İzmir Yaşar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Tevfik Balcıoğlu ile günümüzdeki tasarım eğitimi anlayışı ve Türkiye’nin yaratıcı endüstrilere yön veren bir tasarım stratejisi olup olmadığı üzerine konuştuk.
Mimarlık arka planından gelen bir tasarım kuramcısısınız. Bugüne kadarki deneyimlerinizi göze önüne alarak Türkiye’deki tasarım eğitimiyle ilgili ne gibi tespitlerde bulunursunuz?
Var olanı değerlendirmek yerine bugünkü tasarım eğitiminde neler yapmamız gerektiğini konuşmak daha iyi olabilir. Biz bugün eğitimde bundan 20 yıl öncesine göre çok daha farklı bir durumla karşı karşıyayız. Yakın zamana kadar önemli ölçüde Bauhaus eğitiminden etkilenmiş ve kendi deneyim ve birikimlerimizi bu eğitim anlayışı üzerine inşa etmiştik. Tabii ki her tasarım bölümünde bu anlayış farklı nitelik ve yoğunlukta uygulanıyordur. Ancak hemen hepsinde Temel Tasarım dersleri bulunmaktadır. O yüzden, tasarım eğitiminin genel yapısından bahsedersek öncelikle Temel Tasarım eğitiminden söz açmalıyız. Bu derste öğrencilerin alışkanlıkları sorgulanır, eleştirel ve farklı bakış açıları geliştirmeleri beklenir. Öğrenciler, soyut tasarım anlayışını geliştirecek problemler üzerinden değişik düşünmeye itilir, özendirilir. Daha önce uğraşmadıkları malzemelerle tanışmaları sağlanır. Bunun sonunda da yavaş yavaş öğrenciye projeler verilerek tasarım yaptırılır. Tabii ek olarak öğrenciyi donatmanız gereken teknik ve teorik bilgiler vardır. Bu birçok tasarım eğitimi programında aşağı yukarı aynıdır.
Ancak bugün çok farklı bir durumla karşı karşıyayız. Bizim artık ders verdiğimiz kitlenin yapısı değişti. Yeni neslin ilgi alanları tümüyle dönüşüme uğradı. Dolayısıyla onlarla iletişim kurma biçimlerimiz de değişime uğramak zorunda kaldı. Eğitimin, bu yapıyı göz önüne alarak çok daha yaratıcı olma zorunluluğu ortaya çıktı. Eskiden tek yönlü bir aktarım söz konusuydu. Çoğu zaman hazır kalıplar içinde gelen bilgi vardı ve öğretim görevlileri bu bilgiyi aktarmakla sorumluydular. Öğretim üyesi gelir, anlatır, öğrenci not alır ve sonra sınava girerdi. Bu yöntemin artık bir geçerliliği yok. Çünkü bilgi her yerde var. Bilgiye çok kolay ulaşılabiliyor. Bizim görevimiz artık kendi olanaklarıyla bu bilgilere ulaşan öğrencilere filtreleri tanıtmaktır. Çünkü bu bilgilerin hangisinin gerçek ya da kirli olduğunu, hangisinin öncelikli, hangisinin önemli olduğunu öğrencinin ayırt etmesi gerekiyor. İnternetin bize getirdiği en büyük zorluklardan biri de bu. Her türlü bilgi var ama hangisi doğru? Bunu, o konu hakkında bilgi sahibi olmayan birisi nasıl sezebilir, nasıl ayıklayabilir? Kendi kendilerine gerekli ve gerçek bilgiyi nasıl bulabileceklerini biz onlara öğretmek durumundayız. Ama bunu yapabilmek için de öncelikle o öğrencide heyecan yaratma sorunuyla karşı karşıyayız. Bu nedenle artık ‘yaratıcı olma’, sadece öğrencilerden beklediğimiz bir şey değil, öğretim üyeleri de yaratıcı olmak zorunda ki vermek istedikleri mesajı, eğitimi, anlayışı öğrencilere aktarabilsinler.
Öğrenci sınıfa elinde akıllı cep telefonuyla geliyor, sürekli mesaj yazıyor, dersi belki dinliyor, belki dinlemiyor ve başka dünyadan gelen bilgilerle aslında bambaşka bir ortamda yaşıyor. Onu alana çekebilmek, ilgi uyandırmak oldukça güç bir durum. İşte bu noktada bizim yaratıcı olmamız kaçınılmaz. Belki de onların kullandıkları araçları kullanarak ders anlatmamız lazım. Yani; ileride belki de cep telefonu üzerinden ders anlatacağız. Ben burada sadece kendi kişisel deneyimlerimi, son 1-2 yıl içinde edindiğim izlenimlerimi sizinle paylaşıyorum ve yüksek sesle düşünüyorum.
Tasarım eğitimine ilişkin İzmir Ekonomi Üniversitesi’ndeyken geliştirdiğim bir yaklaşım vardı. Adı da “IDeA” yani “Integrated Design Approach”: Bütünleşik Tasarım Anlayışı. Buradaki yaklaşım her tasarım alanının aslında aynı temele dayandığı ve bu nedenle de aynı çatı altında örgütlenmesi gerektiği düşüncesi üzerinde şekilleniyor. Buna göre, değişik branşlardaki bütün tasarım öğrencileri ilk sınıfı birlikte okuyor. Moda tasarımcısı, iç mimar, grafik tasarımcı ya da mimar olacak öğrenciler birinci sınıfta ortak projeler yapıyorlar. Yani ilk yıl fakültenin yılı oluyor. İkinci yılda ise öğrencilere kendi alanları tanıtılıyor; bölümün özellikleri, ders yapısı, anlayışı belirleyici oluyor. Üçüncü sınıf uzmanlaşma yılı; öğrenci o disiplin içinde kendi ilgi odağını aramaya başlıyor. Dördüncü yıl öğrencinin yılı; sınıfta bir birey olarak, tasarımcı kimliğini bulması, kendi tasarım çizgisini oluşturması önemseniyor. İkinci, üçüncü sınıftan itibaren grup çalışmaları, diğer tasarım alanları ile ortak projeler gerçekleştiriliyor. Dördüncü sınıfta kendi bireysel projelerini hayata geçirmeyi öğreniyorlar. Bu, tasarımcının kendini tanımasını ve tasarım kişiliğini oluşturmasını özenle teşvik eden bir yapıydı. Öğrenci öncelikle birçok disiplinle birlikte çalışmaya başlıyor ve sonra yavaş yavaş kendi alanına çekiliyor. Bunu yaparken de sınıfların bölümlere göre değil, yıllara göre mekânsal olarak yan yana olmalarını önermiştik. Bu proje sadece bir eğitim programını değil, fakülte ve benzeri yapıların fiziksel planlamasını da kapsıyordu. Bunu İzmir Ekonomi Üniversitesi’ndeki Sanat ve Tasarım Fakültesi’nin yeni binasında oluşturduk. Brüt beton yapı, fakültedeki bir ekip tarafından tasarlandı. En üst katta, öğretim üyeleri odaları bir arada bulunur, bölümlere göre olarak ayrılmış değildir. Onun bir altında bütün bölümlerin birinci sınıfları yan yana, sonra ikinci sınıflar, üçüncü sınıflar ve dördüncü sınıflar var. Hatta bunu bir espriyle de anlatıyorduk; birinci sınıflar ufukları genişlesin, şöyle bir etraflarına bakabilsinler diye en üst kattalar; dördüncü sınıflar da ayakları yere bassın, mezun olup çıkıp gitsinler diye en alt kattalar. Bir diğer düşünce de şu; genellikle küçük sınıflar büyüklerin işlerini bilmezler ama üst kattan aşağıya doğru inerken 2., 3. ve 4. sınıfların ne yaptığını görebilirler. Yani sınıflar arası, bölümler arası entegrasyonu maksimize edecek bir mekânsal yapıyla bu program çok daha geçerli olabilir diye düşünmüştük.
"İşin en önemlisi de öğrencilere mesleklerini sevdirmek. Biz artık onlara sevgi aşılamakla görevliyiz, bilgi vermekle değil"
Bu noktada mimarlık eğitiminizin bakış açınıza ne gibi etkileri oldu?
