinliklerle desteklenip zenginleştirilen bir festival Rumble. Frank Gehry ve benzeri bir çok yıldız mimarın jürilere katıldığı bu etkinlik sırasında öğrencilerden de birer yıldızcık olmaları bekleniyor. Özellikle Rumble için üretilen işlerin kalitesi gerçekten görülmeye değer. Mezun olduğum sene, Rumble için stüdyomun jürisinde Thom Mayne, Jessie Reiser ve Slyvia Lavin'in aralarında bulunduğu yaklaşık 10 kişilik bir jüri vardı. Normalde sunuşunuzda bulunmayacak ancak bu isimlerin topladığı geniş bir kalabalığa konuşmak sanırım son üç ay boyunca projenizle yatıp kalktığınız için çok da sorun olmuyor.
UCLA'de mimarlık okumanın getirdiği bir takım gereklilikler var. İlki sunumlardaki özen. Dünyanın en güzel projesine sahip olabilirsiniz, ancak sunumunuz özensiz ve eksikse ya da yetersizse hocalarınızın asık suratlarına hazırlıklı olmanız gerekecek. Aynı şekilde, hala ham, tam olgunlaşmamış bir projeyi de lisans düzeyinde yeterli ve etkili bir biçimde sunduğunuz vakit stüdyonuzu başarı ile tamamlamanız çok olası. İşin güzel yanı, eğer iyi bir projeniz varsa ve teknolojiyi kullanmaktan çekinmiyorsanız, iyi bir sunum yapmak için ihtiyacınız olan her şey tam da elinizin altında.
Perloff Hall
Perloff Hall gece saat 9'da kilitlenmesine rağmen, bölüme kayıtlı her öğrenciye bir anahtar verildiği için öğrencilere 24 saat açık. Plotterların bulunduğu baskı odasının yanında bir adet uyku salonu bulunuyor. Normalde koktukları için burun kıvrılan koltuklar, özellikle final döneminde resmen kapanın elinde kalıyordu. Neredeyse her stüdyonun bir buzdolabı var. Hatta duyduğuma göre okul idaresi elektrik faturası yüzünden öğrencilerin daha fazla buzdolabı getirmesini istemiyormuş. Benim okulla ilgili en sevdiğim şey "shop" denilen atölye idi. Dilediğiniz ölçekte bir maket yapabilmeniz için gereken her şey bodrum kattaki bu atölyede var. CNC "milling" makineleri, Vakum-form makineleri ve laser cutting makineleri mevcut. Bunların yanı sıra daha klasik matkaplar, kesme ve şekillendirme araçları var. Atölye de stüdyolar gibi 24 saat açık. Ben özellikle okulun biraz boşalmaya başladığı, dolayısıyla makinelerin boşaldığı gece 3-4 civarında atölyenin müdavimiydim.
Kahve aldığımız büfeyle beraber 24 saat açık olmayan ama hep açık olmasını dilediğim bir başka yer de kütüphanelerdi. UCLA'nin inanılmaz koleksiyonları ve sürekli işbaşında ve ilgili kütüphanecileri var. Kampüs içine dağılmış sayısı yirmiye yaklaşan bu kütüphanelerde neredeyse aradığınız her kitabı bulmanız mümkün. Bu da ikinci bir gerekliliğe hizmet ediyor. Araştırma. Yeni bir kaynak bulup bunu bir şekilde stüdyo projenizle tümlemeniz, verilen konu eskimiş bile olsa yeni bir bakış açısı getirmeniz ve bunu araştırmalarınız ile desteklemeniz gerekiyor. Dürüst olmak gerekirse, kabına sığamayan, biraz fazla hevesli bir mimarlık öğrencisi olduğumdan dolayı, bu talepleri karşılamak için sürekli sabahlamaktan keyif alıyordum. Bunu sınıfımın yarısından çoğuyla beraber yapıyor oluşum ise, sağlığıma attığım bu kazığı meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramadı açıkçası.
UCLA bir çok özel üniversite ile yarışabilecek tesislere sahip. Çok iyi bir yurt yemekhanesi ve inanılmaz spor tesisleri mevcut. Alışmak adına fazla da ders almadığım ilk dönemimde bu tesislerden bol bol faydalanma fırsatım olmuştu. Eğer stüdyoya bir ara verip nefes almak istiyorsanız kendodan salsaya sayısız rekreasyon etkinliğine katılma imkanı var.
Bütün bu ışıltılı hayatın karanlık tarafları da var. En önemlisi, okul ücretleri. UCLA devlet okulu olmasına rağmen, okul ücretleri oldukça yüksek. Eyalet dışından gelen öğrenciler, Kaliforniya eyaletinde ikamet eden öğrencilerin ödediği ücretin yaklaşık üç katını ödemek durumundalar, eğer uluslararası bir öğrenciyseniz, eyalet dışından gelen öğrenci sayılıyorsunuz. Her ne kadar okul burs veriyor olsa da, verilen bursların okul ücretinin tamamını karşılaması neredeyse imkansız. Bunun üstüne Los Angeles özellikle kiraların yüksek olduğu bir şehir. Vizeniz sizi sınırladığı için ancak kampüs içinde çalışmanız mümkün, bu da mesleğinizle ilgili iş yapma olanağınızı kısıtlıyor. Ben okurken UCLA Parking için müşteri hizmetleri alanında çalıştım. Yaptığım işi ve mimarlık ortamına kontrast yaratan geniş ve sıcak ortamını sevsem de, okulu zamanında bitirebilmek için maksimum sayının üzerinde kredi aldığım dönemlerde haftada 32'ye varabilen iş saatleri oldukça yıpratıcı idi. "Genel Eğitim" derslerini tamamlamak için yazları da ders aldığımdan üç senedir Türkiye'ye ayak basmadım. Her ne kadar mimarlık fakültesinde gerek kendi sınıfım, gerek de yüksek lisans öğrencileri ile aile gibi olsak ve Perloff'ta çok eğlensek de, Türkiye'de bıraktığıma nazaran daha sönük ve kısıtlı bir sosyal hayatım oldu. Dil sorunu yaşamadım, yaşayacağımı da düşünmemiştim. Yine de dil, bir anda kullanımıyla sorunları çözebildiğim bir silahtan, bir şeyleri ifade etmek için kullandığım bir araca indirgenmişti.
Şu anda, okul bittikten sonra çalışmak için verilen bir senelik sürenin sonuna yaklaşırken nihayet memlekete dönüyorum. Tabii ki üç senenin ardından dönüp bakınca gerek dil gerek mimari birikim gerek de yaşam deneyimi açısından geldiğim yer inanılmaz.. Yine de beni asıl hayrete düşüren bu dil, ülke ve şehir hakkında bildiklerim olmadan da ilk geldiğimde nasıl yolumu bulup işlerimi gördüğüm. Demek ki isteyince her şey mümkün.