Sinan Logie: Bir Denge Arayışı

Berhan Abay / 03 Kasım 2022
Sinan Logie ile; kaykayla başlayıp farklı disiplinlerle devam ettirdiği, odağına denge ve tekrarı koyduğu dünyayla ilişki kurma yöntemleri üzerine konuştuk.

Crossroads belgeselinden bir görüntü

Mimar, Sanatçı ve Akademisyen Sinan Logie'yi Dolapdere'deki atölyesinde ziyaret ettik. Mimarlık ve sanat hakkında konuştuk. Kaykay ve resimler aracılığıyla kentle kurduğu ilişkiyi…Fotoğraflarını; İstanbul’un çeperlerini, saçaklarını… Yürüyüşlerini; kitabını, atölyelerini... Ve dünyayı nasıl kurtacağımızı:

© mimarizm

Mimarlıktan sanata geçiş sürecinizi anlatır mısınız? “Mimar bir sanatçı”nın diğer mimar ve sanatçılardan farkını; çevresine nasıl baktığını ve neyi farklı gördüğünü merak ediyorum.

Mimarlık, dünyayı dönüştüren sürecin bir parçası. Yeryüzünde yürümeye, birden ellerimizi de kullanmaya ve barınma meselesi ile bocalamaya başlamışız, birkaç bin yıl önce. Gelişen bütün evrimler, düşünce dünyaları ve maddi koşulların üst üste gelmesiyle oluşan, oldukça da sert geleneği olan bir pratik mimarlık. Öte yandan, bugünün kapitalist sisteminde piyasa koşulları ve yönetmeliklerle yaratıcılık payı da iyice törpülendi. Bu sebeplerden o alanda huzurumu bulamadım. Mekân, binalar veya bir resimde; bugünü, düşüncesini ve maddi koşullarını nasıl dürüst bir şekilde aktarıp, paylaşabiliriz? İnsanlar o yapıyı deneyimleyince veya bir resme bakınca orada bir yankı hissedecekler mi? Sonuçta, üretim süreçlerinde bir ayna tutmaya çalışıyoruz. Mimarlık gittikçe zorlaştı; o ayna çatladı, döküldü.

Sanatta özgürlük alanı buldum. Yönetmelikler ve işverenle uğraşmıyorum. Koleksiyonerlerle bir alışveriş oluyor ama genelde bitmiş bir iş üzerinden konuşuluyor. Bir mimarla işverenin, bütün proje sürecindeki ilişkisi ve bazı işverenlerin mimarları küçük görmesi veya kendi sıkıcı iş hayatlarından mimari projeye müdahalelerde bulunarak kendi früstrasyonlarını birden boşaltmaya çalışmaları… Yeterince sert bir insan değilim. Bu insanları durduramadım ve sürekli projelerim bükülerek ilerledi.

Piyasanın süratine yetişmek için, teknolojiyle güncel kalma durumu da beni boğdu. Sanat üretimi yavaş; bin yıldır değişmemiş metotları kullanıyorum ve kullandığım aletlerle, bir üst modele geçmeden daha elli yıl çalışabilirim. Aynı şeyleri tekrarlaya tekrarlaya bir evrilmeye şahit oluyorum. Masanın üstündeki resimler, daha da katmanlaşıyorlar veya birden sadeleşiyorlar veya daha kompleks hâle geliyorlar. Orada da; ruh halim, dünyada olup bitenlerin üzerimdeki etkisi veya gezegenler etkili olabiliyor.

Yavaşlarken gelecek kaygıları yaşadım tabii, yepyeni bir kariyere başladım sanat alanında ve kırk yaşından sonra.

Topografya Örnekleri Sergisi, Siyah Beyaz Ankara, Fluid Structures Phase 15, 2018

Belçika’dan Türkiye’ye adaptasyonu da ekleyebilirim buraya.

Evet, o da kolay olmadı. Mimarlık piyasasında zorlandım ama akademi daha uluslararası standartlara uyan bir alan ve orada rahat ettim. Sanat piyasasında bir aktörüm ama piyasanın alışveriş durumu ile ilgilenmek zorunda değilim; galericilerim orada bir filtre yaratıyor ve dış dünya ile atölyem arasındaki ilişkiyi onlar kuruyor. Çünkü burası özel bir yer ve sürekli buraya girip çıkan, tanımadığım insanlar olmasını istemiyorum. Benimle bir resim fiyatı üzerinde pazarlık yapmalarını da istemiyorum. Üretirken çok özgür, hiçbir kaygım olmadan, dünyayla tuval arasında bir menteşe gibi çalışıyorum.