Mimarlık bence şehir planlamadan ürün tasarımına kadar büyük bir skala içinde tam ortada duruyor. Bunun müthiş bir avantajı var. Çünkü her iki ölçeğe de çok kolay kayabiliyor, adapte olabiliyor. Bir ölçek aşağıya inince iç mimarlık, bir ölçek daha inince endüstriyel tasarım, bir yukarı çıktığınızda kentsel tasarım gibi... O açıdan mimarlığın iyi bir formasyon olduğunu söyleyebilirim. Bir de bütün bu tasarım disiplinleri içinde, en eskisi, en kurumsalı mimarlık. Dolayısıyla, bizim bugünkü uğraşımız çok daha aktif bir eğitim anlayışı geliştirmek olmalı. Öğrenciyle bire bir ilişkiyi hızla geliştirecek bir “coaching” sistemi gibi. Eğitimcinin bilgi vermekten ziyade sürekli öğrenciyi yönlendirmesi, teşvik etmesi, cesaretlendirmesi, ona güven kazandırıcı bir yaklaşım içinde bulunması, öğrenciyle arkadaş olması gerekiyor. Ancak bunlarla size güvenip kendi başlarına inisiyatif kullanabilecek hale geliyorlar. İşin en önemlisi de öğrencilere mesleklerini sevdirmek. Biz artık onlara sevgi aşılamakla görevliyiz, bilgi vermekle değil.
Günümüzde ülkeler ve kentler yaratıcı endüstrileriyle öne çıkıyor. Özellikle rekabet anlamında tasarım ciddi bir güç. Türkiye’nin bu anlamda belli bir stratejisi var mı?
Hayır. Üst düzeyde Türkiye’nin henüz bir tasarım politikası yok. Hükümet tarafından Kasım 2014’te, Resmi Gazetede yayınlanmış bir dosya bulabilirsiniz. Tasarım Strateji Belgesi ve Eylem Planı başlığını taşıyor. Ne kadar sağlıklı hazırlanmış, ne kadarı uygulanıyor, bilmiyorum. Tasarım konseyi kurma çabası gözlemliyoruz, sanki o bağlamda yapılmış tartışmalardan ortaya çıkmış bir metin bu. Ancak belli bir üst plan, program ve ciddiyetle uygulanan bir stratejinin olmaması, bunu uygulayacak bir kurumun, yapının, yetkilinin bulunmaması, Türkiye’de yaratıcı endüstrilerin olmadığı ya da bu anlamda çabaların bulunmadığı anlamına gelmez. Tam tersine Türkiye, tasarım açısından 1995’ten bu yana önemli adımlar atmış bir ülkedir. 2005 yılı ise kırılma noktasıdır. Şu anda da tasarım alanında oldukça iddialı bir konuma doğru ilerliyor diyebilirim. 1995 önemlidir çünkü Avrupa Birliği ile gümrük anlaşması yapılır yapılmaz yurtdışına ihracatta bulunan firmalar tasarım sorunuyla karşı karşıya kaldılar. Yaptıkları birçok şeyin aslında kopya olduğunu, tasarım olmadığını görüp bir anda tasarıma yöneldiler. 2005'te de birçok gelişme yaşandı; UIA İstanbul'da yapıldı, ETMK’nın faaliyetleri oldu, 4T: Türkiye Tasarım Tarihi Topluluğu oluştu, İstanbul Design Week yapıldı, Marketingist ‘Rekabette Tasarım’ özel sergisi açtı, yeni dergiler yayımlandı, Capital dergisi ‘Tasarımla Büyüyenler’ listesi verdi, tasarımcılarımız uluslararası ödüller kazandı vs. Kısaca inanılmaz bir çıkış yaşandı.
Tabii burada bağımsız inisiyatiflerden bahsediyoruz. Prof. Dr. Alpay Er'in başını çektiği ve İstanbul'a getirmek istediği IDA (International Design Alliance), bunlardan birisidir. Örneğin, Turquality de bir devlet projesidir. Türkiye'de uygulanan bir strateji yok dedik ama bu hiç katkı ya da desteğin olmadığı anlamına gelmiyor. Turkey Award, Türkiye Tasarım Ödülleri gibi örnekler var. Turkey Award, ETMK’nın düzenlediği devlet destekli bir ödül. Uluslararası bir jürinin katılımıyla gerçekleştirilen bu yarışma, Türkiye’deki tasarımın uluslararası seviyeye gelmesi açısından önemli.
"İtalya’da tasarım şövalyeleri vardır, İngiltere’de ise tasarım kaleleri... "
Peki bunu geliştirmek için neler yapılabilir? Dünyadaki örnek uygulamalar ve modeller neler?
