Bienal döneminde beş no'lu antrepo ve Karaköy'ün değerlenen yegane deposu - İstanbul Modern
Bir yandan da çığırından çıkma olarak nitelendirdiğiniz ve modernite ile ilişkilendirdiğiniz durum, son derece de olumlu değerlendirilebiliyor. Daha doğrusu bu yaklaşımlar; Londra, Viyana, Berlin gibi kentlerden çok daha farklı bir potansiyele işaret ediyorlar.
Evet, bir potansiyel içeriyor. Ama bunu mimarlık yapma faaliyeti ile özdeşleştirmek gibi bir problem var: "Binalar mimarların mezarlarıdır." Dolayısıyla inşa edilmiş olması, belki mimarların para kazanmasını, işadamına dönüşmelerini sağlıyor olabilir ama mimarlığın entelektüel alanında ya da profesyonel anlamda bir gelişme sağladığı pek söylenemez. Mimarlıkta yeni form arayışlarında olan mimarları da buna katabilirsiniz. Siz bana söyleyin: İstanbul'da hangi kamu yapısı bir mimari çaba ile üretiliyor? Çok büyük bir inşaat mühendisi kapasitesi var; bir dolu meydan, peyzaj çalışması yapılıyor. Bir dolu müze yapılıyor. En kıymetli çalışmaya bakın: Topkapı Sarayı'nın mukaddes emanetleri –ki Türkiye'de bundan daha değerli bir yer yok- hangi mimar tarafından elden geçiriliyor? Hangi mimari çaba ile üretildi? Geçenlerde Başbakan açılışını yaptı; siz bana söyleyin. Şimdi ben de düşünüyorum bu çığırından çıkma meselesini... Topkapı Sarayı'nda her sene dış cephe boyanıyor. Floransa'da her sene aynı şey yapılsaydı, Floransa o zaman gelişmiş mi olurdu?
Belki de –Floransa'dan söz ettiğimiz için belirtiyorum- şuraya bakmak gerekiyor. Biliyorsunuz Floransa Uffizzi'de Arata Isozaki'nin saçak eki yapıldı. Ve bu ek üzerine oldukça uzun ve hummalı tartışmalar yaşandı; bu binayı mahvedeceği söylendi. Bu gibi kamusal tartışmaların yapılması için bile kentin o parçasında olağandışı bir şeyler olması gerekiyordu; kentlinin kentsel alan üzerine düşünmesini sağlıyordu. Burada böyle şeyler ise olmuyor gibi gözüküyor...
Bizde öyle şeyler yok. Kültürel mirasın korunması, kültürel mimarlık ile, güncel sanat ile eş anlamlıdır. Yani ötekini tanımak, farklılığın farkında olmak... Bunlar güncel sanatın ana farkındalık problemleridir. Mesela şöyle bir şey var: Tarihi yarımada plan notlarının içinde "çağdaş mimarlık yapılamaz", "çevreye uyumlu olacak" gibi uyarılar var. Siz düşünebiliyor musunuz? Ben yaklaşık on sene önce bunu öğrendiğimde tüylerim diken diken oldu. Ve bunu mimarlar kabul ediyorlar. Yani çağdaş mimarlık kentin çeperlerinde yapılabilirmiş –belediye başkanı da aynı şeyi söyledi- ama tarihi yarımadada ancak "tarihi mimarlık" yapılabilirmiş. Bu –kusura bakmayın ama- nasıl bir dangalaklık? Güncel mimarlık bu mu? Orada da bu yüzden hemen belediye binasının hemen yanına pasta gibi bir bina yaptılar böyle süslü süslü. Eminönü'nde, Beyoğlu'nda bakın; her yerde muhallebici konutları var; hepsi süslü süslü. Kadir Topbaş'ın burada yönetimdeyken kendi bürosuna yaptırdığı işler; Kasımpaşa Stadı, Sütlüce gibi... Benim sorgulamak istediğim şey de bu. Bunun arkasında kamu fikrinin gasp edilmesi vardır. Kenti kimse kendi malı gibi ele alamaz. Burada çok ciddi bir modernlik problemi var. Çünkü zannediyor ki "Ben gelenekseli tekrar ediyorum". Hayır, yaptığı seçme ile kamu alanını kendi özel mülkü haline getiriyor! Mimarlığın en büyük problemi de budur! Mimarlığın gelişmesini bu çığırından çıkmanın sağladığını söyleyemem. Tam tersine Batı'daki bir önceki dönemdeki seçimde sorunsallaştırılmış olan sistemin burada bir gerçekmiş gibi ortaya çıkması, mimarlığın yıkılmasıdır; üniversitelerin yıkılmasıdır. Bu enkazın altında en başta üniversiteler kalır. Vapur tasarımı yapılıyor; kim yaptı bu tasarımı? Var mı bir tasarım grubu? Belli değil, anonim; müteahhitler yapıyor! Surların restorasyonu da önce ihale ediliyor, sonra müteahhitlik şirketi kendi elemanlarını çalıştırıyor. Çünkü teknik bir iş... Bu zaten sözünü ettiğimiz anlamda mimarlık enerjisinin ortadan kalkması demek. Mimarlığın bir kente kazandırabileceği enerjinin ortadan kalkması demek.
