YAPI, 400'e Nasıl Ulaştı?

Yasemin KESKİN ENGİNÖZ / 05 Mart 2015

Peki konular nasıl oluşuyordu? Yani size katkı nasıl sağlanıyordu?

İlk sayılara baktığınızda onların daha az sayfalı olduğunu görürsünüz. Ekonomik bakımdan da biraz öyle olması gerekiyordu Yazı bulmak çok kolay değildi, reklamda da aynı sorunlar vardı. Yazı yazma alışkanlığı yaratma konusunda Mimarlık Dergisi'nin belli bir katkısı olmuştu. Üniversite sayısı çok azdı ama her şeye karşın akademisyenlere de yazı yazma ve yayımlatma alışkanlığı gelmişti. YAPI Dergisi olarak biz başlangıçta yine de çok fazla yazı sıkıntısı çekmedik. İlk dergi çıkarma serüvenimizde, "dolmuş" diye bir söylemimiz vardı. Rastgele ulaşan yazılarla "dolmuş"u dolduruyorduk. Dergi, dolduğu zaman çıkıyordu...

YAPI için, ilkin bir Danışma Kurulu kurmuştuk ama o kurul çok etkin olmadı. Kuruldan, beklediğimiz verimi alamadık. Oradaki isimler uzmanlıklarına göre hangi konulara eğileceğimizin göstergesiydi bir bakıma. Ama onların içinden desteğini hiç esirgemeyen, yalnızca Bülent Özer oldu.



Hâlâ daha da moral olarak desteği sürmekte.

Tabii hep öyle oldu. Ayrıca, Demirtaş Ceyhun'un da kitabevi sürecinde, edebiyat söyleşileri ve konferansları düzenlenmesi katkılarıyla desteği oldu. Emek verenler arasında Ömür Candaş, Deniz Toka, Semih Erkin, Saadet Altınay, Ayla Gürsel, Güner Çılgın (Çelikkurgan), Sedat Acar, Yalçın Karaca, Ayşe Hasol, İbrahim Niyazioğlu var. Daha sonra Derya Nüket Özer'in de ciddi katkıları oldu. İşte ondan sonra senin katkılarınla daha da başarıyla sürüyor.
 
Sağolun, teşekkürler... 1973 yılından bugüne dek mimarlık, mimarlık eğitimi, yapı sektörü anlamında Türkiye'nin gündemini belirleyen konular nelerdir? Bugün, sizin 100. sayıda belirttiğiniz üzere 1970'li yıllarda Oda'ya yapılan baskının benzerini yaşıyoruz. Onun dışında yüksek yapıları tartışıyoruz.

Aslında mimarlık ve planlama, ülkede herhalde Atatürk dönemi dışında hiçbir zaman olması gereken konuma gelmedi. Atatürk dönemine baktığınızda planlamaya çok önem verildiği görülüyor. Başta Ankara'da olmak üzere kısa zamanda çok yerde düzgün yapılar... Ankara'nın, Antalya'nın, Tarsus'un, İzmir'in, İstanbul'un kentsel planları... O günlerin zor koşulları altında bütün bu planlar hazırlanıyor. Sonra 2. Dünya Savaşı döneminin sıkıntıları araya giriyor. 1950'lerde ise Bayındırlık Bakanlığı'nın mimarlığa çok sahip çıktığını görüyoruz. Bakanlıktaki mimarlar, dirayetli kimselerdi; onlar mimarlığa çok sahip çıktılar. 1970'ten sonra mühendislerin egemenliğiyle, yapım işi mimarlardan çok müteahhitlere geçti. Kamu yapıları avan projelerle ihaleye çıkarılır oldu. Müteahhit ihaleyi aldıktan sonra işine gelen mimara uygulama projesini dilediğince çizdirmeye çalışıyordu. Müteahhidin hedefi, iyi mimarlık değil, azami kârdı. Her dönemde Mimarlar Odası bunun mücadelesini vermiştir. O nedenle de Mimarlar Odası, eleştirel yaklaşımı nedeniyle, hiçbir iktidara yaranamamıştır. 1960'larda kurulan İmar ve İskân Bakanlığı kentsel ve bölgesel planlama konularını başarıyla üstlendi. 1980'lerde ise her iki bakanlığın birleştirilmesiyle garip bir bakanlık alaşımı yaratıldı.

Mimarlar Odası, İnşaat Mühendisleri Odası ile birlikte 1960'ların sonuna doğru özel yüksekokullara karşı da bir mücadele verdi. O tarihte tümüyle ticari amaçla kurulmuş okullardı bunlar. O iki oda, konuyu Anayasa Mahkemesi'ne kadar taşıdılar. Anayasa Mahkemesi kararı sonucunda, işe yarayanlar devletleştirildi, diğerleri kapatıldı. Oda'nın mücadelesi hep planlamadan, mimarlıktan yana oldu.

Türkiye'deki siyasi yöneticilerde ne yazık ki, "Biz seçildik, en iyisini biz yaparız, biz biliriz; kimse bize karışmasın" anlayışı hâlâ egemen. Mimarlık ortamı kamuca hiçbir zaman mimarlığı yüceltecek şekilde ele alınmadı. Bugünü ise herkes biliyor; olanları yaşayarak, kaygıyla görüyoruz.

Geçmişten bugüne baktığımızda aslında teknolojik anlamda olanakların arttığını görüyoruz. Bilgisayar destekli tasarım, Yapı Bilgi Sistemleri mimarın çizim için sarf ettiği emeği önemli ölçüde azalttı, bir bakıma çizim için harcanacak süre tasarıma, düşünceye aktarıldı.  Araştırma ve geliştirme olanakları arttı, yapı malzemelerinde yerli üretim, çeşit ve kalite arttı. Ama sanırım elimizde ne kadar olanak olursa olsun düşünme biçimi ve yaklaşım değişmediği sürece aslında bunlardan gerçek anlamda faydalanmak mümkün olmuyor. Farklı yapım tekniklerinin gelişmesine karşın bir kesimde, geçmişe öykünen ama geçmiştekini özümsememiş,  gereken temel anlayışını değil de yalnızca gözümüze görünen kısmını tekrar eden bir mimarlık yaklaşımı var. Demek ki elimizdeki kaynakları doğru biçimde kullanmıyoruz...

Bu, şuradan kaynaklanıyor: Mimarlık, mimarın tek başına yapabildiği bir iş değil; öncelikle başkalarının parasıyla yapılan bir iş. Öncelikle bir işvereni var. İşverenlerin de mimarlığı istemeleri, mimarlığa gereken önemi vermeleri gerekiyor. Ayrıca, toplumun mimarlığı istemesi, benimsemesi gerekiyor. Bu iş, bir ressamın, tablosunu yapmasına benzemiyor. İş verme biçimi çok önemli. Devlet bugün mimara, sağlıklı bir düzende doğrudan iş vermeyi ya da yarışmalar yoluyla yaptırmayı düşünmüyor. Almanya'da kamunun bütün yapıları yarışmayla yapılır. Bizde ise müteahhide veriliyor iş. Genellikle de bu süreç kayırmalı olarak işletiliyor. Ünlü bazı mimarların bile müteahhit egemenliği altında çalıştığına tanık oluyoruz bugün. İnşaat yoğunluğunu alabildiğine artırabilme hedefli zorlamalarla, mimarlığın özüyle çelişen marifete dayalı süreçler yürürlükte. Geçenlerde bir mimar arkadaşım, Adalet Bakanlığı'nın, yaptıracağı binaların cephesinde Selçuklu-Osmanlı motifleri dayatmasından yakınıyordu. Sormak gerekiyor: Yeni bir milli mimari yaratma peşinde miyiz acaba? Olacak şey değil bu: Mimari yaratma dayatmalarla sürdürülemez.