Mimarlığı -Belçika’da özellikle- hep sosyal ve politik sorumluluğu olan bir pratik olarak gördüm. İlk yıllarda L’Escaut’da (Architectures) çalıştım, Olivier Bastin da sosyal adalet için girişimlerde bulunan bir mimardı, o beni çok etkiledi. Gerçekten mimarlığın insanlara ve dünyaya faydalı bir pratik olacağını düşünüyordum, öyle ilerletmek istedim. Ama piyasa koşullarında mümkün olmadı. Aslında sanatla da çok barışık değilim. Çünkü sanatla insanların hayatını değiştiremiyoruz, çok noktasal müdahaleler olamıyor. Hem çok gereksiz öte yandan olmazsa da tarihi kaydetmiyoruz, kültür oluşmuyor, medeniyet oluşmuyor… O yüzden ne kadar önemsizse o kadar da önemli.

Akademisyen olarak hayatları değiştirecek, faydalı olacak farklı bir kapı açmışsınız ama.

Genç nesillere mimarlık sevgimi aşılamak önemli. Mesleği bırakmış olsam da -pratik açıdan- hâlâ mimari kültürünü ve üretimini çok seviyorum. Onun eğitimini almış olmaktan mutluyum.

Yeni nesilden umutlu musunuz?

Öğrencilerle aram genellikle iyidir. Mayıs 1968 mücadelelerinden sonra toplumdaki hiyerarşiler iyice yataylaştı Avrupa’da. Türk toplumunda, bu meseleleri çok sert buluyorum her zaman. Ben her şeyi yatay bir şekilde oturtmaya eğimliyim ve yeni nesil çok parlak. Benim çocukluğumda büyükler, akademisyenler, sizin nesil adam olmayacak, sadece televizyon seyrediyorsunuz, diyorlardı. Televizyondan bir sürü şey öğrendik sonuçta. O zamanlar da kaliteli programlar vardı, artık öyle bir şey kalmadı. Şimdiki nesle de herkes, burunları hep telefonlarında, diyor. Ama bence aşırı hızlı öğreniyorlar. Oğlum 18 yaşında; yeni bir alet eline alıyor, YouTube’dan nasıl kullanıldığını öğreniyor ve çözüyor, bambaşka bir akıl var.

Genç nesilden çok umutluyum. Bütün cinsel yönelim, kimlik, ırk, etnisite vs. gibi şeyleri de bizim nesillerden çok daha insani bir şekilde çözüyorlar. Ama umutsuzlukları var. Benim muhatap olduğum öğrencilerin çoğu son yirmi yıldır tek parti hükümetli bir ülkede yaşıyorlar ve hiçbir zaman değişmeyecek gibi algılıyorlar. Ama, her zaman dediğim şey, tarihi iyi okursak böyle olmadığını görürüz. Öte yandan, bir Fransız tarihçinin dediği gibi; hiçbir şey hiçbir zaman da iyi olmadı. Neşeli olmak, sevgi yaymak ve biraz da naif olarak o umudu taşımak önemli, o bir görev. Bazı gençlerle sohbetlerimde, -gelecek kaygıları yüzünden- sizin nesliniz çocuk yapmak istemiyordur fazla, diye sormuştum. Çocuk yapmayı bırakın Hocam, bazılarımız doğmak istemiyordu, diyen bir grup da var bunun içinde.

Bütün dünyadaki problemler bir yana, inanılmaz da bir dönem yaşıyoruz. Bilgiye erişim, bu coğrafyada yaşayan, üniversiteye gidebilen insanlar dünyadaki birkaç yüz milyon en şanslı insan arasında. Öte yandan bazı sevmediğimiz şeyler sabit kalınca, umutsuzluğa kapılıyoruz ama, dünya tarihinin küçük bir fragmanını yakalıyoruz aslında ve her şey çok hızlı değiştiği için her şey olabilir.

Fluid Structures Phase 13-The birth of a monument-Installation, Gümüşlük Akademisi Bodrum-240x300x200cm, 2017

10. Boğaziçi Film Festivali’nde, geçen hafta Kadıköy Sineması’nda Crossroads’u izleme fırsatım oldu. Festival kapsamındaki “Ulusal Belgesel Film Yarışması”nda, En İyi Ulusal Belgesel Ödülü’nü de aldınız.

Vanessa Medini Arslan -sanatla ilgili, İzmirli bir koleksiyoner- bir dönem, bir sanat dergisi için sanatçılarla röportajlar yapıyordu; birçoğumuzun atölyesine gelmişti, üretim süreçlerimizle ilgilenmişti ve yazmıştı. Sonra da pandemide bütün bu biriktirdiği bilgiyi bir kitaba dönüştürmek istedi, kitap yayınlandı geçenlerde: “Sanatçı Atölyelerinde”. 10-15 sanatçının atölyelerinin belgelenmesi ve kısa bir söyleşiye tekabül ediyor içeriği. Kitabı çalışırken, bundan bir belgesel de yapalım bari, demiş ve Bulut Reyhanoğlu ile tanışmış, Koskos Film’in sahibi. Sonra Mahmut Fazıl Coşkun vs. bir ekip oluşmuş. Kaç sanatçıyla iletişime geçtiler bilmiyorum ama sonunda Gülay Semercioğlu, Seçkin Pirim, Candaş Şişman ve ben kaldık kabul edenler arasında.

Türkiye’deki güncel sanat dünyasını temsil etmek için yetersiz, bir sürü çok iyi sanatçı var, farklı mecralarda, farklı metotlarla üreten ama en azından küçük bir pencereden sanat dünyasındaki farklı kişilikleri ve üretim biçimlerini aktaran bir çalışma oldu.

Ekranda kendimi görmek, sesimi duymak çok garipti. Kabul ederken derdim, 30 yıl sonra oğlumun bu belgeseli tekrar izleyip, çocuklarına, dedeniz İstanbul’da yaşayan böyle bir manyaktı, demesiydi…

Burada kiracıyım, daha kaç yıl kalırım? Bilmiyorum. Atölye ve Bilgi Üniversitesi hayatımdaki en uzun, iki, sabit ilişki diyebilirim bu arada. Bilgi, bu baharda 10 yıl olacak, ilginç. Bazı sahnelerde Başakşehir’de yürüdüm veya kaykay yaptım, oradaki manzara da dönüşecek. Bir dönemi de kayıt altına almak bir yandan…

Geçtiğimiz günlerde yer aldığınız etkinlikler nasıl geçti? İyi Tasarım İzmir’in içeriği dolu doluydu. 212 Photography Istanbul’da kaykaycılar için bir stant tasarladınız.

Beşiktaş Meydan İstanbul’da kaykay camiasının en önemli noktası. 1,5 yıl önce pandemide, orada ilk inşaat faaliyetleri başladığında, CM Mimarlık (Cem Sorguç), kaykaycılar ve Belediye arasında arabuluculuk görevini üstlenmiştim. Kaykaycıların kullandıkları mimari elemanların niteliklerini yeni projeye taşımak için kaykaycılar ve mimarlarla workshop yapmıştık. Sonra tesadüf eseri İstanbul 212 benimle temasa geçti, galiba Alper Derinboğaz benim onlara kaykayla ilgili uzmanlığımdan bahsetmiş.

Festivalin bir bölümünde kaykay fotoğraflarına yer verdikleri için benden Meydan’da bir sergi ve kayılır eleman tasarlamamı rica ettiler. Yazın evimden çıkarıldım, -Beyoğlu’nda her altı ayda bir, bir bina otele dönüşüyor- taşınıyordum. Tüm uygulama ve şantiye sürecini pek takip edemedim. Projede hafif kaymalar ve değişmeler olmuş ama 212’nin ekibi onları tatlı bir şekilde uygulamış. Kaykaycılar da birkaç gün boyunca sahiplendiler onu.

Belçika’da birkaç kaykay parkı tasarladım. Kamusal alan yaratınca oranın bütün farklı kullanıcılarını görebiliyorsunuz. Umarım emekli olmadan önce, İstanbul’da daha kalıcı bir kaykay parkı tasarlama fırsatım olur.