Tarihi İstanbul Boğaz vapuru ve İDO'nun "yeni" tasarlanmış vapurları
Peki günümüzün meslek kuruluşlarının, daha önemlisi meslek odalarının ve hatta uluslararası üne kavuşmuş mimarlık aktörlerinin kent politikalarında az rol oynamaları problemli bir durum teşkil ediyor mu?
Bir kaç istisna var. Mesela Turgut Cansever hep kamu teline dokunarak yaşadı. Hiç bir zaman mimarlığın ona sunmuş olduğu starlaşma sürecinde iş adamına dönüşmedi. Hep mimarlığı sorun etti. Yani mimarlığın bir şekilde zenginleşerek, starlaşarak kendinden uzaklaştığından, ölümünden söz edebiliriz. Orada ilginç bir diyalektik var. Entelektüel üretimi sürdürme çabasındaysa zaten, starlaşmanın bir sakıncası yok. Elbette kendisini temsil etmediği sürece; kendi çıkarlarını, kendi fikirlerini... Giderek mimarlık bir tür ara yüzeyler oluşturma meselesi haline gelmeye başladı. "Bana verin ben size Taksim Meydanı'nı tasarlayayım diyene artık mimar denmiyor. Mimar daha çok onu sorunsallaştırarak, oradaki sorunun ortaya çıkmasını sağlayarak ve bunun belki de tasarımsal süreçler içinde canlandırılmasını sağlayacak kamusal bir işlev yerine getiriyor. Mimarlık şu anda eşittir politika! Bu yüzden yeni politik araçlara da ihtiyacınız var; sadece politik söyleme değil... Çünkü politika yalnızca bir laf üretimi, bir zihniyet değil, aynı zamanda bir pratik!
Hasanpaşa Gazhanesi
Bunu biraz daha açabilir misiniz? Mimarlık bir politika aracı değil, politikanın ta kendisi olarak nasıl işliyor?
Biliyorsunuz bizim 20'inci yüzyıl politikası bulutların üzerinde bir politika; yani her şeyi merkezi sisteme gönderen bir politika; ulus-devlet politikası. Kente dair bir politikadan söz ettiğiniz zaman ise kenti yeniden anlamlandıracak, kentin kendini sorunsallaştırmasını sağlayacak bir politika olmalı. Dolayısıyla 21'inci yüzyılın kentsel politikası, aslında kentin kendisine dair tüm bu problemlerin profesyonel anlamda tartışılacağı bir ortam yaratmalı. Bu yüzden de küresel ve çoklu ortama açılmalı. Mesela Yenikapı projesi... Geçmişten kalan politikalar ile burayı yürütemezsiniz. Bunun içinde arkeoloji ile mimari program rakip, ulaşım rakip, kentsel dönüşüm rakip. Siz Marmaray gibi muazzam bir proje yapıyorsunuz ama orası nasıl bitecek, hiç bir fikriniz yok! Ya da Sirkeci Garı ne olacak? Antrepolar ne olacak? Bu konuda hiç bir fikir ortada yok ve adamın aklı sadece özelleştirmeye gidiyor. Veya; Haliç endüstri merkezi olmaktan, Ankara tarafından "üretilen" dış ticaret ve gümrük limanı ulus-devletin dinamik bir düzenlemesi olmaktan çıkıyor. İşlevinin sona ermesinin üzerinden 25-30 sene geçiyor. Orası öyle duruyor. Yine akıllara sadece özelleştirme geliyor ve ancak o zaman "nasıl özelleştirmeli" diye tartışılıyor. Ama şu an orası özelden daha da özel değil mi? Neyse ki İstanbul Modern gibi bir kurum, bienal sırasında veya sonrasındaki sanat etkinlikleri sayesinde başka bir faaliyete şahitlik edebiliyor. Ama 20 senedir boş orası! Hasanpaşa Gazhanesi, Yedikule Gazhanesi... Akıllarına bir tek otel, bir tek alışveriş merkezi yapmak geliyor. Mimarlığın bir kente kazandırabileceği tek şey inşaat mı?
