MeMAlondon tarafından organize edilen Sınır Açık / Open Boundary oturumu, Londra Mimarlık Festivali kapsamında 4 Haziran Salı günü, Londra’nın merkezinde yer alan Turkish Trade Center’da gerçekleşti. Biz de bu toplantı öncesinde oturumun katılımcıları; IN-BETWEEN’den Dilek Öztürk ve Bilgen Coşkun, MEF Üniversitesi Mimarlık Bölümü Öğretim Üyesi Zeynep Aydemir (moderatör), MeMAlondon’dan Mert Eyiler ve Aysima Akın ile 24 Mayıs’ta Salt Galata’da bir araya gelerek mimarlık, tasarım ve “sınır” kavramı üzerine söyleştik. Salon Architects'ten Alper Derinboğaz ise söyleşimize Skype ve mail üzerinden katkıda bulundu.
TUBA TELLİOĞLU ŞEREN: Öncelikle Londra Mimarlık Festivali’nin bu yılki ana teması ‘Sınırlar/Boundaries’den söz etmek istiyorum. Festival, bu tema ile Brexit konusunu odağına almış gibi görünüyor. Bunun dışında günümüz koşullarında kişisel sınırlarımızı ne kadar koruyabildiğimizden, toplumu katmanlara ayıran görünmez ama hissedilir sosyal sınırlardan söz açılacak gibi…
MERT EYİLER: Yaklaşık 3 yıldır Londra / İstanbul arasında yaşamımı örmeye çalışıyorum. Londra’ya adım attığımda “Nereliyim?”, “Ne ile uğraşıyorum?”, “Ait olduğum yer aslında neresi”? gibi sorular arasında devinirken Birleşik Krallık’ta Brexit konusu zaten gündemdeydi. Başlangıçta politik bir blöf olarak ortaya atılan konu, hayatın gerçeğinin ta kendisine dönüşmüştü ve bundan paçayı nasıl kurtarabileceklerini emin olun şu an avam kamarası da bilemiyor. Ve mimarlık işte tam burada sihirli bir hal alıyor benim için. Ürettiklerinize ve elinizdekilere daha da sıkı sarılıyorsunuz. Devinirken ne sınır, ne iletişim, ne dil, ne coğrafya kalıyor. Kendinizi hiç olmadığınız kadar İstanbul’a ait, hiç hissetmediğiniz kadar Mimar buluyorsunuz bir an.
Mert Eyiler
Sınırın ardında olma hali, sınırı yaratma hali bile bence başlı başına büyük bir kötülük. Aslında şu anda sınırların ardında yaşananlar ile gündelik hayat arasında bir tür kırılma var.
ALPER DERİNBOĞAZ: “Open Boundary” konusunun İngiltere’de Brexit, dünyada ise global krizlerin yaşandığı bir dönemde tartışılıyor olması özellikle farklı bir duruma işaret ediyor. Bir kenti iyi yapan en önemli özelliklerden biri, iyi sınırlardır. Bu yüzden sokak dokusunu oluşturan, kentin yürünebilirliğini arttıran anlamlı açık alanlar oluşturmak aslında hep doğru sınırlandırmalardan türetilir. Bu anlamda fiziksel ve mimari sınırları tanımlarken sınır kavramının faydalı bir araç olarak kullanılabileceğini düşünüyorum. Konjonktürel dünyada sınır meselesi yükselen milliyetçi akımıyla birlikte daha farklı problemleri de karşımıza çıkarıyor. Dünyamızda belli konularda; örneğin teknoloji, çocuk ölümleri, 3. dünya ülkeleri sorunları gibi, çok hızlı gelişmeler yaşanıyor. Tüm bu global gelişmelere rağmen etik anlamda bazı şeylerin neredeyse hiç değişmemesi gerçekten üzüntü verici. Bu konu üzerine biraz daha dikkatli düşünmek gerekiyor. Mimarlar olarak, bu sosyal konuların içine girip girmemek bir tercih olarak değerlendirilebilir. Fakat ünlü düşünür Lefebvre’in de söylediği gibi “Biz mekanları yaratırız, mekanlar da toplumları yaratır.” Buna gönülden inanıyorum, bu yüzden ne yapıyor olduğumuz konusunda daha dikkatli olmalıyız.