İyi Tasarım İzmir’e, dört yıl önce de katılmıştım. İzmir’in Kültür Parkı ve oradaki çevrede olmak çok keyifli. Belli ki pandemide yapamadıkları için o etkinlikleri bayağı bir iştahları açılmış ve çok çalışmış hazırlayan ekip. O yüzden hem sergiler hem katılan panelistler ile etkileyiciydi.

Etkinliklerin bir pozitif yanı da, tekrar bir sunum hazırlamak oldu. İki yıldır kalabalık yerde sunum yapmamıştım, kendime biraz ayna tuttum. Bu sürede kafam nasıl değişmiş? Gördüm ve evet, hoşuma gitti.

Temel Parçacıklar Sergisi - Fluid Structures Phase 14, 2018

Kaykayın üzerinden kent nasıl görünüyor?

Aslında bütün disiplinlerde bir şey var; o da tekrar etmek. Bu müzikte var, resim yaparken var, mimarlıkta da bazı hareket ve sistemleri sürekli tekrarlıyoruz. Kaykay da çok tekrar üzerine kurulu bir şey.

Endonezya’daydı galiba; Paleolitik dönemde, mağaranın duvarına ellerini bastırıp, boruyla pigment üfleyen kabileler olduğunu biliyoruz, izlerinden. Bu insanlığın çevresiyle ilişki kurmak istediği ve osmoz bulmak istediği bir duruma tekabül ediyor ve kaykay da şehirli insanlar için böyle bir araç olabilir. Zeminde giderken, zemindeki derzlerin tekerlerden, tahtadan belkemiğinize, beyninize kadar bir ritim tutması; gölgeler, saçaklar veya kentsel mobilyalarla, çok zengin ve hızlı bir geometrik dünyanın içinde var olup, sürekli bir doğaçlama veya bir koreografide, hangi hareketler peş peşe dizilecek, dengenizi nasıl kaybetmeyeceğinizi düşündüğünüz bir pratik.

Biraz hayat okulu gibi bir şeydi kaykay; otoriteyle müzakere yapmayı öğreniyorsunuz genç yaşta; çünkü bazı yerlerde kaymak yasaktır, ya bekçiler ya polis ya da öbür kullanıcılarla bazen gerilimler yaşıyorsunuz, her farklı sosyal kesimden insanla da muhatap olmak zorundasınız.

Fluid Structures Phase 18, Yerleştirme, 2019

Kaykayı bıraktıktan sonra kentle kurduğunuz ilişki yerini fotoğrafa bıraktı diyebilir miyiz? Resim ve fotoğraflarınızla ne söylüyorsunuz?

Görsel bir dünyaya alıştım kaykay yaparken ve o dünyanın hafızamdaki izlerini resimlerde kullanarak geliştirmeye çalışıyorum. Kente bazen yukarıdan bakıyorum, bazen aşağıdan yukarı veya bükerek bakıyorum…

Resimler, hiçbir gerçek duruma tekabül etmiyorlar. Nolli’nin (Giambattista Nolli) Roma haritası vardır; 18 yy.daki kent dokusu, "siyah ve beyaz, dolu boş"u gösteren. O haritanın fragmanlarına bakınca anlaşılabilirler. Mimari bir yapıttaki gibi, orada da sürekli bir denge arayışı var; dolular ve boşluklar arasındaki denge… Nereye pencere açıyorum? Yandaki duvar taş mı, beton mu, tuğla mı? Resimler hep bir müzakere; ne kadarını boşaltabilirim, ne kadar doldurabilirim? Tabii o geometrik dil hem bir mimari yapının kalıntısı olabilir ya da daha çok bir kentin makro formuna da tekabül edebilir bazen. Bazı arkadaşlarım, burada sevişen bedenler görüyorum diyor. Yoruma tamamen açık, sanat öyle bir şey.

Bir fragmanın soyutlanması da olabilir bazen… Kırsalda yaptığım yürüyüşlerde veya seyahatlerde yol kenarında yarı terk edilmiş, bitmiş mi çökmek halinde mi inşaat halinde mi, belirsiz yapıları belgeliyorum hep. Onların naifliği, öte yandan da bir anıtsallıkları var. Aslında çökmekte olan bir toplumun abideleri gibi.

Bir yapı için harcanan enerji, kaynaklar dudak uçurtucu. İstanbul’un çeperlerinde yürürken gittikçe fazla açılan çimento tesisleri için taş ocakları var ve gerçekten onların yaraları, izleri gittikçe büyüyor. Kemerburgaz yakınlarında bir madende bir fotoğraf çekmiştim artık ayaklarının bastığı nokta yok. Orası da kazılmış, çukura dahil edilmiş…

Fotoğrafları sergilemiyorum. Onlar sadece Instagram’da bir tür hafızam, görsel dünyamı oluşturuyorlar. Yaptığım bazı, -beton ya da ahşap- anıtsal formlu, yığma heykeller de onun altyapısını oluşturuyor aslında.

"Akışkan Yapılar"

Orta Çağ ya da Rönesans’ta değiliz. Çok hızlı dönüşen, bilginin sürekli bulutlar halinde tepemizden aktığı bir dönemdeyiz. Mekân algımız hızlandı, zaman ve mekân sıkıştı bütün bu teknolojiyle. Herhalde o sıkışmayı yansıtmak amaç. Rönesans’ta birden antik çağın kültürünü tekrar keşfettik: Yaşasın Yunan kuralları ve oranları. Bugün böyle bir şeyden bahsedemeyiz tabii. Zaman ve mekân sıkışması, o sıkışıklığın içinde de çok yoğun bir hareketliliğin olduğunu biliyoruz. Hem mimari dilimde hem resimlerin dilinde onu aktarmaya çalışıyorum ve onu aktarabilmek için de herhalde ya kaykay ya yürüyüşle, bedenimi sürekli bir tekrar temposu içinde tutarak, yavaş yavaş bir meditatif halle kendimi sünger haline dönüştürüp, etrafımdaki geometrileri, enerjileri, problemleri çekip sonra boşaltmam lâzım, ya tuvale ya mimariye -belki bir gün tekrar yaparım-.

Fluid Structures Phase 18, Yerleştirme, 2019

Bir serginizde farklı eserlerde kullandığınız aynı formlar dikkatimi çekti; serginin başlangıcında yer alan form, serginin de son görüntüsüydü. Bu genelde tercih ettiğiniz bir dil mi?

2019’daki “Mekansal Durumlar” sergisiydi. Orada yürüyüşlerim esnasında Tarihi Yarımada’da Yunan haç plan formlu bir kilisenin hikâyesinden yola çıkarak mekânsal kurgu oluşturdum. Resimlerde sürekli yeni bir şey deniyorum; ya alet değiştiriyorum ya boya karışımlarını değiştiriyorum… Aslında kazalara kapı açmak lazım ki, o kazaları toparlarken, yeni bir form, yeni bir dil oluşabilsin. Bu atölyedeki süreç hep böyle çok özgür ama bir sergi yaklaşınca orada da hem eserlerin mekânla ilişkisi bir de izleyici bedeniyle oradan yürürken hafızasında hangi eser kalacak veya birkaç kat yukarı çıktığında giriş katındaki eserle bir ilişki kurdurabilirsem, birden oradaki bedensel tecrübesi benim de kentte yaşadıklarıma benzeyebilir. Orada, izleyicinin benim yaşadığım bir hayat dilimine şahit olabilmesi veya paylaşabilmesi gibi bir dert var. Sergi kurmak da başka bir etap diyelim.

Bunu da mimar sanatçı artısı olarak alabiliriz sanırım?

Evet, olabilir, sergiyi de bir mimari proje gibi kurguluyorum. Mimarlık okumamış sanatçı arkadaşlarımla sergiler yapınca, mekânda eserlerin nasıl oturabileceğini hızlı çözdüğümü fark ettim.

Fluid Structures Phase 18, Yerleştirme, 2019

Yaratma sürecinde bedeninizle dahil olmak sizin için önemli. Kaykayda da bunu görüyoruz, resimlerinizde kullandığınız değişik aletlerde de.