Bir başka nokta: mimarlığın eğitim boyutu... Türkiye'de, geçen hafta yenileri açılmadıysa, 87 mimarlık okulu var. Bu okulların düzeyleri arasında çok büyük farklar söz konusu. Çok iyileri var, iyi olmayanları var. Sonuçta, herkes bir şekilde mezun oluyor. Buna karşılık, Fransa'daki mimarlık okulu sayısı yalnızca 20. Bizde, yetkinlik prosedürü de yok.  Japonya'da "ülkede kaç mimar var?" diye sormuştum: "Okulu bitirenlerin sayısı 600.000 ama hepsi mimarlık yapmıyor; birtakım meslek sınavlarından geçmeleri lazım, sayı çok azalıyor" demişlerdi. Oralarda mimarın yetkinlik kazanması koşulu aranıyor. Bizde 4 yıllık okulu bitiren kişi istediği büyüklükte binaya imza koyabiliyor. Ayrıca, okullar için de  akreditasyon sistemi getirilmesi gerekli. Biz, "şu kadar üniversitemiz var" diye övünüyoruz. Peki hiç sorguluyor muyuz bunun kaçı gerçek üniversitedir diye? Mimar öğretim üyesi olmadan açılan mimarlık okulları biliyorum. "Nasıl yürütebiliyorsunuz?" diye sorduğumda, "İngilizce öğretiyoruz" dediler. Yabancı dil öğretmek üniversitelerin işi değildir. Kısacası, Türkiye'de pek çok alanda tutarsızlık var. Yazık ki bunca yanlıştan bir doğru çıkmıyor. Ben Türkiye için, "Varlar içinde, yoklar ülkesi" diyorum, yani, "Var mı? Var... ama gerçekte yok."

Aynı şekilde belki birkaç yıl içinde 3 boyutlu yazıcılarla projenin şantiyede doğrudan üçboyutlu modeli çıkarılıp uygulanacak... 

Neo-ekonomik düzenin işleyiş tarzı ve teknolojinin gelişimi üretim biçimlerini değiştirdi. Bugün mimarlık tümüyle işverme düzenine bağımlı hale geldi. Türkiye'de yürürlükteki süreçte kamuda işverence girişimciler ve müteahhitler muhatap alınıyor. O müteahhitler televizyon reklamlarında projeleri ellerinin tersiyle itince mimar da mimarlık da halkın gözünde küçük düşürülüyor. Plansız bir ortamda mimarlığın gelişmesi çok zordur. Bilgi açığını yalnızca teknolojik gelişmelere yaslanarak kapatamazsınız. Bugün yaşadığımız süreç ne yazık ki bu. Bir de biçimsel dayatmalar, geriye dönük üslup dayatmaları... Bunlar kabul edilebilecek şeyler değil.

Peki yine gelecekten umut etmek mümkün mü? Ve umudumuzu besleyecek neler olabilir?

Umutlu olmak zorundayız. Yaşıyorsak umutlu olmamız şart. Karamsarlığa kapılırsak her şeyi bırakıp köşeye çekilmek lazım. Bu olamaz. Hepimiz güzel bir Türkiye için çaba harcıyoruz. Bu topraklarda yaşayan herkesin mutlu olmasını sağlamak gerekiyor. Vaktiyle zorlu dönemlerden biri Adnan Menderes'li Demokrat Parti dönemiydi. Onda bile zaman zaman Menderes-İnönü yakınlaşması olurdu; hava yumuşardı, "bahar havası geldi" denirdi. Şimdi bahar havası hiç yok. Bu durum sürdürülebilir değildir. Doğruları söylemek zorundayız. Kimsenin de bize "sus" dememesi lazım.


İlişkili Haberler
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.
Bu İçeriğe Yorum Yazın
Ad Soyad
E-posta
Yorum
Kalan karakter :