Öncelikle bize biraz kendinizden bahsetmenizi istiyorum? Mimarlık mesleğine nasıl başladınız?
Ben Ankara'da doğup büyüdüm; eğitimimi de burada tamamladım. Gazi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'ni bitirdikten sonra Ortadoğu Teknik Üniversitesi Restorasyon Bölümü'nde yüksek lisans yaptım. Üniversite ikinci sınıftan itibaren dört sene çalıştım. Çalıştığım büroda yarışma yapılıyordu. Ardından girdiğim ilk yarışmada birinci oldum ve kendi ofisimi açtım. Ondan sonra süreç kendiliğinden gelişti. Bu arada Gazi Üniversitesi'nde asistan ve ardından ODTÜ'de öğrenci asistanlık yaptım. Daha sonra üniversitelerde part-time hocalık yapmaya başladım. Şu anda hâlâ sürdürüyorum bu görevi. Diğer yandan birçok yarışmaya katıldık ve birincilikler aldık. Meslek hayatım yarışmalar üzerinden gelişti diyebilirim. Derece aldıkça daha fazla tercih edilmeye başladık. Kendimizi kabul ettirene kadar geçen o zor yılların ardından da bugünlere kadar geldik. Mimarlık –tasarım aşamasında- bireysel bir meslek olduğu için kişisel olarak çok çaba sarf etmeniz gerekiyor. Yoksa oyunun dışında kalırsınız.
Bu ofise yeni taşındığınızı sanıyorum. Çankaya'daki büro hâlâ devam ediyor mu? Sizi yeni mekân arayışına iten ne oldu?
Çankaya'daki ofis bir süre sonra yetersiz gelmeye başladı. Bu nedenle yine Çankaya'da daha büyük ve müstakil bir mekân olan yeni ofisimize taşındık yaklaşık sekiz ay önce. Çankaya'daki ofis ise şu anda şube olarak hizmet veriyor. Eğer kullandığınız mekân büyükse, fiziksel kabiliyetine paralel verimlilikte artıyor. Burası bir açık ofis ve üç ana bölümü var: Şu anda bizim bulunduğumuz bölüm, orta kotta arkadaşların çalıştığı bölüm ve alt katta üçüncü bölüm. Tasarım yapılan mekanda sınırların veya duvarların olmamasının tasarlanan ürüne etki ettiğine inanıyorum.
Ankaralı bir mimar olmak sizin için ne ifade ediyor? Kentle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Dünyadaki her kent gibi Ankara'nın da kendine ait bir özelliği var. Ankara başkenttir. Aynı zamanda memur kentidir. Bu yüzden biraz daha sakindir. Mesela gece hayatı çok fazla yoktur. Sosyal hayat sakindir ama politika gündemi yoğundur Ankara'da; bu da burada yaşayan herkesi bir şekilde etkiler. Beni de etkiledi tabii. Ankara, yaptığım işlerde beni bir çerçeveye soktu. Çünkü kendisi öyle; ciddi bir pencereden bakıyor. Kendi ofisimi açtığım 1984 yılından beri Ankara'da nedense çok az yapı yaptık. Türkiye çapında düzenlenen yarışmalarda birinciliklerimiz bizi diğer şehirlere taşıdı. Antalya Otobüs Terminali yarışmasını kazandık Antalya'ya gittik; Adnan Menderes Havaalanı yarışmasını kazandık İzmir'e gittik... Şu anda İstanbul'a gidip geliyoruz.
O halde yurt içinde pek çok seyahat gerçekleştirdiniz. Bu seyahatler sizin üzerinizde nasıl bir etki bırakıyor?
