Mimarın Kalemi: Eren Tümer - Kayıp

Berhan Abay / 08 Mart 2021
Mimarın Kalemi söyleşi serisinin ilk konuğu; insanın içindeki ikilemden yola çıkarak yazdığı Kayıp romanı ile Eren Tümer.

Mimarın Kalemi söyleşi serisinde, kaleminden çizim değil kelimelerin sayfalara yansıdığı mimarları konuk ediyoruz. İlk konuğumuz ise Vaveyla Yayınevi'nden çıkan psikolojik romanı "Kayıp" ile Eren Tümer Mimarlık Ofisi kurucusu Eren Tümer.

Kitabına "Kıyametimiz çoktan kopmuş, yok oluşumuz zaman alıyor" epigrafıyla başlayan yazar, "Kayıp"ın ortaya çıkışını şöyle anlatıyor:

"Kayıp, insanın içindeki ikilemden yola çıktı. Doğru olanı bilmek, ancak yine de yanlış olanı seçmek. Yanlışı seçerken görece geçerli nedenler aramak ve belki de bulmak ya da bulduğuna inanmak. Böylece yozlaşmak. Daha da ötesi ise, yanlışın oturtulduğu temellerin toplum tarafından zamanla kabul görmesi.

Mimarlık pratiğinde teorik olarak yanlış olduğu düşünülen bir işin; “Eğer ben yapmasaydım öteki yapacaktı” sorusuyla bir zemine oturtulmaya çalışılmasına benzetebiliriz... Yanlış olduğuna inanılan bir olayın toplumun bir kesimi tarafınca kabul görmesi, o eylemi yanlış olmaktan çıkarır mı?"  

Romanda, ana karakterin bir ismi yok. Kitabın isminin ve kitap kapağının bununla bir ilgisi var mı? Ayrıca kitap kapağı çizimi de size ait.

Evet, ana karakterin ismi hikâye boyunca geçmiyor. Ve kitabın kapağı da, ismi de bu durumla ilgili. İçinde yaşadığı düzeni lanetli bir labirent olarak gören ve içinde bir yerlerde gittikçe yalnızlaşıp, kaybolacağına inanan bir karaktere bir isim vermek, kayboluşuyla örtüşmeyecekti. İsimler ölümden sonra dahi mezar taşlarında (ait oldukları cisim ortadan kaybolmuş dahi olsa) yaşamaya devam ederler. Yani kaybolmazlar. Bunu tezat bir durum olarak değerlendirdim ve karakterin isminin olmamasını tercih ettim.

Ana karakter farklı bölümlerde “ihtiyaç duyulan yıkım”dan bahsediyor. İnsanlığın kendine gelmesi için bir yıkım gerekiyor mu gerçekten?

Her son, yeni bir başlangıca işaret eder. Her yıkım da yeni bir yükselişe. Tabii bu durumun tam tersi de geçerlidir. Hayatın salt bir devinim olarak değerlendirilmesi gerekir. Ölümler, yeni doğacaklara yer açar. Yıkımlar da yeni yükselişlere. Ömrü tükenen bitkilerin, ağaçların gövdeleri toprağın üzerine yığılır, çürür, toprağa karışır ve yeni hayatlara sebep olur. Tükenmekte olan her şey, gösterişli bir yıkımı ve eğer becerebilirse başka bir formda, başka bir hayatta yeniden var olmayı hak eder. Kahraman bir yıkıma ihtiyacım var derken özünde bunu kastetmektedir.  

Söyleşiye, Eren Tümer'in kitabı yazarken dinlediği, etkilendiği şarkılar da eşlik ediyor*

Biraz uzayan konuşmalarda, ana karakterin karşısındakini dinlemeyi bıraktığını görüyoruz. Günümüz insanının problemlerinden biri; duyduğuna kulak tıkamak, görmediğini umursamamak olabilir mi?

Ana kahramanın ruhsal açıdan dengeli olduğunu söylemek giriş bölümünden de anlaşılacağı gibi pek mümkün değil. Umursamazlığı bir tür zırh olarak kullanıyor. Hatta bunu “... Ardından bir çeşit zırh, umursamazlığın çelikten ipleriyle örülmüş, buz gibi bir zırh kapladı gövdemi...” sözlerinden anlayabiliyoruz.

Aslında azalmak istemekte, başkalarının sorunlarından uzaklaşmayı kendi yükselişi bakımından doğru bulmakta ve bunu hayal etmektedir. Her ne kadar bunun yanlış olduğunu içten içe bilse de bu yanlışa bir zemin aramakta ve bununla bir tür mücadele içerisine girmektedir. Zaten buhranı da bu sebepledir.

Bu, günümüz insanının bir problemi midir? Bilemiyorum. Fakat en basit örneği ile savaştan ve yıkımdan kaçan insanlara karşı sergiledikleri ırkçı yaklaşımlarına zemin arayanlarınkine benzer bir durum olarak kabul edilebilir. Bu elbette günümüz insanlarının tamamının değil, bir bölümünün problemidir. Mühim olan o kesimde yer almadan, insanların acılarını anlayabilmektir.

Kitabınızın tanıtım metninde de yer verdiğiniz; "Sonra yalnızlığımı düşünmeye başladım. Bilerek isteyerek, ince ince tasarlayarak, özelikle inşa ettiğim yalnızlığımı. Asgari sayıda dost edinmiş, asgari ölçüde dost edinmiş, asgari ölçüde aşk yaşamış, asgari biçimde sorumluluk almış ve böylece asgari bir insan olup çıkmıştım." Asgari bir insan olmak kişinin kendi tercihi olabilir mi? Yoksa hayat mı bunu getirir?

Hayat asgari bir insan olmayı gerektirmez. Ne var ki, içinde bulunulan koşullar insanı asgari bir hayatı yaşamaya mecbur bırakabilir. Ancak bu hikâyede, maddi ve manevi açıdan asgari bir insan olmayı ana karakterin kendisi bilerek ve isteyerek tercih etmiştir. Asgari sorumluluklar almış, asgari sayıda dost edinmiş ve hatta aşkı bile asgari ölçüde yaşamaya özen göstermiştir. Bunu bir anlamda üzerine yığılmasından korktuğu acılar karşısında hedef küçültmek olarak da değerlendirebiliriz.

Ana karakterin yolunun kesiştiği "asgari" sayıda kişilerden biri de Yusuf. O'nu nasıl tanımlarsınız?

Yusuf... Başlı başına bir temsilin ta kendisidir. Her gün tanık olduğumuz cinayetlerin, tecavüzlerin, bir türlü kentlileşememiş, oradan oraya sürüklenen insanların dramlarının, yoksulluğun, adaletsizliğin, eşitsizliğin, gaddarlığın temsilidir Yusuf. Varlıkları ancak haberlere konu olan ölümleriyle fark edilen onlarca, binlerce çaresiz insanın temsilidir. 

"Ön tarafta, yolun karşısında koca bir boşluk vardı bir zamanlar." Ana karakterin çocukluğunu anlatırken kullandığınız bu cümle özelinde, çocuklar ile aramızdaki fark nedir?

Bizim gördüğümüz dünyayı çocuklar çok farklı gözlerle görüyorlar. Küçük Prens’te bir bölüm vardır; Tilki, "Vereceğim sır çok basit: İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez" der.

Biz artık olan bitene pek bu gözle bakmıyoruz sanırım. Koca boşlukları, çocuklar koşup oynanacak nefis alanlar olarak görüyor, bizler (büyük bir çoğunluğumuz) derhal doldurulması, maddi getir sağlaması gereken alanlar olarak. Aradaki fark bu sanırım.

" (.....) Oysa yoksulluğa isyan edebilirdim, eğitimsizliğe de. (.....) Sınırlara isyan edebilirdim ya da insanoğlunun vahşiliğine. (.....) Ölüme isyan edebilirdim veya ölüp gidene belki de yeni doğana. (.....) Hayvanat bahçelerine isyan edebilirdim ya da hayvan barınaklarına. (.....) Eski karıma isyan edebilirdim ya da kendini öylece bırakıp kuyruğun sonuna geçen anneme..." Son olarak, etkileyici final sahnesine giriş yaptığınız bu bölüm için neler söylersiniz?

Bu paragrafı bir tür katarsis olarak değerlendirebiliriz. İçinde boğuşup durduğu tüm ikilemi özetleyebilir. Doğruyu bilmek, doğrunun yanında olmak ve de yanlış olana karşı durabilmek... Oysa yapmıyor, yapmayacak da, sanırım tam da bugünlerde, birçoğumuzun yapamadığı gibi...

Kitabın sonu; sarsıcı. Yazar, finali âdeta bir film sahnesi gibi kafanızda canlandırıyor. Ve ana karakter, son hesaplaşma için tüm kapılarını teker teker açıyor... İyi okumalar...

* Tüm şarkıları Spotify'da yer alan Sakin Liste'den dinlemek için tıklayın


İlişkili Haberler
Etiketler
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :