Mimarlığın içine doğmak nasıl bir duygu?
Aslında nasıl bir duygu olduğunu bilmiyorum, çünkü mimarlığın ne olduğunu pek de hissetmiyordum küçükken. Herhangi bir işte çalışan anne-babanın çocuğuydum ben. Fakat hafta sonları şantiyeye gittiğimi hatırlıyorum. Bizimkiler her hafta sonu mutlaka, "şantiyeye uğrayıp şu detaya bir bakalım, çıkalım hemen" derlerdi ve o "hemen çıkalım" saatler sürerdi. Benim için ise şantiye saatler süren bir ıstırap olurdu. (Gülüyor)
Ama sanıyorum o şantiye deneyimleri benim sonradan çok işime yaradı. Pek çok insanın çaba göstererek kazandığı şantiye deneyimi, stajlarla elde etmeye uğraştığı pek çok bilgiyi ben kendiliğinden öğrenmiştim zaten. Dönüp geriye baktığımda bunu hissediyorum.
Mimar olmaya nasıl karar verdiniz peki?
Ben mimar olmaya çok geç karar verdim. Aslında gazetecilik bana çok ilgi çekici geliyordu. Hâlâ da öyle… Olaylara hep bir gazeteci gözüyle bakmaya çalışırım. Boş zamanlarımda okurum, yazarım. Belki bu ilgi de mimarlığı seçmemde etkili olmuş olabilir. Ben gazetecilik ile mimarlığın birbirine benzediğini düşünüyorum. İkisinde de gözlem yapıyorsunuz, ikisinde de yorum yapıyorsunuz.
Dediğim gibi gazeteciliği seviyordum, ama tam olarak da karar veremiyordum. En sonunda babam, sen en iyisi mimar ol… Mimarlık eğitimi alan, her işi yapabilir" dedi. Bu yüzden giriş sınavı için ilk tercih olarak İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'ni yazdım ve okula girdim.
Okul hayatınız nasıl geçti, peki?
Mimarlığı okulda çok sevdim. Zaten derslerde hiç zorluk çekmedim;, zorluk çekmemekle birlikte çok özen göstererek çalışmaya da devam ettim.
Derslerin okulda sıkıntı yaşadığınız oldu mu?
Evet, oldu aslında. Ben hocaları tanımıyordum, fakat hocalar annemi ve babamı tanıyorlardı. Her sömestr başında, girdiğim ilk derslerde mutlaka hocalar yoklama listesini gözden geçirdikten sonra "Ayşe Hasol ayağa kalksın" derlerdi. (Gülüyor) – Bizim dönemimizde Maçka ile Taşkışla'yı birleştirmişlerdi ve sınıfımız 270 kişiydi. Bir de ilk gün olduğu için herkes geliyordu- Ben, 270 kişi arasında, ayağa kalkardım, ama ister istemez, arkadaşlarım arasında mahcup duruma düşerdim.
Herkes çok şey bekliyordu benden. Ben hiçbir sınavdan kaçamazdım, hiçbir dersi bırakamazdım. Öyle bir şansım yoktu. Beklentileri layıkıyla gerçekleştirmek lazımdı. En büyük sıkıntım, okul hayatım boyunca ayaklarımı uzatarak televizyon seyredememek oldu. Sürekli çizim yapardım. Ama geriye dönüp bakınca, eğer sevmiyor olsaydım yapamazdım, diye düşünüyorum.
Bir de benim yılsonu proje teslimi dönemlerimde annemle babam tatile giderlerdi (Gülüyor). Arkadaşların anneleri hiç değilse onlar çalışırken çay getirirlerdi, kurabiye pişirirlerdi. Yani hiç değilse bir destek vardı ailelerinden gelen, bizde o da olmazdı. Ben evde yalnız kalırdım. Projelerimi de hep tek başıma tamamlardım.
Anneniz ve babanız açısından bilinçli bir tercih miydi peki bu? Sizin daha rahat çalışabilmeniz için ya da kendi sorumluluğunuzu tamamen kendinizin yerine getirmesini sağlamak için…
Hiçbir zaman öyle olduğunu söylemediler, ama sanıyorum öyleydi.
O anlamda belki yalnız bırakmış olabilirler, ama mimari birikim anlamında ve bir mimari görüşün oluşması anlamında onların sayesinde kazandığım artılarla hareket ettiğimi düşünüyorum.