Yaratıcı endüstriler bir kent stratejisi. Bunu en iyi uygulayan kentlerden biri, Fransa’daki Saint-Etienne’dir. Tekstil ve silah üretimiyle geçinen kentte her iki üretim kolu da ortadan kalkınca, bu yapıların bir kısmını tasarım okullarına çevirip Saint-Etienne Tasarım Bienali'ni düzenliyorlar. Ve şehir binlerce insanın akınına uğruyor. Ama bu işin asıl merkezi Londra. Şehir bütün enerjisini yaratıcı endüstrilere vermiş durumda. Sinema, grafik tasarım, mimarlık, reklam, hepsi yaratıcı endüstrinin bir parçası. İngiltere kurumsal yapı olarak çok güçlüdür, onu ne Fransa ne de İtalya ile karşılaştırabilirsiniz. İtalya’da tasarım şövalyeleri vardır, İngiltere’de ise tasarım kaleleri. Bu yapı 19. yüzyıla kadar gider. İlk tasarım okullarının açıldığı yer Londra'dır. Londra bu işi ciddi, planlı, programlı bir şekilde yapıyor. Şunu soruyor: Genç, dinamik, yaratıcı nesle kapıları nasıl açar, onları kuluçka merkezleriyle nasıl besleriz? Londra yaratıcı endüstriler meselesini ekonomik bir strateji haline getirdi.
İki yıl önce beni “Design Connections” programı çerçevesinde davet ettiler. O zaman o organizasyonu yakından inceleme fırsatı buldum. London Design Festival’e 500 bin kişi geliyor, 350 etkinlik mekanı var ve tüm bunları sadece 40 kişilik bir ekip koordine ediyor. Bunun tanıtımını yapmak için “Design Connections” adlı bir programla dünyanın dört bir tarafından tasarım alanında etkili 15-20 kişiyi çağırıyor, onları bir hafta boyunca gezdiriyor ve herkesle tanıştırıyorlar. Yani Londra’da neler olup bittiğini size gösteriyorlar. Bu sayede bağlantılar kurup, oradaki tasarımcılarla kendi ülkenizde sergiler düzenliyorsunuz. Bu şekilde tanıtımlarını da özel bir grup için yapmış oluyorlar. Maalesef bizim bu konuda çok fazla eksiğimiz var. Üst organizasyon yok, tasarıma sahip çıkacak güçlü bir devlet politikası yok. Ama yaratıcı, yenilikçi, enerjik, başarılı tasarımcılarımız, ofislerimiz, şirketlerimiz var. Türkiye ve özellikle İstanbul şu anda, dünya tasarımının heyecan odaklarından bir tanesi. Bu geldiğimiz noktayı küçümsememek lazım. Ayrıca sadece tasarım değil, araştırma alanındaki bütçe de büyüdü. TÜBİTAK araştırmalarına verilen destekler çok arttı. Geçen sene, dünyada devletin araştırmalara yaptığı yatırım hızına bakıldığında Çin’den sonra Türkiye ikinci sıradaydı. Merkezi bütçe içinde AR-GE harcamaları yüzde biri geçti. Yüzde üç gibi bir hedefe doğru gidiliyor ki bu milyar dolarlar demek.
Yakın dönemde YEM Yayın'dan bir e-kitabınız çıkacak. Bu yayın Türkiye'de tasarım alanında hangi eksikliklere yanıt verecek?
Bu kitabın hikayesi İstanbul'da düzenlenmesi planlanan IDA (International Design Alliance) toplantısı ile başladı. Yurtdışından gelen insanlara Türkiye’deki tasarım tarihine ve tasarım çalışmalarına ilişkin verebileceğimiz derli toplu bir bilgi kaynağı olmadığını farkettim. Bunun üzerine iki antoloji hazırlamayı düşündüm. Daha önceden yurtdışında basılmış, konferanslarda sunulmuş, bir anlamda kendini sınamış iki grup çalışmayı ele aldık. İlk grup, Türk Tasarım Tarihi’ne ilişkin bilgileri içeriyor. Diğer grupta ise Türkiye’deki araştırmalara, tasarım eğitimine ve tasarım çalışmalarına ilişkin yazılar yer alıyor. Böylece yurtdışındaki araştırmacılara, bakın Türkiye’de akademik olarak bunlar oluyor diyebileceğiz diye düşünmüştüm. IDA’nın gerçekleşmemesi bu çalışmayı da etkiledi ve ertelemeye yol açtı. Şimdi yeniden gündeme aldık, bitirmeye çalışıyoruz.