Ben bu göçebelik durumundan memnunum. Böylece yurdun diğer şehirlerindeki gelişmeleri daha yakından takip edebiliyorum. Son zamanlarda gittiğim bütün yerlerde hızlı bir büyüme görüyorum. Bu o kadar plansız ve programsız olmaya başladı ki adeta kansere dönüştü. Bu durum nereye kadar böyle gidecek bilmiyorum ama endişeliyim. TOKİ konutlarına bakın… Bulunduğu kentle ilişkisini, orada yaşayacak insanların sosyal çevresi nasıl olacak merak ediyorum. İnsanları kutu gibi evlerin içine tıkmak, bazı psikolojik problemleri de beraberinde getirir. Toplu konutların sosyal alanları ve açık mekanları önemli. Büyük çarşılar da böyle… Bence bunlar bir süre sonra iflas edecekler. Nereye kadar alışveriş merkezi inşa edebilirsiniz ki? O yüzden bu büyümenin kansere dönüştüğünü düşünüyorum. Çıkarıp atabilmemiz için cerrahi müdahale yapmamız gerekebilir.
Bu durum gündelik hayatımızı alt üst ediyor. Örneğin ben, Ankara'ya yıllar sonra ilk kez gelmiş biri olarak dün akşam alışveriş merkezi gezdim, sanki İstanbul'da yokmuş gibi. Sonra da çok pişman oldum. Bu insanları sosyal hayattan da koparan bir süreç; çünkü artık insanlar, birbirlerine vakit ayırmak yerine hafta sonlarını alışveriş merkezlerinde geçirmeyi tercih ediyorlar. Bu noktada mimarlar olarak size çok fazla sorumluluk düştüğünü sanıyorum. Bu programsız yapılaşmanın gündelik hayat ve insan ilişkileri üzerine etkisini bir mimar olarak değerlendirebilir misiniz?
Artık insanlar kentlerde birikmeye başladılar. Bu durum, sosyal yaşantıda bir sürü problemi de beraberinde getiriyor. Çünkü zamanın nasıl değerlendirileceğine dair bir donatı yok kentin içinde. O zaman ne oluyor? Yapılacak tek şey gidip alışveriş merkezlerinde gezmek oluyor. Bir süre sonra insanın sürekli aynı şeyi tekrar ederek ne kadar sığlaştığını, basitleştiğini görüyorsunuz. Amaç, alışveriş falan yapmak değil oraya giderken, sadece zamanı öldürmek. İnsanların kentin içinde toplanıp birlikte fikir üretebileceği veya bir araya geleceği mekanlar yok. Mimarlar ve kent plancıları, kentin içindeki örgüyü buna göre yapmalılar. İnsanlara nefes alabilecekleri, eğlenebilecekleri ve eylemlerini gerçekleştirebilecekleri mekanların olması gerek.
Aslında eskiden bir meydan kültürü varmış. Bugün bile bir Ege veya Anadolu kasabasına gittiğiniz zaman, çeşmesiyle, camisiyle, kahvesiyle meydanların var olduğunu görebilirsiniz.
İşte oralarda bir araya geldikçe insanların fikirleri olgunlaşır, kişilikleri gelişmeye başlar. Kültürler de böyle farklılaşır ve gelişir. Ama artık dünyanın her yerinde tek bir kültür egemen oldu sanki. Yaşam bir "kitch" haline dönüştü. İşte bu, kültürü ve dolayısıyla insanı yozlaştırıyor. İnsanların bir kısmı neden yaşayıp neden öldüklerini bile bilmiyor bence. Maalesef artık markalar ve medya insanların yaşantısını şekillendiriyor. Onların sunduğu yaşam biçimini benimseyenlerin de sayıları gün geçtikçe artıyor.
Yeri gelmişken değinmek istiyorum, bu bahsettiğiniz şey küreselleşme ile ilgili bir durum. Küreselleşme politikaları içinde mimarlığın ve mimarın durumunu nasıl görüyorsunuz?
Mimarın ürününün hayata geçebilmesi için paraya ihtiyaç vardır. Küresel sermayenin ne zaman hangi ülkede duracağı da belli kurallara bağlı. Bu durum dolaylı olarak mimarlığı da etkiliyor.