Aldığı sanat eğitimlerini mimarlık disipliniyle birleştiren, iç mimar, besteci, ressam Büşra Kayıkçı ile; sanat, notalar ve minimalizm üzerine...
Mimarlık, tasarım ve besteciliğin birbirlerinden uzak alanlar olmadığını söyleyen Büşra Kayıkçı ile bir söyleşi gerçekleştirdik...
Sizi tanıyabilir miyiz? İç mimarlık lisansınız ve sonrasında sizi mevcut kariyerinize getiren gelişmelere de yer vererek anlatabilir misiniz?
Benim bugünkü yolculuğumun temelleri aslında çocuklukta aldığım sanat eğitimlerine dayanır. Bu eğitimler mimarlık disipliniyle birleşince anlam kazandı, bir kompozisyon oluştu.
Müziğe 9 yaşında, Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde, klasik batı müziği ve solfej sınıfı ile başladım. Bunu bale, resim, tiyatro takip etti. Üniversiteye kadar bu alanlarda devamlı eğitim aldım. Üniversite tercih zamanı ise mesleğin çizimle olan ilişkisi, biraz da ailemin yönlendirmesiyle iç mimarlık okumaya karar verdim. Sonrasında bir süre sadece iç mimarlıkla ilgilendim fakat bir noktada müziğe geri dönme arzum iyice kuvvetlenmeye başladı. Neoklasik eserleri lise dönemimde keşfetmiş epey çalışmıştım zaten. Daha sonra Alman müzisyen Nils Frahm sayesinde, piyanistlerin akustik piyanoyu modifiye ettiklerini, mikrofonları manipüle ederek kayıt aldıklarını keşfettim. Bununla beraber farklı çalışma prensiplerinde akustik piyanoların tasarlandığını, hatta bunlardan birinin Architizer ödülü aldığını öğrendim ve bu beni çok heyecanlandırdı. Geçtiğimiz kış o piyanoları denemek için bizzat atölyesine Macaristan’a gidip orada bir albüm de kaydettim. Artık bu dünyada yeni bir yaklaşım, bir tasarım var. Açıkçası müziğe tekrar klasikler dünyasından geri dönüş yapmak beni hiç heyecanlandırmıyordu fakat işin diğer yüzünü keşfedince hemen motive oldum ve harekete geçtim.
Sesinizi en iyi bestelerinizle duyurduğunuzu belirtiyorsunuz. Buna farklı enstrümanların; mimari, resim... eşlik ettiğinden bahsettiniz. Birbirlerine etkileri, sizdeki yerlerini detaylandırabilir miyiz?
Mimarlık Fakültesi'ne kadar yaptığım her şey sade bir taklitten ibaretti, sonrasında bu yeni dünya ile beraber minimalizm, soyutlama, üretim ve tasarım kavramları girdi hayatıma. Bu kavramlar beni müzikte çok yönlendirdi. Daha korunaklı, klasiğe dönük, kapalı bir eğitim alsaydım belki bir şeyler üretmeye, kendimi ifade etmeye cesaret edemezdim. Piyano başında çalışırken resimlerimden de faydalanıyorum, suluboya ile yaptığım renk ve form çalışmalarımı piyanoyu yasladığım duvara asarım. Onları izleyerek ses ve doku denemeleri yapmak bana çok ilham veriyor, doğaçlama seanslarımı yönlendiriyor.
Doğanın sesi ve renkleri sizin için ne ifade ediyor?
Çocukluktan beri melodiden bağımsız olarak sese zaafım var, özellikle tekrar eden seslere, bunu doğal veya yapay olarak ayırmıyorum. Doğa ilham almak için elbette çok güçlü bir kaynak. Şehir hayatının sebep olduğu duygusal çöplüğü sihirli bir şekilde öğütüyor. Çok büyük bir nötrlenme aracı. Sonsuzluk etkisi veren bir görüntüye bakmak bana hep ruhun sonsuzluktan geldiğini oraya ait olduğunu hatırlatır, böylece keşfedilecek üretilecek şeylerin çokluğuna heyecanlanırım, yükselirim.
Madde 42 - “Hiç kimse eğitim ve öğrenim hakkından mahrum bırakılamaz”- besteniz nasıl ortaya çıktı? Bestede, dinleyiciye geçmesini istediğiniz duygu ne idi?
Madde 42, 28 Şubat temalı ‘’Böyle Daha Güzelsin’’ sergisi için özel olarak yaptığım minimalist beste ve video-art çalışması. Bu aslında hem görsel hem işitsel boyutu olan bir iş. Bir sergi konseptinde hazırlandığı için salt melodiden oluşan bir şey tasarlamak istemedim. Ellerimi birer metafor olarak kurguladım. Minimalist çalışmaların en önemli özelliği tekrar eden motiflerden oluşuyor olması. Burada sağ elim eserin ilk bölümünde sabit bir şekilde 39-43 numaralı tuşelerde geziniyor. Sol elim ise eser boyu, kimi zaman sağ elin etrafında dolanıyor kimi zaman adeta çarpıp uzağa gidiyor. Burada sağ el tekrar eden motifleriyle devrin fikri sabit, katı otoritesini, sol el ise bu durum karşısında çare arayan çırpınıp duran kadınları temsil ediyor. Madde 42 (anayasanın 42. Maddesi) ismi ise ilk bölümde 42. Tuşeye sağ elin özellikle hiç basmıyor, avucunun altında tutuyor ve sol elin de basmasına izin vermiyor oluşundan geliyor. Bu da bize eğitim hakkından mahrum bırakılan kadınların hikayesini anlatıyor. Bu kurguyu da tam tepeden yaptığımız video çekimi ile ziyaretçilere aktarmaya çalıştık.
Sulu Fikirler Atölyesi’nden de bahsedebilir misiniz? Atölye’de neler yapıyorsunuz?
Sulufikirler, 3 yıl önce Kuzguncuk’taki küçük stüdyomu bulduğum dönem başlamış bir proje. Ulaşılabilir fiyatlarda, soyut suluboya desenler, suluboya teknikleri eğitimleri ve çeşitli kurumlarla suluboya ile mimari görselleştirme gibi çalışmalar yaptık. Sonrasında Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'nde serbest el dersleri verdim. Fakat şu anda bu çalışmalara ara verdim ve müziğe yoğunlaştım. Yeni bir albüm üzerinde çalışıyorum.
“Renkli Çoraplı Kuzgun” çocuk kitabının illüstrasyonları size ait. Kitabın hikayesini paylaşır mısınız?
Kitabın yazarı Didem Demirel, kızımın fotoğraflarını referans alarak hazırladığım bir illüstrasyon serisinden ilham almış. Biz o dönem tanışmıyorduk. Daha sonra bana, "Bu hikayeyi sen resimlemek ister misin?", diye sordu ve hemen kabul ettim, çünkü kitabın karakterlerinden biri kızım Menesse ve diğeri de Kuzguncuk’tan hareketle bir Kuzgun. Mahallenin otantik dokusuna gönderme yapan, renk merkezli bir hikaye bu. Didem’le çalışmak çok keyifliydi çünkü çocuk kitabı illustrasyonları konusunda aynı görüşü paylaşıyoruz. Derdimiz kitaplardaki detayları azaltarak çocuklara hayal edecek alan bırakmak. Yine minimalizm etkisinde diyebiliriz. Sırada ikinci kitabımız var, yakın zamanda onu da resimledim. Heyecanla baskıya girmesini bekliyorum.
Son olarak yeni projelerinizden bahseder misiniz? Sosyal medyada; besteniz “Doğum”un New York Theatre Ballet’in modern dans gösterilerinde kullanıldığını paylaştınız, süreç nasıl gelişti?
Sosyal medya iyi kullanıldığında bu tarz uluslararası fırsatlar için en önemli platform artık. Ben de uzun zamandır sosyal medyayı efektif kullanmak için epey emek veriyorum. Disiplinlerarası çalışmayı çok önemsiyorum. Bu bağlantı da bir menajer veya network sayesinde kurulmadı, tamamen organik bir şekilde tanıştık. Bunun gibi Avrupa’da birçok müzik kanalıyla ortak proje yaptım. New York Theatre Ballet’nin müzik direktörü piyanist Michael Scales de beni uzun zamandır takip ediyormuş. Instagram üzerinden ulaşıp, Doğum’u modern dans gösterisinde kullanmak istediğini söyledi. Çok heyecanlandım. Bale geçmişimin olması da bu heyecanı katmerledi. Şarkının hikayesini sordular ve koreografiyi de bu minvalde oluşturdular. Bu projeyi müzik kariyerimin en önemli basamağı olarak görüyorum.
Eklemek istedikleriniz varsa, duymaktan memnun oluruz.
Benim için müzik yapmak tasarımdan bağımsız bir alan değil. Ben bir beste yaptığımda da onu aslında tasarım olarak ele alıyorum. Enstrümanı, kayıt elemanlarını hepsini manipüle ederek ortaya başka bir doku çıkarmaya uğraşıyorum. Akustik kayıt bitiyor, bu kez de onu elektronik öğelerle yeniden şekillendiriyorum. Öte yandan, ben beste ve kompozisyon eğitimi almış biri değilim fakat, bir mekanı ele alırken mimarlıkta hangi adımları takip ediyorsak müzikte de aynı altlığı kullandım ve bu bana bir ürün verdi. Dolayısıyla nazarımda mimarlık, tasarım ve bestecilik uzak alanlar değil. Bir müziği dinlerken vücudumuz sabit olsa da ruhumuz mekan değiştirir. O melodinin bize verdiği duygu üzerine bir seyahate çıkarız. Bu bence dinleyici için çok anlamlı ve etkileyici bir deneyim.