Şinasi Acar'ın sadaka taşlarından güneş saatlerine, saat ustası Dede Ahmed Eflaki'nin öyküsünden Arakiyeci İbrahim Ağa Camisi'ne uzanan yazılarından oluşan "Osmanlı'dan Bugüne Gözümüzden Kaçanlar" kitabı YEM Yayın'dan çıktı. Oldukça farklı konuların Acar'ın titiz araştırmaları neticesinde bir araya geldiği kitapta Aziz Nesin'in hiç bilmediğimiz bir yönüne ilişkin röportajı da bulunuyor. Eski yazıya olan ilgisiyle yaşama dair ayrıntıları daha geniş bir perspektiften keşfeden Şinasi Acar ile, araştırma yolculuğunu ve konuların nasıl bir araya geldiğini konuştuk.
Osmanlı'dan Bugüne Gözümüzden Kaçanlar eserinizde birçok farklı konuyu gündeme getiriyorsunuz. Ve bu konuların hepsi de ayrı araştırma süreçlerini içinde barındırıyor. Bu araştırma tutkusunun kaynağı nedir?
Evet, konuların birbiriyle hiç ilgisi yok. Sadece gözümüzden kaçmaları bu birlikteliği sağlıyor. Araştırma isteği ise meraktan kaynaklanıyor, başka bir şeyden değil. Eskiden beri içimde eski yazıyı öğrenmeye dair bir arzu vardı. Sanayi Odası 80'li yılların başında bir Arapça kursu açmıştı. İki arkadaş katılmaya karar verdik. Benim amacım Arapça öğrenmekten çok Osmanlı Türkçesi öğrenmekti. Arap alfabesi Arapçaya fevkalade uygun ama Türkçeye bir o kadar da ters bir alfabe. Bir gün sahaflardan bir hikaye kitabı aldım. Onun üzerinden çalışmaya başladım ve zaman içerisinde bilgimi ilerlettim. Hiçbir zaman "Ben bunu yüzde 100 okurum" diyemiyorsunuz ama eski yazıyı bilince önünüze çok geniş bir alan çıkıyor. Belgelere ulaşma şansınız oluyor. Arapça bilmenin çok faydasını görüyorsunuz. Bunu özellikle belgelerde fark ediyorsunuz. Mesela Osmanlı'da bir adet var; belgenin altına tarihi Arapça atıyorlar ama metin içerisinde geçerse tarih Türkçe yazıyor. Böyle olunca ben de meraklı bir insan olarak birtakım konulara zaman içerisinde girdim.
Peki konuları nasıl seçiyorsunuz?
Tesadüfe kalıyor. Birisinin söylediği de oluyor. Mesela şimdi sportif atıcılıkla ilgili yeni bir kitabım gündeme geldi. Bu kitap da şöyle ortaya çıktı; bir arkadaşım bana geldi, "Sen araştırma yazıları yazıyorsun. Bu okçuluk meselesi de tam bir mühendislik işi. Sen bununla ilgili bir yazı yaz" dedi. Bana da cazip geldi ve konunun üzerine eğildik. Yazıyı hazırlarken birkaç menzil taşı koymak için Okmeydanı'na gittim. Oradaki rezaleti gördüm; taşlar kırılmış falan… Bu yazılmıştır diye düşünmüştüm. Halbuki kimse yazmamış. Sonra oturduk onu yazdık. Okmeydanı'ndaki taşları araştırırken İstanbul'da Okmeydanı dışında da nişan taşları olduğunu gördük. Teşvikiye ve Maslak'ta da var mesela. Oradan üçüncü bir yazı oluştu.
Osmanlı'dan Bugüne Gözümüzden Kaçanlar kitabındaki konular da böyle ortaya çıktı. Örneğin takvim konusu; bir arkadaşım bir gün bana "Ben bu takvim işini bir türlü anlayamıyorum. Bana bu konuda bir yazı yaz ki ben de anlayabileyim" dedi. Mesela kimse Rumi takvimin ne olduğunu bilmez ama gazetelere bakarsanız hep görürsünüz. Böylelikle Rumi takvimini araştırmaya başladım. Bunu örnekleriyle de açıkladım.
Daha önce yine YEM Yayın'dan çıkan Osmanlı'da Günlük Yaşam Nesneleri diye bir kitabım var, onun da ilk konusu budur. Yani bu konu arkadaşımın talebiyle oluşmuştu. Bazen benim de şahsen merak ettiğim konular oluyor. Ya da bazen antikacılar yazmam için konu öneriyorlar. Bu kitaptaki konular da birbiriyle ilişkisi olmayan ama gözümüzden kaçtığına inandığım başlıklardan oluşuyor. Onları bir araya getirmek isteyince, konular kitabın ismiyle de birlikte toplanmış oldu.
Kitabınızda bir bölüm de Aziz Nesin'in geleneksel Türk el sanatlarına olan ilgisini konu eden bir röportajdan oluşuyor. Nasıl ortaya çıkmıştı bu röportaj fikri?
Aziz Ağabey ile 20 seneden fazla beraber oldum. Vakıf'ta yönetim kurulu üyesi olarak da çalıştım. Bir vesile ile onun, daha subay olmadan evvel Fen Tatbikat Okulu'nda okurken, 2 yıl Güzel Sanatlar Akademisi'ne devam ettiğini ve dönemin en ünlü hocalarından hat, tezhip, minyatür dersleri aldığını öğrendim. Kendi hayat hikayesini anlattığı "Yol Böyle Gelmiş Böyle Gitmez" diye bir kitabı vardır. Babam onu okuduğu zaman çok duygulanırdı. Ben de kendisine dedim ki "Sen bunları nasıl olsa yazacaksın, ben de hat sanatıyla ilgiliyim gel seninle bu konuda bir röportaj yapalım". O da beni kırmadı ve bu röportajı yaptık. Çok da iyi olduğu kanısındayım çünkü yazmaya ömrü vefa etmedi. Çok beğendiğim ve çok doğru olduğuna inandığım bir sözü var, diyor ki; "İhtiyarlık iradene hakim olamamaktır". Hatta o irade demezdi, istenç derdi. İlerleyen yaşlarında artık yazamaz hale gelmişti. Ben öyle bir röportaj yapmasaydım o bilgiler kalmayacaktı. Muhafazakar çevrelerin bu kitapta en çok hoşlandıkları şey de o bölüm oldu. Hatta kaç kişi arayıp, "Aziz Nesin'in böyle bir tarafı olduğunu hiç bilmiyorduk" dedi.
Aziz Nesin'le söyleşi sırasında
Eserlerinizde gündelik yaşama da dokunan bir taraf var…
Evet, mesela hizmet taşları pek çok insanın bildiği ama tamamen unuttuğu şeyler. Binek taşının zenginlikle fakirlikle alakası yoktur. Ata ya da arabaya binecek yüksek bir yer gerekliliğinden oluşuyor. Köyde de binek taşı var. Mesela mola taşı diye bir şey de var. Eskiden sırt hamalları vardı. Bugün böyle bir şey yok, nereden bileceksin? Hamallar özellikle yokuş olan yerlerde yorulurdu. Yükünü indirip dinlenme şansı yok. Yüküyle birlikte bir yere yaslanması lazım. Bunun için bu mola taşlarını yapmışlar. Bununla ilgili bir olay da Laleli Camisi'nde başıma geldi. Bu taşları sonradan arkaya atmışlar. Ben hatırlıyorum çünkü çocukluğumun geçtiği semt. O zamanlar hem sadaka taşı hem de mola taşı vardı. Ama bunların bir kaydı yok. Çünkü devletin ya da vakıfların koyduğu taşlar değil, mahallelinin koyduğu taşlar. Yani işin sosyal tarafı da var. O yüzden vakıflarda kaydı yoktur. Restorasyon yaparken onları söküyorlar, sonra nereden söktüklerini bilemiyorlar. Biz biraz gayri ciddi bir toplumuz, bunu kabul etmek lazım. Bu taşların eski planlarda da yeri yok. O zaman yazıyı yazmamın gerekli olduğunu anladım. Bu antropolojik bir şey… Sadaka taşları da böyle… Para o taşa koyuluyor, ihtiyacı olan gidip alıyor. Böyle bir dayanışma sistemi var. Kimin koyduğu ve kimin aldığı bilinmiyor. Böyle bir mahalle dayanışması var. Bu konu da sosyolojik bir tarafı olan bir konu… O zaman toplumsal güven duygusu ne kadar yüksekmiş. Bugünse toplumsal güven duygusu en düşük ülkelerden biri Türkiye…
Saatlere ve değerli bir saat ustasının öyküsüne de yer veriyorsunuz. Bu öykülere nasıl ulaştınız?
Güneş saatleri de gözümüzden kaçmış konulardan birisiydi. Bütün camilerin duvarlarında güneş saatleri var. Biraz da zamanın tahribatıyla bu saatlerin pek farkına varılmıyor. Anadolu Üniversitesi'nde Türk Hat Sanatı seçmeli dersi veriyorum. Astronomi yılında, oraya bir güneş saati önerdim. Rektör çok büyük bir anlayış gösterdi. Saatin tasarımını grafik bölümünden Fikret Uçar hocamız yaptı. En güzel yere bir güneş saati yaptık. Şimdi okula kaydolanlar veya annesi babası ziyarete gelen öğrenciler o saatin önünde resim çektiriyorlar. Ben de çok gururlanıyorum. Bir de Osmanlı Dönemi'nde yetişmiş saat ustaları var. Çok az sayıda ama bir saati sıfırdan yapan kişiler bunlar. Bu ustaların içinde bana göre çok önemli bir zat var; Ahmet Eflaki Dede. Hayat hikâyesini araştırdım. Yaptığı saatlere ulaşmaya çalıştım. Kitaptaki en son konu da odur. Bulabildiğimiz bütün saatlerini bu bölüme koyduk. Mezar taşını da araştırdık Dede'nin. Oradan da birtakım bilgiler çıktı. Mezar taşı deyip geçmemeli. Böyle değerli insanların var olduğunun bilinmesi gerekiyor.
Anadolu Üniversitesi için tasarlanan güneş saati projesi