TMMOB Mimarlar Odası tarafından 3 Kasım 2018 tarihinde Kadıköy Belediyesi Kozyatağı Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilen 'Kriz Koşullarında Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Demokrasi Sempozyumu'nun sonuç bildirisi yayınlandı.
Mimarlar Odası, yerel yönetim alanında yaşanan değişim ve gelişmelerin toplumsal yaşama, kent ve mimarlık mesleğine etkilerinin, sorun alanlarının, kriz koşullarının ve çözüm önerilerinin ele alındığı Kriz Koşullarında Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Demokrasi Sempozyumu'nda yapılan değerlendirmeler ışığında; Yerel Seçimler'e yönelik bir bildiri yayınladı.
Sempozyumun tamamı yukarıdaki videodan izlenebilir, sonuç bildirisinin metni ise şöyle:
"Yaklaşan 31 Mart 2019 Yerel Yönetim Seçimleri; siyasal rejimin değiştiği, 'merkezileşme ve otoriterleşme' politikaları çerçevesinde yerel yönetim alanında da yapısal değişikliklerin planlandığı ve ekonomik krizle birlikte toplumsal ve sosyal kriz koşullarının ortaya çıktığı dönemde gerçekleştirilecektir.
Ülkemizde Olağanüstü Hal (OHAL) şartlarında gerçekleştirilen anayasa değişikliğinin; 24 Haziran Seçimleri'nden sonra yürürlüğe girmesiyle 'Otokratik Rejim' fiilen kurulmuştur.
Halkın iradesi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yetkilerine el konduğu, mutlak siyasi gücün denetimsiz olarak bir kişide toplandığı bu rejim; uygarlığımızın ulaştığı düzey, hukuk ve demokrasi normları bakımından kabul edilemez koşullar yaratmıştır.
TBMM’nin yetkisizleştirildiği, yerel yönetimlerin merkezi hükümet tarafından devre dışı bırakıldığı, yargı bağımsızlığının yok edildiği, ifade özgürlüğünün kısıtlandığı, üniversitelerin bilimsel özerkliğinin ortadan kaldırıldığı, toplumsal muhalefete ve meslek kuruluşlarına baskıların arttığı bu ortamda; seçimlerle birlikte yaklaşan ekonomik kriz yaşam koşullarını giderek ağırlaştırmaktadır.
Yerel seçimlerin önemi
Ülkemizde siyasi iktidarın göreve geldiği günden bu yana yürürlüğe sokulan anayasa değişiklikleri; parlamenter sistem ve yönetim biçimiyle ilgili, yasama, yürütme ve yargı arasındaki erkler ayrılığını yürütme lehine değiştiren nitelikte olmuştur.
2015 yılında yaşanan siyasi krizin ardından ülkede giderek yükselen terör ve şiddet ortamında erken genel seçimler yapılmış; ardından 2016 yılındaki darbe girişimi sonucu ilan edilen OHAL ile siyasi iktidarın toplum üzerindeki baskı ve müdahaleleri meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
Temel insan hak ve özgürlüklerinin askıya alındığı bu şartlarda; ülkemizde üç farklı seçim gerçekleştirilmiş; 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu ile 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Genel Seçimleri yapılmıştır.
Baskı ve tehditler, görevden uzaklaştırmalar ve gözaltlılarla yaratılan eşitsizlik ve adaletsizlik ortamında gerçekleştirilen hukuksuz seçimlerle kurulan 'Otokratik Rejim'in ilk seçimi olması, toplumsal muhalefetin yeni rejim şartlarında vereceği ilk seçim sınav olması; 31 Mart 2019 Yerel Yönetim Seçimleri'ni önemli kılmaktadır.
Kentleşme ve yerel yönetim politikaları
Kapitalizmin tüm dünyada kendisini yeniden yapılandırdığı küreselleşme ve neoliberal değişim döneminde; sermaye odaklı ve finans merkezli ekonomik yapılanma kentsel alanları sermaye üretim aracı olarak belirlemiştir. Ülkemizde de yeni yapılanma dinamiklerine uygun olarak kentsel rantı kamu yararı önceliğinin yerine alan merkezi ve yerel yönetim politikaları egemen olmuştur.
On altı yıldır devam eden siyasi iktidar, var olan kentsel düzen içinde egemen sermaye sınıfları ile işbirliği yoluyla ekonomik sürekliliği sağlamaya odaklanmış, tüm kentsel ve kırsal alanlarda yapılaşmanın önünü açacak yasal düzenlemeler getirmiştir.
Geçmişte merkezi ve yerel yönetimlerce plansız yapılaşmaya göz yumulan bu alanlar; sermayenin yeni yatırım alanları olarak önem kazanmıştır. Bir kısmı kentin merkezinde olan eski gecekondu bölgeleri ve sanayi alanları; el koyma yoluyla kent toprakları üzerinden emlak rantı sağlanmasının kaynağı olmuşlardır.
El konularak dönüştürülen alanlarda yaşayanlar ise; kentin çeperlerine gitmeye zorlanarak toplumsal yaşamdan dışlanmıştır. Mimarlık ve planlama bu süreçte; farklı ekonomik, sosyal, kültürel, etnik ve dini kökenlerden gelen bu kesimlerin kent yaşamındaki görünürlüklerinin azaltılmasının aracı haline gelmiştir.
Sermaye birikiminin kent toprakları üzerinden; el koyma ve sınırların yeniden belirlenmesi yoluyla yürütüldüğü bu dönemde, yeni siyasi rejimin gerekliliklerine uygun olarak yerel yönetimlerin özerk yapıları da değiştirilmiştir.
2012 yılında çıkarılan 6360 Sayılı Yasa ile büyükşehir sayısı artırılmış; bu yerleşmelerde İl Özel İdareleri ortadan kaldırılarak bu birimlerin sorumlulukları belediyelere verilmiştir. Ancak büyük bölümü kentsel yerleşmelere uzak olan, bu yerleşimlerden farklı nitelikte, kırsal alanlara özgü sorunlar taşıyan bu alanlar; hizmet götürmenin görece yüksek bedelleri nedeniyle belediye hizmetlerinden ihtiyaç duydukları payı alamamışlardır. Ayrıca, tüzel kişiliği olan köy muhtarlıkları da kaldırılarak köyler mahalleye dönüşmüş; köylüler köy ortak mallarını ve meralarını kaybetmişlerdir.
2019 yerel seçimleri öncesi yeniden gündeme getirilen ve önceki uygulamaların kapsamını genişleten bütünşehir düzenlemeleri, mevcut büyükşehirlerin önemli bölümünde yaşanan sorunları bütünşehir yapılan illerde de yaşanır hale getirecektir.
Yerel yönetim birimlerinin; yerel mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla kurulmasını ve karar organlarının yerel halkın oylarıyla belirlenmesini düzenleyen Anayasa’nın 127. maddesine aykırı olan bu düzenlemeler; siyasi iktidarın tüm illerde merkezi idareye bağlı bir yönetim anlayışını uygulamasının önünü açmaktadır.
Kentsel dönüşüm, afetler, yatırım kararları ve planlama politikaları
Kentleşme süreçlerinin yeniden yapılandırıldığı kentsel dönüşüm uygulamalarıyla; Anayasa ile koruma altına alınan, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşam ve mülkiyet hakları yok sayılmakta, doğal ve yapılı yaşam çevrelerine el konmaktadır.
Bu uygulamalar, sosyal, kültürel, ekonomik ve çevresel kayıplara neden olmasının yanı sıra; merkezi ve yerel yönetimlerce kamu yararı ilkesinin göz ardı edilmesiyle hak ihlalleri ve toplumsal ayrışmayı da beraberinde getirmiştir.
Rant odaklı olan kentsel dönüşüm projeleri yoluyla merkezi yönetim; ağırlıklı olarak alt gelir gruplarının yaşadığı kent topraklarına el koyarak planlama ilkelerine aykırı imar hak ve ayrıcalıkları ile yeniden yapılaşmaya açmıştır.
Kentler ve kırsal alanlar, tabiat varlıkları, koruma alanları, ormanlar, kıyılar, milli parklar, doğal sit alanları, meralar, yaylalar ve kışlaklar; taşıdıkları doğal ve kültürel değerlerle birlikte hızla, yıkımın ve plansız yatırımların şantiyesi haline gelmiştir.
Çevre felaketine yol açabilecek Kanal İstanbul ve benzeri büyük altyapı projeleri; yoğunluk arttıran, planlamada eşitlik ilkesine uymayan ayrıcalıklı imar uygulamaları ve kısa zamanda çok sayıda yapı üretilmesi baskısıyla kentlerimiz bu süreçte; deprem ve tüm diğer afetler karşısında güvencesiz hale gelmiştir.
Milat olarak kabul edilen Marmara Depremi'nden 12 yıl sonra 2011’de Van’da meydana gelen deprem; kentlerimizde kentsel dönüşüm ve yenileme sürecini başlatan Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun'un yürürlüğe sokulması için bir gerekçe olarak gösterilmiş ve uygulama sorumluluğu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na verilmiştir.
Ancak geçen sürede kentlerimiz afetlere karşı hazırlanmadığı gibi Bakanlık ve TOKİ tarafından yürütülen dönüşüm amaçlı proje ve uygulamalar, bilimsel şehircilik ve planlama ilkelerine uymadığı gibi, kamu yararına aykırı rant amaçlı uygulamaların önünü açmıştır. Ne kentlerimizde ne de kırsal alanlarda bütüncül bir yaklaşımla afet riskini azaltmayı, gelecek nesillere sağlıklı ve yaşanabilir bir yapılı çevre bırakmayı hedefleyecek hiç bir gerçekçi proje üretilmemiştir.
Ülkemizin son yüzyılda yaşadığı en büyük kayıplara neden olan deprem felaketlerinde, yıllar boyunca çıkarılan imar aflarıyla affedilen yapıların çoğunun yıkılmış olmasına, binlerce yurttaşın hayatını kaybetmiş olmasına rağmen, 2018 yılı başında seçim sürecine girilen günlerde imar affı yeniden gündeme getirilmiştir.
İktidar tarafından korunan ve her biri 'kent ve çevre suçu' olan büyük ölçekli rant tesislerinin yasallaştırılmasının yanı sıra, oy kazanmak amacı ile 'İmar Barışı' adı altında çıkarılan 'İmar Affı' yasasıyla yurttaşların can ve mal güvenliği tehlikeye atılmış ve kaçak yapılaşma yeniden teşvik edilmiştir.
Kentlere ve topluma karşı sorumluluklar
Anayasa ve uluslararası sözleşmelerle özerk yapıları güvence altına alınmış olan yerel yönetimler ile meslek kuruluşları üzerinde kurulan baskı; işlevsizleştirme ve yetki kısıtlaması gibi düzenlemeler her geçen gün bir adım ileri taşınarak 'özerk ve demokratik' yapıları yok sayılmakta, idari ve mali yapıları değiştirilmeye çalışılmaktadır.
Bu anlayış doğrultusunda yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri eliyle, Belediyelerin bütçelerine el konularak kurumlar işlevsiz hale getirilmektedir.
Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’na verilen yetkilerle, meslek kuruluşlarının kanunları ile norm çatışması yaratılmakta, uygulamaları belirsizleştirilmektedir.
Mimarlar Odası olarak; mimarlık alanına ilişkin 'hak' ve 'örgütlenme' mücadelesinin, yaşam hakkından, demokrasiden, özgürlüklerden, insan haklarından ve barıştan bağımsız düşünülemeyeceğini biliyoruz.
Yapılı çevrenin sağlıklı ve kamu yararını gözeten politikalar çerçevesinde üretilmesi, korunması ve kullanılması; kamu yönetiminin, merkezi ve yerel yönetimlerin, meslek mensuplarının, meslek kuruluşlarının ve ilgili tüm kesimlerin ülke adına ortak sorumluluğudur.
Mimarlar Odası olarak bu tespit ve değerlendirmeler ışığında;
Yapılı ve doğal çevre tahribatının, kaynakların acımasızca tüketilmesinin olumsuz etkilerine ancak; ülkemizin sahip olduğu doğal, çevresel kaynakların korunması ve uzun vadeli çevre politikaları oluşturularak bu kaynakların tüm yurttaşlarca eşit kullanılabilmesinin sağlanması yoluyla karşı koymanın mümkün olduğunu vurguluyoruz.
Kentlerin yeniden üretici niteliğinin öne çıkarıldığı, bir kültürel üretim alanı olarak kimlikli ve yaşanabilir bir niteliğe kavuşması, yerel yönetimlerin de bu temel anlayışa uygun bir şekilde organize olmaları ve demokratikleşmeleri gerektiğini belirtmekteyiz.
Toplumsal sorumluluklarımız çerçevesinde; seçimlere yönelik düzenlenecek kampanya ve etkinliklerde 'yağma ve otoriter' anlayıştan yana olanların teşhir edilmesi; 'demokratik yerelleşme ve sağlıklı kentleşme' anlayışlarının teşvik edilmesinin gündeme taşınmasını önemsemekteyiz.
Bu bağlamda demokratik işleyişin ve adaletin sağlanmasının toplumsal talep haline geldiği koşullarda eşitliğe dayalı, temel hak ve özgürlüklere saygılı bir ülke hedefiyle; özerk yerel yönetimlerin etkinliğinin artırılması için bütün ilgili kesimleri birlik ve dayanışmaya çağırıyoruz."