Biz de tabii pratiğimizi bu şekilde kurgulamaya çalışıyoruz. Burada kasıt sınırların, bir araya gelme, karşılaşma ve insanların birbirini karşılıklı anlayabilme mekanlarını nasıl oluşturabileceği üzerine bir fikir geliştirmek, deneyimleri gözlemleyebilmek. Bunu yapabilmek için başvurabileceğimiz en iyi yol tabii kentlere bakmak. Bir yerlerde kendimizi daha iyi, bir yerlerde daha üzgün hissediyoruz. Belli yerlerde daha primitif hissedip belli görünmeyen sınırların içine hapsolduğumuzu düşünebiliyoruz. Bütün bunlar aslında bilinçli tasarım kararlarıyla oluşturulabildikleri için aynı zamanda mimari çerçevede de değerlendirilebilirler.
TTŞ: 4 Haziran’da Londra Mimarlık Festivali’nde gerçekleştireceğiniz paneli düzenleme fikri kime ait?
ME: İletişmek, temas etmek, hayal etmeye devam etmek için kendi birikimimizi yayabileceğimiz platformlar arıyoruz ve bu arayış bizi canlı tutuyor. Yeni sorular sormaya, yeni sorular toplamaya, yeni tanışıklıklar kurmaya özen gösteriyoruz. İlk adım Zeynep’ten (Zeynep Aydemir) geldi. Dilek, Bilgen ve Alper ile bizi bir araya getiren de Zeynep oldu.
Zeynep Aydemir
ZEYNEP AYDEMİR: Londra’daki Clerkenwell Design Week ve London Festival of Architecture gibi etkinlikleri çok önemsiyor ve takip etmeye çabalıyoruz. Aynı zamanda bu etkinlikleri düzenleyen kurum ve okullarla iletişim kurmaya başladık. Geçtiğimiz yıl da Royal College of Art’da bir toplantı düzenlemiştik. Bu yuvarlak masa toplantısına 40 Yaş Altı En İyi 40 Mimar Ödülü’nü alan Adam, Dietmar ve Benjamin; Londra’da doktorasını sürdüren arkadaşlarımız ve Türkiye’den de profesyoneller katılmıştı. “Housing” üzerine konuşmuştuk ve herkes adına verimli bir toplantı olmuştu. Bu yılın teması “Boundary” ise bizi çok heyecanlandırdı. Festival, Haziran ayı boyunca devam edecek ve Londra’nın en canlı olduğu dönem bu. Belki bir mimar olduğum için öyle görüyorum ama bu dinamizmin bir parçası olma fikri bize iyi geldi.
TTŞ: Peki, sonrasında ‘Sınır Açık’ teması nasıl oluştu? Yani Türkiye adına panelde neler konuşulacak? Biraz onu öğrenebilir miyiz?
ZA: Aslında biraz çalışmalarımız üzerinden kurgulamaya çalıştık temayı. Dilek ve Bilgen’in çalışmaları, Alper’in projesi, Mert’in Londra’da ürettikleri üzerinden gitmeyi düşündük. Yerel bir söylemi olmasın istedik buluşmanın. Türkiyeli olma ve Türkiye adına bir şey söylemeye çalışmıyoruz. Daha evrensel bir mimarlık dilinden bahsetmeye ve Göbeklitepe üzerinden düşüncelerimizi aktarmaya çalışacağız. Bu süreçle birlikte Göbeklitepe üzerine de daha çok okumaya başladık.
TTŞ: Bir yandan da diğer festival katılımcılarının ‘Boundary’ temasını nasıl yorumladığını yakından görme fırsatı yakalamış olacaksınız…
ME: Evet, başka yaşamlar nasıl bakıyor bu konuya çok merak ediyorum. Orası büyük bir pazar yeri ve bu büyük pazar yerinde şimdi herkes eteğindekileri dökecek. Bakalım onların 'sınırlar'ı ne, sınır kavrayışları ne?
TTŞ: Şimdi biraz Dilek’e sözü vermek istiyorum. ‘Sınır Açık’ kapsamında, tasarımın yumuşatıcı bir güç olduğundan bahsedeceksin sanırım. Konuyu biraz daha açabilir misin? Türkiye’nin tasarımı bir ‘soft power’ olarak kullanabileceğini mi düşünüyorsun?
