"…tüm labirentlerini geçsen de yeryüzünün, tüm denizlerinin tuzunun tadını alsan da,
tüm şehirlerinin ruhlarını lambana hapsetsen bile,
yönsüzlüğünü hissedeceksin gizlerinin ayak izlerinde.
sürükleneceksin öylesine şehvetinde yaşanmamış her bugünün.
ve taşımayı öğreneceksin tüm taşınmazlarını kalbinin…"
Attila Beksaç, Oto-kürtaj (Aldırdım Hayallerimi)
Barselona, Katalunya, İspanya, 2013
Günlerden sabahtı. Güneş vardı, buluta saklanıp gözlüyordu adımlarımı. Binalar gölge oluvermişti. Soyutlanmış bir içtenlik sezerek yürüdüğüm bu sokak, tanıdık geliverdi bir an. Hep böyle değil midir? Onaylanma güdüsünden çok, tespit paylaşımı amaçlı soruyorum.
Yaşam, kendisini oluşturan tüm katmanların toplamından fazlası, sırrına erişilemeyen bir zaman dilimi ve kronometre susar... Peki, işin neresindeyiz? Bünyemizde barındırdığımız karşıt ikililer, birtakım arzu ve düşüncelere varabilmek için büyük kavgadayken neler çıkarıyoruz? Ne kadarımızı yansıtıyoruz?
Mimarlık tabanlı bir yaklaşımda bulunursak, sanat gibi 'duygu' ve teknik gibi 'mantık' gerektiren olguları bir arada harmanlama yetisini dışa vurma gibi bir misyona sahibiz. Bilgi birikimimizi birtakım fikirlere aktarıyoruz; teknik düzeyde iki boyutlu bir tasarım, uygulama safhasında yerini üçüncüsüne bırakıyor. Ne yani, birincil ve yaşamsal ‘barınma' gerekliliğini yerine getirmekle kendimize kalın çizgiler çizip, dar alanda kısa paslarla mı oynuyoruz bu oyunu?
Aksi iddia edilemeyecek bir gerçekliğin içinde yaşamımızı sürdürüyor oluşumuz, niceliğin niteliğe baskın gelişinin ayırdında olamayacağımız anlamına gelmiyor. Vasıflı, vasıfsız, tarihi, yeni, her tür ‘izm'den nasibini almış yapılı çevreye yüklediğimiz anlamın, hayatımız ve yaşayış şeklimizi nasıl yönlendirdiği konusunda ne kadar muhasebe yapıyoruz? Soru soruyor muyuz? Ya cevap, cevap alıyor muyuz?
Şehir neydi? Nasıl nefes alır, neyle beslenirdi? Ne kadar harcar, neyle kazanırdı? Neler hisseder, nasıl katlanırdı? Şehir neydi? Önce güler, sonra ağlar mıydı? Yoksa susar, biraz yanar mıydı? Şu şehir neyin nesiydi? Ne alır, neler verirdi? Nesine gelip, nesinden giderdik? Ne kadar kalır, ne diye göçerdik? Sahi şu şehir neydi? Kimle yatar kimle kalkardı? Bir gurur abidesi miydi, yoksa arada saçmalar mıydı? Şehir neydi? Yanar mıydı, söner miydi? Kanar mıydı, söver miydi? Sever miydi, döver miydi?
Sorasım, daha çok sorasım, soru yağmuruna tutasım, bu sel içinde boğulasım var.
Şehrin genel görünümü, Floransa, İtalya
Her gün bir yerlerden geçiyor, bir şeyler görüyor, bir şeylere tanık oluyoruz. Her geçen gün adımladığımız, gördüğümüz, ellediğimiz bu ‘şeyler'i daha fazla benimsiyor, bizden bir parçaymışçasına hislendiriyoruz. Belli anlamlar yükledikçe, elimiz ayağımız oluveriyor bu binalar. Bir çiçeği sular gibi suluyor yağmurlar. Oluklarından sular akıyor binaların, çatırdayıp düştükçe sıvalar sularla birlikte mazgallarda, bitiveriyor yolculuk.
İşte o sıva kadar bir parça olabilmek mesele. Mesele, Polonyalıların 2. Dünya Savaşı sonrası Varşova'da uyguladıkları cepheci birebir rekonstrüksiyonu eleştiren İtalyan çokbilmişliğinin ötesinde. Mesele, İtalyanlara yöneltilen "savaşlarda kayda değer bir zarar görmediniz ki, tabi korunmuş bir memleketiniz olacak" hayıflanmasından çok farklı. Mesele, kendi içinde muğlak, kendi içinde ürkek, kendinden terk.
Varşova'nın 2. Dünya Savaşı sonrası ve rekonstrüksiyon çalışmalarından sonraki görünümleri
Boşluk, içinde bulunduğu mekânla şekillenerek alır bizi içine. Mekân, insan boyutundan, insanın kendi boşluğundan itibaren başlar. Kendi gereksinimlerimiz doğrultusunda biçim verdiğimiz bu çevrede kendimizi ne kadar bulabiliyoruz?
Gereksinim kavramını ele alacak olursak yarım yamalak göz önünde bulundurduğumuz biyolojik, toplumsal, kültürel, hukuki, iklimsel vb. gereksinimlerin yanında, lüksmüşçesine tepeden baktığımız estetik ve psikolojik gereksinimlere, özellikle uygulama safhasında ne kadar yer veriyoruz?
Mimarlık, felsefe ve sosyolojiden yoksun bırakılamayacak kadar özgün bir sanatsal teknik. Öncelikle kabullenmemiz gereken yol göstericimiz, planlama aşaması. Yaşamın her alanında kolaylaştırıcı, düzenleyici, yaşamı yaşanılabilir kılan bu aşama, üstünkörü, gelişigüzel, ideolojik, güç gösterici, dönemsel ve eklektik anlayışlarımızı, her yönüyle ele alındığı ve öngördüğü takdirde sorgulatacak, rayına sokabilecek güce sahip.
Tarlabaşı evleri, İstanbul
Mimarlığı, felsefi ve anısal anlamdan eksik bırakma lüksünü bir çekmeceye kaldırıp sıkı sıkıya kilitleme zamanı geldi de geçiyor. Balat'taki çirkin gösterişsiz cırtlak, sıvası dökük küflü duvarlar da benim, Tarlabaşı'ndaki arka sokaklarda birer köprü gibi cumbalar arası serilen çamaşırlar da, Prizren Şadırvan'daki 500 yıllık kesme taş da benim, Venedik'teki gösterişli gondol yuvası kanallar da...
Birinci tekil kişiyi anlamlar bütününde binalara yönlendirdiğiniz anda, empati de kurabilirsiniz. Kendinizi onun yerine koyup, o olup, onun gibi yaşayabilir; hayatın sürprizlerine, olmadık şakalarına, acılarına, festival tadında sevinçlerine hazırlıklı olabilirsiniz.
Palladio, Sinan, Gaudi, Le Corbusier, Wright da böyle yapmadı mı? Yapmayanlardan sıyrılıp, kendilerine farklı birer yer edindiren her mimar, tekniğinde sanatsal kaygıları kapıdan içeri alıp buyur etmedi mi?
Unutulmayı göze almış gözüpek bir kalemtutar olsa ellerimiz, üçüncü şahıs lafları kaygısından sıyrılsa beynimizdeki sesler, çoğaltsak anıları fena mı olur?