Peki bu anlamda bu sıralar Likör Fabrikası'nın ele alınışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
O proje hakkında bir fikrim yok. Ama herhalde orayı da özelleştirmeyi hedefliyorlar. Değerli bir yer çünkü... Değerli olduğuna göre boş yer kalmamalı; yeşil alan falan yapılmamalı... İşte bu modelle kentte kamu alanı diye bir şey kalmayacak. Bu da çığırından çıkma dediğim şeyin ta kendisi; kamuya ait hiç bir şey yok! Müzakere alanı o kadar daralmış ki, orada sadece çıkar grupları kalmış. Kentin zenginleşmesinin önünde engel oluşturan bu modelin de kriz ile sonuçlandığını görüyoruz. Belki işin seçimler tarafında bir kriz yok; onlar daha da çok para kazanıyorlar. Entelektüel anlamda bir kriz var, yoksulluk anlamında bir kriz var.
AKM - şu anki hali ve Tabanlıoğlu'nun revizyonu
Belediyecilik hiç şüphesiz sermaye kaynaklı bir pratik. Sizin önerdiğiniz çıkar merkezli değil kamu merkezli yönetim modelinde sermayenin faaliyetlerin arkasına alınması nasıl sağlanacak?
Şöyle bir ayrım var: Sermayenin, piyasa mekanizmalarında rekabetin koşullarına göre kamu mekanizmalarının ilişkisini koruması gerekir. Buna karşılık kamunun ana hedeflerini oluşturan konularda da çıkar amaçlı olmayan bir sürecin yaşanması lazım. Demin sözünü ettiğimiz gibi; entelektüel üretim kamusal alanı şekillendirir, geliştirir. Özellikle filantrofik mekanizmaların İstanbul'da gelişmeye başlaması bu anlamda bir işaret. Kamu alanından dört sektör giderek gönüllü girişimlere, STK'lara kayıyor. Aslında mimarlık ile ilgili olarak çok daha kolay açıklamak mümkün. Fikir ortamını zenginleştirir, topluma açarsınız. Bunu sağlamanın yolu da çıkar gruplarının pasif katılımcı olmasıdır. Onu açınca bir kamu hedefi ortaya çıkar. Bu, o alana ilişkin bir kamu politikası demektir ve buna ilişkin, sürekli ondan sorumlu bir yönetim organı vardır. Yönlendirme Kurulu dışında bu misyonu yerine getirecek, kamu politikasını tamamlayacak misyon odaklı bir örgüt ile yürütülür. O da istediği şekilde özel sektörden hizmet alabilir. Ama bizde garip bir şey var: Mesela AKM projesinde... Yıllardır orada otoparkçısından tostçusuna, yaşayan bir özel sektör var. Güvenliğine kadar. Ama bunu sistemli bir hale getirmeye kalktığınızda özelleştiriyorsunuz diye düşünebilirler. Hizmet alanını tanımlamanız gerekiyor. İşte bizde kitapçısına kadar tüm hizmetleri özelleştirebilirsiniz, ama kamu hizmetini özelleştiremezsiniz. Bu tam tersi bir durum: Kamu fikri özelleştirilmiyor; hizmetler ise muhafazakar bir şekilde bürokratik kurumlara terk ediliyor. İşte bunun tersini yapmak lazım! Bu yüzden müzeler gibi işletmelerde "özel sektör daha iyi yönetir" gibi bir anlayış var. Bu da bir hata. Özel sektör işletir, yönetemez! Ama bu filantrofik mekanizmalar ise söz konusu olan; kamu onlarla işbirliği yapmanın bir yolunu bulmak zorunda.