İlk başta geleneksel, güzel sanatlar dünyasından çıkan fırçalarla başladım. İstanbul’a taşınıp, çeperdeki yürüyüşlerde tüm bu devasa hafriyat faaliyetlerini görünce oradaki şiddeti aktarmak için fırçaları yok edip daha çok malalar ve inşaat sektöründen gelen malzemelerle çalışmaya başladım. Yine tekrara geleceğim; kepçe tekrar ve tekrar aynı hareketleri yaparak birden bir tepeyi yok edebiliyorsa, atölyede de tekrar o malayla bir boya tepesini yavaş yavaş yok edebiliyorum veya farklı formlara yayabiliyorum. Bu antroposen meselesi, akademik alanda stüdyolarda öğrencilerle çalıştığım bir konu. İnsanın yeryüzündeki etkisi ve bıraktığı izler hem büyüleyici -uçakla havadan geçerken, İstanbul Ankara arası bütün bu Anadolu platosundaki yaralar mesela- hem de korkutucu. Çok şiddetli yaratıklarız ve modern dünya o şiddeti hep gözlerimizden öteye koymak istiyor. Pagan kültürlerde toplu insan kurban törenleri, civciv doğarken yumurtanın kırılması, o da bir şiddet veya filizlenen tohum da zarını yırtıyor. Şiddet bütün bu döngünün bir parçası. Bunu okunur kılmak istiyorum aslında.

Kitabınızdan da bahsedelim, 2023’e sayılı zaman kalmışken…

2013’te yürüdük; İstanbul 2023, 2014’te ilk yayımlandı, 2017’de Türkçe tercümesini yaptık. 2013’te yürürken Gezi eylemleri dönemiydi, 3. Çevre Yolu’nun ormanda yarattığı yaralara birebir şahitlik ettik Yoann’la (Morvan), inanılmazdı. Yürüdüğümüz yollarda yanımızdan geçen hafriyat kamyonu sayısı akıl almazdı.

Öte yandan öyle bir sistemdeyiz ki hepimiz de suç ortağıyız; yolları, köprüleri biz de kullanıyoruz. Bütün o projelerin yarattığı artı değer de paylaşılmıyor. Sosyal eşitsizliklerin gittikçe arttığı bir dünyadayız. İzmit Körfezi’ndeki köprü bence iyi bir yatırım. Çünkü bütün bu kentler arasındaki akışlar için İzmit Körfezi’nin çeperlerini dolaşmak da mantıklı bir durum değildi.

Son iki yıldır Aura İstanbul’daki öğrencilerle biyopsi noktaları belirleyip, Marmara Denizi’nin kıyısını araştırıyoruz; aşırı kentleşme ve aşırı endüstrileşmeyle bütün bu çevrenin nasıl dönüştüğünü. Her zamanki gibi çok iç açıcı durumlar görmüyoruz. Türk ekonomisinin aslında kırılganlığı da sürekli dışardan ithal edilen teknolojiyle burada dönüştürülüp tekrar yurtdışına satılan ürünler olduğu için yurtdışına sattığımız 100 Dolar bir ürün için 70 Dolar ithalat yapmamız gerekiyormuş. 30 Dolar bir kâr payı ile bu endüstriyel sistem ayakta kalmaya çalışıyor. O yüzden bütün çevresel konular öteleniyor. Onlar ötelendikçe de faturanın en büyük kısmını ödeyen su havzaları ve su havzalarından sonra da Marmara Denizi tabii.

Gözümüz görmeyince müsilajı da konuşmuyoruz bir süredir. Önlemlere dair bir bilginiz var mı, alındıysa tabii?

Denizin altında hâlâ var, eskisi gibi yüzeye çıkmıyor çünkü yaz çok sıcak olmadı. Ama yıllardır okuduğum bütün araştırmalarda Marmara Denizi’nin oksijen oranı açısından dünyadaki en zayıf deniz olduğu aşikârdı.

Bazı yerlerde, OSB’lerde arıtma tesisleri kuruluyor ama onlar da o kadar hızlı gelişiyor ki o arıtma tesislerinin kapasitesi genelde yetmiyor veya çok elektrik tükettikleri için bazen şalterler kapatılıyor. Küçük kâr marjıyla çalışan sistem için büyük bir yük muhtemelen.

2023’te neleri konuşmaya devam ederiz, şimdi gündemimizde olan konulardan, Kanal İstanbul?