DİLEK ÖZTÜRK: Genel olarak gündeme baktığınız zaman sınır güncel bir konu. Mimari ve tasarım pratiğinin üretici güdüsü bugünkü dünyayı temsil ediyor ve biz de şu anda yaşadığımız dönemde var olan ekonomik, politik, sosyal bütün gelişimlere, dönüşümlere ve bütün dinamiklere yanıt vermeye çalışıyoruz. Bunu, hem akademiyi, hem endüstriyi, hem farklı mimar ve tasarımcıları bir araya getiren sosyal odaklı projeler gerçekleştirerek yapıyoruz. Mimari, tasarım gibi yaratıcı pratikleri devlet düzeyinde, devletler-arası, devletler-üstü konumlandırmak çok stratejik şu an günümüz dünyasında. Biz bunun gücüne inanıyoruz ve bu bağlamda projeler üretmeye devam ediyoruz. Bugün tasarımın dönüştürücü bir güç olduğunu biliyoruz. Yıldız mimarlar, tasarımcılar dönemi kapandı, artık tasarımın dönüştürücü gücünden bahsediyoruz. Tasarımının, yerel ekonomik kalkınmanın ya da sosyo-ekonomik gelişmenin bir aracı haline gelmesi gerektiğinden söz ediyoruz. Çünkü tasarım herkes için… Bu dönüştürücü güç, ülkeler için de bir temsiliyet alanı haline geliyor. Biz de bu bağlamda enstitünün, akademinin, tasarımcının birlikte aktif olarak yer aldığı farklı gruplarla -burada dezavantajlı gruplar ya da engelli bireyler de yer alabilir - çeşitli projeler geliştiriyoruz. Dünyadaki çevresel sorunları göz ardı edip yeni bir şeyler tasarlayalım demektense sosyal odaklı tasarım projeleri kurgulamayı daha doğru buluyoruz açıkçası.
TTŞ: Hangi projelerden örnekler verebilirsiniz?
BİLGEN ÇOŞKUN: Atlas Harran Projesi, Dilek’in de bahsettiği gibi tasarımın iyileştirici ve birleştirici gücünü tam anlamıyla hissettiğimiz en iyi örneklerden biri. Bu projeyi öncelikle Milano Tasarım Haftası’nda sunduk. Tasarımın farklı alanlarından birçok insanın bulunduğu bir platformda proje sürecini anlatan bir video gösterimi yaptık. Projede demokratik bir açılım söz konusuydu; sadece tasarımcıları değil -gerçekten çok iyi tasarımcıları bir araya getirdiğimize inanıyoruz- ustaları, atölyelerde çalışan kadınları da bir araya getirdik. Herkese eşit söz hakkı verildi. Atölye çalışanlarından gelen yorumlarla birlikte bazı tasarımlar evrildi, değişti. Projede çok güzel bir kolektif bir çalışma söz konusuydu. Tasarım politikanın önüne geçebiliyor, çünkü tasarımın birleştirici bir gücü var. Ben kültürü evrensel olarak algılıyorum. Kültürün Türkiye’ye, İsveç’e, Milano’ya ya da Paris’e ait olduğunu düşünmüyorum ve bu şekilde öze indiğimizde de hümanist değerler su yüzüne çıkıyor. Her birimiz farklı kültürlerden de olsak, ancak egolarımızdan kurtulduğumuzda hümanist değerlerle buluşabiliriz.
Şu anda tüm dünyada “Situational Ethnicity/Durumsal Etnisite”nin geçerli olduğunu düşünüyorum. Etnik kimlikleri artık sadece ülke bazında göremeyiz. Günümüzde toplumları, durumsal yani duruma ve zamana göre değişen hibrit kimlikler oluşturuyor. Venedik Bienali’nin hala milli bir kimlik taşıyor olması da tartışılmalı örneğin. Dün New York Times’ta İrlandalı bir sanatçının röportajını okudum. “Ben İrlanda’da çok vakit geçirmedim, genç yaşımda orayı terk ettim, yılda birkaç kez gidiyorum İrlanda’ya” diyor. Bu sanatçı ne kadar İrlandalı? Yaratıcı profillerinin de aslında sadece ülke bazında değerlendirilmesinin doğru olup olmadığını tartışmaya açmak istiyoruz.
TTŞ: Kültürel çeşitlilik (Cultural Diversity) aslında şu an çok tartışılan kavramlardan biri. Benim asıl merak ettiğim mimarlık ve tasarım bağlamında bu kavramı nasıl yorumlamak gerektiği...
BC: Bir kültürü diğerinden üstün görmemek gerekiyor. Herkesin birbirinden çok şey öğrenebileceğine inanıyorum. Kurallar, yasalar oluşturulurken, şehirlerdeki kültürel çeşitliliğin göz önüne alınması gerekiyor. Bugün Avrupa Birliği içerisinde birçok göçmen yaşıyor. Ama onların, geliştirilen politikalara dahil edilmediğini görüyoruz. Kanunlar daha kapsayıcı olmalı. Bu, üzerine detaylı düşünülmesi gereken bir konu.
ME: İşte tam da bu. Kapsayıcı olma, bakış açısını değiştirmek ve açık görüşlülükle alakalı olsa gerek. Tasarım da mimari de kim onu sahipleniyorsa onundur demek istiyorum bu noktada. Özellikle sınırlar, kimlikler tariflendikçe bireyler edilgen bir biçimde baskılanmaya çalışılıyor. Oysa yaratıcılığın nefes alıp veren, hareket eden, yer değiştiren dinamikler olduğunu düşünüyorum. Kültür ya da yaşayış sınırlı kılınabilir bir şeymiş gibi gelmiyor bana. Öğrenmeye ve yaşamaya açık olma hali çok önemli.
BC: Her şeyin bu kadar birbiriyle bağlantılı olduğu bir sistemde, dijital dünyada artık tek başına üretmek, tek başına düşünmek de tartışılır.
ME: Evet, bir başına yapmakla birlikte yapmak arasında öğrenme açısından da çok büyük farklılık var. Birlikte üretme fikri de yeni yeni öğrenmeye başladığımız bir şey. O yüzden de kimliklerin, kültürlerin, pratiklerin hala birbirinden öğreneceği çok şey var.
AD: İnsanların karşılaştığı, bir araya gelebildiği, karşılıklı anlayış geliştirebildiği yerlerin özellikle mimariden, kent planlamasına hatta iç mimarlıktan tasarıma kadar birçok alanda en önemli ihtiyaçlardan biri olduğunu düşünüyorum çünkü son dönemde, ekonomik şartlar insanların birbirinden uzaklaşmasını, farklı görüşler etrafında kalıplaşmasını ve polarize olmasını beslemeye başladı.
Bu konuda kentlerin önemli bir katkısı olabileceğini düşünüyorum. En basit anlamda parklardan, sokaklardan ya da bir yapı girişinden bahsedebiliriz. Belki bir iç mekandan veya karşılaşma mekanından da söz edilebilir. İnsanların pozitif duygularını, insancıl yönlerini ortaya çıkaracak, içlerinde kendilerini güvenli hissedecekleri mekanlara ihtiyaçları var. Ancak ne yazık ki, müşteriler tarafından tarif edilenin tasarıma hakim olduğu, öne çıkarıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu tür bir eğilim de, daha çok ayrışmaya, daha kapalı ve sert çizgilerin, iç ve dışların öne çıktığı mekânların yaratılmasına neden oluyor. Günümüzde metrekare değerli. Metrekare eşittir para, para eşittir ekonomi gibi bir zincirleme konuya hizmet ediyor. Ama gerçekten kaliteli kentsel mekânların, insanların kendini güvende hissedebildiği, yaya geçişlerinin, bisiklet geçişlerinin öncelikli olduğu, insanların bir araya gelmesinin ve iyi zaman geçirmesinin öncelikli olduğu mekânlara çok daha fazla ihtiyaç var.
TTŞ: Mimarlığın kültürel sınırları, sosyal sınırları aşmada bir araç olarak kullanılabileceğini düşünüyor musunuz?
ME: “Duvarları nasıl yıkacağız?” diye soruyorsunuz. Bence zaten işin en kışkırtıcı tarafı bu: Bilgi ile belki de... İlişki kurarak ve/veya yaparak yıkacağız, ardına geçeceğiz. Şu sıra mimarlık ya da tasarımda en büyük dayanağımız hayal etmek, temas etmek ve yapmaya devam etmek.
Bir de ‘hareket etme’yi eklemek istiyorum. Bir yanda her şey ve herkes edilgen kılınmaya çalışılırken, diğer yanda ise ülkeler, sınırlar, kimlikler, kültürler arasında bölünmeler yaratılmaya çalışılırken “eylemlilik” araçlarımızdan biri olabilir mi? Biz buna yanıt olarak “architecture follows act” kavramını öne sürüyoruz. Mimarlığı da, tasarımı da, yaşamı da canlı kılacak bir kavrayış sanırım bu. Hepimiz şu sıra bir takım sınırlara, engellere takılıyoruz, sendeliyoruz, düşüyoruz. Peki düşelim, kalkalım,tekrar hareket edelim. Çünkü yolda öğreneceğimiz çok şey var. Üreterek, hayal ederek, dayanışarak yola devam etsek... Bu kümelenmeler de en çok bu işi öğrenmemize yarıyor.
DÖ: Yer değiştirmek, coğrafya değiştirmek çok önemli. Bu süreçte sadece coğrafyayı değil, aynı zamanda aklınızı, düşünme biçiminizi, günlük rutininizi de değiştiriyorsunuz. Günlük rutinin akışında, hayatınızda karşınıza çıkan insanlardan, durumlardan çok şey öğreniyorsunuz. Bir de değer yaratmaktan bahsediyoruz; günlük hayat akışımızdan elde ettiğimiz çok fazla çıktı var. Bunları bir kenara koyup, sadece ufak bir tasarım araştırması sonrasında bir ürün ortaya koymakla tasarım; sadece kendi etrafına bakıp ortaya bir kütle çıkarmakla da mimarlık yapılmıyor aslında. Bugün mimarlık ya da tasarımdan bahsederken ekonomiden, politikadan bahsediyoruz çünkü bunlar çok üst ölçekteki dinamikleri dönüştüren, değiştiren durumlar. Tüm bu olan biteni kendimizce yorumlamak durumundayız. Eşitlikten bahsediyoruz. Bugün kaynak erişimi, insanların besine olan erişimi gibi çok büyük problemler var dünyada.
Dilek Öztürk
ME: İşte kötülüğe geri dönüyoruz.
DÖ: Her ne yapıyor olursak olalım, bu sorunlara nasıl çözüm bulabileceğimizi düşünmek zorundayız. Biz tasarım ve mimarlık üzerinden değer yaratmaya çalışıyoruz... Değer yaratmak, estetik yaratmaktan çok farklı. Bir bina ya da obje yapmaktan bir adım öteye geçmeli ve insanlık adına bir katkı sağlamayı odağınıza almalısınız, ancak bu şekilde bir değer yaratmış olursunuz.
AD: Tasarım dünyası da dahil olmak üzere tüm dünyada bu konu hakkında bir kafa karışıklığı yaşanıyor. Sanki hepimiz insani değerlerimizi veya hayat bakışımızı geliştirmek için değil de, belli bir finansal düzenin parçası olmak adına yaşıyormuşuz ya da hayattan keyif almak için değil de, belli bir düzene hizmet etmek için çalışıyormuşuz gibi bir havaya büründü içinde yaşadığımız dünya. Buradaki düşünce sıralamasında bir gariplik var bana kalırsa. Önceliğin insanın belli standartların üzerinde yaşayabilmesine; yaşamsal hissiyatlarını geliştirebildiği, çevresinin farkına varabildiği mekanların üretilmesine verilmesi gerekiyor. Japonya Dışişleri Bakanlığı “Toplum 5.0” adı altında, insanın merkezde olduğu bir gelecek senaryosu üzerine bir demeç yayınladı. Bu görüşün kentsel anlamda değerlendirilebileceğini düşünüyorum.
TTŞ: Alper Bey, bu bağlamda projelerinizden biraz bahsedebilir misiniz?
AD: Kaunas Bilim Adası, Antalya Green Hub Masterplan, Fitaş Pasajı ve birçok başka projemizde de benzer tutumları sergilemeye çalıştık. İstanbul Kent Müzesi, az önce bahsettiğim bir araya gelme mekanlarını; insanların birbirini anlaması, değerli vakit geçirebilmesi ve insani değerlerini hatırlayabilmesi için mekanlar yaratmanın çeşitli ölçeklerde versiyonlarını deniyor.
Bunun dışında Antalya Green Hub masterplanı ise doğanın çok yakınına yapılacak bir kentsel yerleşimin doğayla nasıl bütünleşebileceği, keskin sınırlardan bağımsız doğanın şehre, şehrin doğaya dahil olabildiği bir senaryonun nasıl oluşturulabileceği üzerine yaptığımız denemelerden ve çeşitli tasarım stratejilerinden ibaret. İlk amacımız, doğa-kent ilişkisi sorunsalını büyük ölçekteki geçişli bir kurguya oturtmaya çalışmaktı. İkincisi ise kent ölçeğinde iyi sokaklar, iyi ulaşım altyapıları oluşturmak ve insanların bir akış içinde olabilmesini sağlamaktı. Yani bir yerde bulunmak veya bir yere hapsolmak değil, çeşitli akışların kolaylaştırıldığı ancak bir alt ölçekte de çeşitli mahalle gruplarının oluşturulabildiği bir ölçekleme stratejisi geliştirmeye çalıştık. Yapı ölçeğinden tutun yapı blokları ölçeğine ve mahalle ölçeğine kadar birçok farklı ölçekte insanların bir araya gelebilme ve bir toplum hissi oluşturabilme stratejisi kurguladık.
Son olarak Kaunas Bilim Adası da doğal bir güzelliğin içine yerleştireceğimiz mimari yapıyı yaratırken çevresel etmenleri ve doğal oluşumları referans olarak alabilmek, bunlarla ilişki kurabilmek ve insan ihtiyaçlarını bununla birleştirebilmenin bir denemesi olarak ortaya çıktı. Doğa, bazı şeyleri çok doğru ve iyi bir şekilde oluşturabiliyor, açık alanların sınırlandırılmasından, oluşturulmuş güzel mekanlara kadar birçok şeyi doğa çok iyi bir şekilde ifade ediyor. Doğadan öğrenerek yapı ölçeğinde çeşitli çözümler üretmek mümkün mü sorusunu yanıtlamaya çalıştığımız bir proje Kaunas Bilim Adası. Yapı teknolojilerinin bu kadar geliştiği bir dönemde doğayla yapı ilişkisini ve doğa bütünlüğünü nasıl tekrar sağlayabiliriz veya nasıl yeni bir bağlam kurgusu yaratabiliriz sorularını sormanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bilim Adası’nın bunu en derin şekilde test edebildiğimiz projelerden biriydi. Burada, Alan Turing’in Morphogenesis algoritmasından referansla doğal oluşumları ağaç öbeklerine kadar proje içinde tekrar oluşturup geliştirerek bir yapı kurgusu yaratmaya çalıştık.
BC: Aslında Dilek’in anlatımından yola çıkarak tasarımın tanımının değişmesi gerektiği tartışmasına da geliyoruz. Bence şu anda en çok odaklanılması gereken nokta, doğayı dikkate alarak yaşam kalitesini yükseltmek olmalı. Biz sürekli doğaya üstünlük sağlamaya çalışıyoruz, hâlbuki bu çok yanlış. Onunla birlikte akışta olmalıyız.
TTŞ: IN-BETWEEN’in programında güncel olarak hangi projeler var sırada?
BC: Şu anda edisyonlu bir tasarım sergisinin planlamasını yapıyoruz. Onun kurgusu bizi inanılmaz heyecanlandırıyor.
DÖ: Evet, bu işte de tasarımcıya sen bizim için bir şey tasarla demiyoruz, onu misafir ediyoruz, gündelik hayatımıza sokuyoruz. Yani mimarla ya da bir tasarımcıyla sadece pratiği hakkında konuşup ona odaklanmaktansa, beraber vakit geçiriyoruz. Bugün biz Bilgen ile belki 10 tane tasarım fuarına gidiyoruz senede. Çok belirli yüzeyler, malzemeler ve formüller var. Onu görmektense samimi, zaman ve emek yatırılmış ve nakış gibi işlenmiş bir diyalogdan çıkan bir ürün beni daha çok heyecanlandırıyor.
ME: Bu büyük şölene dair Aysima ile düşündüğümüz şeyler var.
Mert Eyiler, Aysima Akın
AYSİMA AKIN: “Boundary/Sınır” temasını, ben kendi adıma sadece bölgelerin ya da kültürlerin sınırları değil, zamanın sınırsızlığı olarak da okuyorum. Tema olarak belirlenen Göbeklitepe’den referansla şimdiki üretim pratiğinin bir eleştirisi. Göbeklitepe’yi sıfır noktasına koyuyoruz. Burada ne olduğunu bilmiyoruz, burası bir festival alanı mıydı? Tek bildiğimiz şey; ulaşabildiğimiz insan yerleşmeleri, sıfır noktası ve zamansızlık... Çünkü zaman çok ilginç bir kavram; geçmiş, gelecek, şimdi hepsi bir olabilir mi? Zaman biraz da kendimizle ilgili. Benim “Open Boundary/Açık Sınır” ile ilgili en heyecan duyduğum kısım bu. Belki sizlerin de zaman ve sınır kavramları üzerine eklemek istediğiniz noktalar vardır.
DÖ: Zaman kavramı elbette çok önemli, bizim bu masada bir araya gelişimiz de aslında bir zamanlama mevzusu.
ZA: Özellikle mimarlık eğitiminin de kendi sınırlarını aşması gerektiğini söylemek istiyorum. Bir arayış içerisindeyiz; yatay öğrenmeyi, katılımcı süreçleri, hiyerarşinin yıkılmasını, yaparak öğrenmeyi tartışıyoruz.
DÖ: Çok önemli bir noktaya değindin. “Okullar okulu” temalı geçtiğimiz tasarım bienalinde alternatif ya da içinde hiyerarşi yer almayan, herkesin birbirinden çok fazla şey öğrendiği oluşumlarla karşılaşmıştık. Okul, belki şimdiye kadar öğrendiğimiz her şeyi unutup egolarımızı arkada bıraktığımız, yapmak zorunda olduğumuz için değil de yapmak istediğimiz için tutkuyla, sevgiyle ortak yaratım içinde bulunduğumuz her yerdir, diyebiliriz. Okulun tanımlarını esnetmek bana çok heyecan veriyor. Tanımları esnetebildiğimiz sürece de farklı işler yapabiliriz. Diğer yandan da mimarlık eğitimi giderek daha anlaşılır ya da daha yalın anlatılabilir bir hale gelmeye başladı. Bu da çok sevindirici.
TTŞ: Mimarlık eğitiminin multidisipliner olması gerektiği de tartışılabilir, daha farklı alanlardan beslenmesi gerektiği...
DÖ: Yatay öğrenmeden söz açmışken yine Harran’daki projeden bahsetmek istiyorum. İşin içinde Turkiye Cumhuriyeti Devleti ve Birleşmiş Milletler (UN) vardı. Bir de bütün hammadde, atölye desteğini veren biz küratörler ile 7 tane genç ve çok başarılı tasarımcı, ustalar vardı. Atölyede çalışan kadınlardan aldığımız geribildirimler tasarımların da farklılaşmasına neden oldu. Bu demokratik ve şeffaf yapı herkesi çok duygulandırdı. Onlar Arapça konuşuyorlardı, biz ise Türkçe konuşuyorduk. Yine de anlaşabiliyorduk. Sonuçta hepimiz aynı amaç için bir araya gelmiştik, özel olan da buydu.
BC: Egomuzu ve korkumuzu bir tarafa bırakabildiğimiz için böyle bir enerji çıktı açığa. Çok enteresandı, bir Pazar günü buluştuk atölyede. Suriyeli kadınlar ve Kaymakam geldi, hepimiz pasta börekleri yemeğe koyulduk, o samimi ortamda birlikte üretmenin keyfini çıkardık. Ve bu kolektif bakış açısını şehre, kent ölçeğine taşıdığınızda inanılmaz bir dönüşüm gerçekleştirilebilir. Daha demokratik ve hümanist bir tavırla bence yaşam kalitesi çok daha yukarılara taşınabilir.
DÖ: Bir anda her şey çok büyük ölçekte değişmeyecek belki ama şu grubun bile burada oturup konuşması dönüşümü başlatmaya yeter.
ME: Aysima’nın zamana vurgu yapması önemli. En çok ‘gelecek’ten konuşuyoruz. Herkes geleceğe bakmaya çalışıyor. Gelecek, bugünden kurulan bir şey. Siz geleceğinizi kendiniz inşa ediyorsunuz. İşte hayat da böyle bir şey olsa gerek; döngüsel, küçük parçalarla biriken bir şeymiş gibi geliyor bana.
Bilgen Coşkun
BC: Öbür türlü zaten anksiyete yaratıyor. Bilinmezlikler, kaybolmalar, bir kaygılı olma hali. Burada ‘an’da kalıp, lineer olarak düşünmemek gerek zamanı...
ME: Lineer okuma, Batı Avrupa coğrafyasının ya da Batı Avrupa modernizmin yarattığı yüce insan modeli tarafından ortaya atılmış bir kavrayış. Size hep ileriyi tarif ediyor. Uzak Asya kavrayışı ise yaşamı döngüsel okumaya çabalıyor.
DÖ: Bu forma ve tasarıma da inanılmaz yansıyor. Yani geçtiğimiz yüzyılın öğretilerine baktığımız zaman, örneğin Dieter Rams’ın “İyi Tasarımın 10 Kuralı” gibi kitaplara göz gezdirdiğinizde her şeyin, çok katı kurallarla çevrili olduğunun farkına varıyorsunuz.
Milattan önce 5000-6000 yılındaki şehir planlama, mimarlık- tasarım yapma biçimlerine baktığımızda ise çok daha kavrayıcı, insana kendisini iyi hissettiren ve onu doğadan koparmayan bir anlayışın hakim olduğunu görüyoruz. O dönemlerde mimarlık eğitimi var mıydı, hayır, ama tamamen doğaya saygılı bir inanç sisteminin, o döngüsel anlayışın yansımasını mimarilerinde ve tasarımlarında bugün okumak mümkün.
ME: Göbeklitepe’den de öğrendiğimiz en sihirli şey sınır bağlamı içinden: İnsan ilk defa orada, o zamanlarda doğayla arasına ‘sınır’ çizmeye başlıyor.
Tuba Hanım, sınır temasına sizin nasıl bir yorum getireceğinizi de merak ediyorum…
TTŞ: Ben aslında kişisel olarak, mimarlığın artık sınırlarını genişleterek sosyal ve kültürel meselelerle daha yakından ilgilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle de festivalin ‘sınırlar’ temasını tartışma; mimarlık ve tasarım üzerinden sosyal sınırların ya da kültürel sınırların nasıl yumuşatılabileceğini konuşma fikri beni heyecanlandırdı. Mimarinin sosyolojiyle olan bağını her daim kuvvetli tutması gerektiğini düşünüyorum çünkü içinde bulunduğumuz çağ bunu gerektiriyor. Kültürel çeşitlilikten, göç sorunundan ve gruplar arasındaki kutuplaşmadan söz ediyoruz. Bir yanda Brexit ile sınırlarını yeniden belirlemeye çalışan, kendini diğerlerinden ayrıştıran İngiltere; diğer yanda ise savaş mağdurlarına sınırlarını sonuna kadar açan Türkiye var. Bütün bu politik dönüşümlerin mimarlığı da fazlasıyla etkilediğini düşünüyorum.
Yaklaşık 20 yıldır editörlük yapıyorum. Bugüne kadar da birçok mimar ve tasarımcıyla röportaj yaptım. 2000’lerde mimarlarla çok farklı şeyler konuşuyorduk. O dönemde birçok kişi, yaptığının ne kadar eşsiz olduğunu öne çıkarmanın peşindeydi. Dönem yıldız mimarların dönemiydi ve doğal olarak da söyleşilerde işin estetiği üzerinde duruyorduk. Renzo Piano bir söyleşisinde “Kimse benden dans eden bir fil gibi bir şey ortaya koymamı beklemesin” demişti. Bu söz, dönemin gösteriş meraklısı ruhunu o kadar iyi yansıtıyor ki. Türkiye’deki anlayış da bundan farksızdı, kişiler ön plandaydı daha çok. O günden bugüne, konuşulanların içeriğinin değişmesi çok ümit verici. Bugün mimarlık ve tasarımın değer yaratıp yaratamayacağını, sosyal yönünü, sorumluluklarını tartışıyoruz.
ME: Burası harika.
Türkiye coğrafyasında gezi parkı direnişinden edindiğim en umut verici düşünce, sözünü söylemeyen kalmayana kadar konuşmamız gerektiği idi. Bu masada en azından bunu gerçekleştirmiş olduk.