Tabii. TL’nin değer kaybetmesi öyle bir altyapının yapılmasını yavaşlatır veya öteler. Öte yandan o güzergâhta bir iki tane köprü inşaatına başlandı; biri Sazlıdere Havzası’nın üzerinden geçiyor, köprünün ayakları çıkmaya başladı son aylarda.

Geçen sene Sazlıdere Havzası’nda landart yapmaya başladım. Orada bulduğum taşlarla yere mimari formlar, geometrik formlar döşüyorum. Şu anda iki tane yaptım, kimse kırmadı garip bir şekilde. Düşündüm; önümüzdeki 20 yıl bütün orayı landart ile kaplayacağım sonra da tescil ettireceğim, böylece orasını korurum belki. Böyle anlamsız bir hedefim var. Hayat o kadar anlamsız ki işte böyle bir anlamsızlığın içinde Twitter’da vakit kaybedeceğime orada vakit kaybedeyim. Belki daha etkili olur Kanal’ı durdurmak için.

Elektrikli arabalar meselesi de kapitalizmin bize yutturduğu en büyük saçmalık herhalde. Bütün madencilik faaliyetleri berbat koşullarda çok kıymetli coğrafyaları mahvediyor. Sürdürülebilir hiçbir tarafı yok ve öte yandan arabaların hepsi 2 ton. 1960-70’lerde bir araba 700 kg civarındaydı. Hafif arabalar yapsak, 1 lt benzinle Adıyaman’a kadar giderdik. Hem mimaride hem tüketim dünyasında konfor merakı her şeyi ağırlaştırdı. 

Dünyayı kurtarmak istiyorsak, o hafifliği tekrar yakalamak ve kırılganlığı kabul etmek lâzım. Yürümek, kaykay yapmak da kırılganlığın bir kabulü aslında.

Crossroads belgeselinden bir görüntü

Gözüm hemen yanınızdaki müzik aletlerine kayınca, birden fazla enstrüman da çalıyorsunuz; biri akordiyon. Çerkes olup olmamanızla bir ilgisi var mı?

Çerkeslik var, annemin babası tarafından. Rus Savaşı’nda İstanbul’a sonra Bulgaristan’a… ama akordiyonun bununla bir ilgisi yok, tamamen tesadüf. Babamın annesi ve babası profesyonel müzisyendi, klasik eğitimden geliyorlardı o yüzden bütün torunlara biraz piyano, flüt öğretmişlerdi. Ben de iki yıl keman, sonra iki yıl trompet çalmıştım, 10 - 14 yaş arası. Sonra kaykayı keşfedince, müzik okulu bana göre değil, ben sokaktayım, dedim ve 35 yıl hiçbir enstrümana dokunmadım. Ama tabii bir şeyler kalmıştı. Sonra pandemide, Güneş Terkol ve Güçlü Öztekin’le bol vakit geçiriyorduk, atölyelerimiz aynı çevrede. Onlar 20 yıldır müzik yapıyorlar ve plastik sanatçı. Son zamanlarda daha profesyonel deneysel pop müzik yaptıkları bir grupları var; GUGUOU. Eskiden Ha Za Vu Zu adında daha kolektif ve doğaçlama üzerine bir projeleri vardı, onu tekrar canlandırdık. Tesadüfen onlarda bir akordiyon vardı, bir gün bana verdiler bir eğlence ortamında, pandemide. İlk kez elime aldım. Baktım, kötü çalmıyorum. Senin olsun, dediler. Eve götürdüm, sonra iki yıldır her hafta buluşup doğaçlama müzik yapmaya başladık ve sonra tekrar bir trompet aldım kendime; hem trompet hem akordiyon... Herhalde hayatımda beni bu aralar en mutlu eden şeylerden biri müzik yapmak. Müzik eğitiminden uzak olmak da iyi. Müzik olayı, arkadaşlarla beraber "ses çıkarmak"…

"Noise maker" güzel bir isim.

Beraber ses yapmak, konuşmak gibi. Konuşurken bir sürü yanlış anlamalar oluyor. Çünkü birisinin kullandığı kelime öbürünün zihninde başka bir şey ifade edebiliyor. Ses ve notalar çok daha evrensel. Pandemide eğlence mekânları kapanınca kendi eğlencemizi kendimiz üretmeye başladık, o da çok özgürleştirici oldu. Sistem eğlenceyi de hep tüketmek üzerinden bir şey gibi öğretmiş bize, aslında kendimiz de üretebiliyormuşuz.

Eğitimini almasaydınız da ses çıkarabilecek miydiniz?

Mesela Mert var, Güçlü’nün kardeşi. Sıfır eğitimli, aramızdaki en iyi müzisyen o olabilir; hem saksafon hem davul hem klavye hem flüt… Eline aldığı her şeyi çözüyor. İnanılmaz bir yetenek, kulağı çok iyi.

Son iki yılda neredeyse her gün çaldım, yarım saat olsa bile. Gerçekten zihin için kendime yaptığım en iyi hediyelerden biri olabilir müziğe başlamak.

18 Kasım’da Salt Beyoğlu’nda bir performans yapacağız, 90’lar sergisi kapsamında. Ha Za Vu Zu’nun bünyesi içinde sekiz kişilik bir ekip olarak sahneye çıkacağız. Son haftalar burada provaları yapıyoruz. Genelde Mert’te çalışıyoruz, onun normal bir davulu var o yüzden provalar için bir çocuk davulu aldık buraya, fiyatına göre harika bir şey. Bu fiyat için bu kadar mutluluk veren bir şey bulamazsınız piyasada.

MAD’daki (Mekanda Adalet Derneği) çalışmalarınızla tamamlayabiliriz sohbetimizi.

Hâlâ üyeyim ama çok yakın bir ilişkim yok artık. Dernek çok hızlandı; başladığımızda 4-5 kişiydik, şimdi 15 kişi var ve çoğu tam zamanlı. Onlar başarılı bir şekilde tüm projeleri yürütüyorlar. Yaşar (Adanalı) da yalnız Postane ile ilgileniyor.

Son 3 yıl MAD'da bir proje yürüttüm, yine yürüme üzerine, bitmek üzere. 8 farklı akademisyen davet ettim ve her biri uzmanlık alanları üzerinde bir yürüyüş rotası tasarladılar ve o rotanın bir haritası ve haritanın arkasında kısa metinler, bir tane de rotayı tanıtan video çekimi yapıldı, her yürüyüş için. Bütün bu konut üretiminden, kentsel dönüşüme ya da Tarihi Yarımada’daki modernist yapılardan, Kadıköy’deki feminist eylemlere kadar, geniş bir yelpazeyi kapsayan rotalar. Yakında yayınlanacak, hem Postane’de ve Robinson gibi kitabevlerinde satılacak haritalar. Maksat İstanbulluları aşina oldukları alanların dışına davet etmek ve yürüyüşleri yaparak biraz kentin politik ekolojisini keşfetmeleri… Biraz aslında İstanbul 2023’ün devamı gibi sadece; ben yeterince yazdım, biraz öbürleri yazsın bu sefer, gibi bir proje oldu. Hem İngilizce hem Türkçe yayınlanacak.

İstanbul 2023’ü yazıp, Yaşar’la Mekanda Adalet Derneği’ni kurup, bu dünyadaki vahşet ve adaletsizlikleri görünce gerçekten midem bulanmaya başladı. O yüzden kendimi bütün basından, medyadan soyutladım ve batan Titanic gemisindeki orkestra gibi, sonuna kadar müzik çalıp, neşeli kalarak iyi bir şey yapabileceğimi düşünüyorum. Tweet atarak, kesinlikle, dünyayı değiştiremiyoruz. İyi bir proje yaparak belki bir mahalleyi, birkaç insanın hayatını değiştirebiliyoruz ama… Muhtemelen yüzyıl sonra tarih kitaplarında bu döneme, başka bir dönem ismi verilecek çünkü şu anda içindeyiz ve anlamadık ne olduğunu… Burada masanın etrafında buluşup, neşeli olmak, hayatımda yaptığım en politik duruş gibi geliyor. Neşeyi paylaşmak, sonra başkalarına sıçratmak, onların da o neşeyi yayması... Belki sadece sevgi ve neşeyle dünyayı kurtaracağız.


İlişkili Haberler
Etiketler
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :