"Adana’yı öteki kentlerden ayıran en belirgin özelliği bir tür eşik olması. Bir mekândan başka bir mekâna yahut bir ruh halinden başka bir ruh haline geçiş eyleminin gerçekleştiği yer veya an."
Kentin Tozu'nda yeni bir seri başlıyor. Mimarlar; şehirlerini, coğrafyalarını, iklimlerini, kentlere dair hikâyeleri anlatacaklar. Bir kenti nasıl tanımladıklarını, ona nasıl baktıklarını... Doğdukları ya da yaşadıkları kenti; etkilendikleri ya da onları dönüştüren bir kenti... Ya da...
Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır. Ya da onun sana sorduğu ve ille de yanıtlamanı beklediği sorudur.
Görünmez Kentler, Italo Calvino
Adana'da doğup, büyüyen, Adana'da yaşayan ETMO (Eren Tümer Mimarlık Ofisi) Kurucusu Eren Tümer, Adana'yı anlatıyor:
DİLEMMA
Adana benim için deyim yerindeyse tam bir “dilemma”: Bir kentte olması ve deneyimlenmesi her bakımdan insanı mutlu edebilecek (göl, nehir, deniz, tarih, sanat v.b.) tüm bileşenlerin “var”lığı ve fakat aynı zamanda da “yok”luğu arasındaki bir ikilem. Cengiz Bektaş’ın bir yazısında “Kuzey yarım kürenin insan yaşamına en uygun yöresidir.” (1) diye anlattığı, Akdeniz’de bulunan bir kent fakat denizinden uzak; Seyhan Nehri boyunca uzanan, gölü çepeçevre saran bir kent fakat “su”dan uzak; Tepebağ gibi tabiri caiz ise bir açık hava müzesine sahip olan bir kent fakat tarihinden uzak; ressamları, müzisyenleri, yazarları, oyuncuları ve yönetmenleri olan bir kent fakat sanatından da uzak. Ancak yarattığı tüm bu çelişkilere rağmen öyle bir şehir ki, tıpkı antika bir radyo gibi, atsan atılmaz, satsan satılmaz!
Uzaktan bakan biri, antik geçmişi neredeyse M.Ö. 6000’lere kadar, kesin tarihi ise üç bin yıllık bir geçmişe kadar uzanan, hulasa birçok kültürün katman katman işlediği tarihine bakmadan bu coğrafyanın amiyane tabirle şanını “acılı bir buçuğa” indirgeyebilir pek tabii. Böylesine kadim bir geçmişi bulunan bir kentin temsiliyet görevini de bir şişe sarılmış 250 gr. kıymaya bırakmak haksızlık olacaktır. Her ne kadar şöhreti tüm ülkeye yayılmış ve ayrıca Adana dışında denenmesi kesinlikle tavsiye edilmiyor olsa da.
Peki nedir Adana’nın simgesi?
Taşköprü ya da Büyüksaat gibi tarihi eserler mi? Mümkün elbette. Ancak bana göre bu şehrin simgesi -her ne kadar hakkı verilemiyor olsa da- Seyhan Nehri, yani “su” olabilir. Adana’yı sıradan bir şehir olmaktan kurtarıp, onu nefis bir su kentine çevirme potansiyeli olan bir armağandır nehir. Ancak suya dokunmayı, onunla yaşamayı yani ona entegre olabilmeyi beceremediğimiz müddetçe sıradan olmayı sürdüreceğimiz de çok açık. Ayrıca bu şehir için bir tılsımdan söz edeceksek eğer, bana göre o kesinlikle “su” dur.
Az evvel sözünü ettiklerimin yanı sıra, Adana’yı benim açımdan öteki kentlerden ayıran en belirgin özelliği ise bir tür eşik olması. Yani bir mekândan başka bir mekâna yahut bir ruh halinden başka bir ruh haline geçiş eyleminin gerçekleştiği yer veya an. Bu açıklamayı yazının bağlamında ele alacak olursak “yer” sözcüğünü kullanmak daha doğru olacaktır. Doğu'dan Batı'ya, köyden kente geçişin eşiği...
Adana, 2000 Evler Mahallesi. ©Eren Tümer
Tarih hızlıca kurcalandığında Adana’nın Roma İmparatorluğu döneminde doğuya giden Roma askerleri için bir tür istasyon görevi gördüğü kolayca fark edilebilir. Aynı zamanda, sırtını Toroslara yaslamış, güneye uzanan Kilikya’ya (Çukurova) açılan bir kuzey-doğu kapısı (2). Yakın geçmişe bakıldığında ise, kentin bu sefer de Türkiye’nin doğusundan batısına doğru gerçekleşen göçün bir tür istasyonu olduğu anlaşılabilir. Şehrin kendi sınırları içerisindeki fiziksel ve demografik dönüşümü ise yer yer “Ne köy kalmış ne de kent olmuş...” dedirtebilir.
Ayrıca Adana öylesine bir konumdadır ki ne doğudadır ne de batıda. Güneyde desek tam oturmaz yerine, kuzeyde desek hiç olmaz. Ülke haritasını katlasak tam da ortasındadır. Tıpkı Türkiye’nin iki farklı kültürü bağlayan bir köprü olduğu gibi. Yani özetle Türkiye’nin hem sosyo-kültürel hem de jeopolitik konumu dünyada ne ise, bu şehrin de Türkiye’deki konumu yaklaşık olarak öyledir.
Dünya üzerinde Türkiye'nin konumu / Adana'nın Türkiye'deki konumu.
Öte yandan, cumhuriyetin ilanını takiben başlayan batılılaşma hareketine eklemlenen kentlileşme meselesi, bir mimar ve aynı zamanda da bir plancı olan Jansen’in (3) yaptığı planlar (4) ile birlikte Ziyapaşa bölgesi ve yakın çevresinde vücut bulmuş ve Adana böylece planlı bir kent merkezine kavuşmuşsa da son yıllardaki kentsel dönüşüm merakı bu merkezi de bozguna uğratmayı becermiştir. Ancak her şeye rağmen kentsel hafızamız bu yağmacı dönüşüme adeta meydan okuyor ve Ziyapaşa ve yakın çevresi bir kent merkezi olma özelliğini hâlâ koruyor.
Kentin; mimarlık, müzik ve edebiyata etkisi
Eğer tüm benzerlikler içerisinde gizlenmiş olan az sayıdaki ayrıntıyı arama ve bulabilme becerisini bir kazanım olarak saymazsak, Adana’nın mimarlık pratiğime hatırı sayılır bir katkısı olduğunu -üzülerek- söyleyemeyeceğim.
Elbette antik döneme ait kalıntıları, tarihi yapıları, Tepebağ evleri ve onların bu coğrafya ile kurduğu ilişkileri, Karatepe’nin nefis saçakları ve cumhuriyet döneminden kalan ve varlığını (şans eseri) hâlâ sürdürebilen modern dönem yapılarının öğütlerini görmezden gelmek haksızlık olur. Ancak ben mimarlık pratiğine en büyük katkının, bir kentten çok tüm bu olguları bir sonraki kuşağa aktarmayı düstur edinen bir ustanın çırağı ile kurduğu ilişki olduğuna inanıyorum. Bu anlamda okul bitip de Adana’ya döndüğümde bu bakımdan çok da şanslı olduğumu söyleyemeyeceğim. Dolayısıyla arama ve geliştirme çabalarımın mimarlık pratiğime Adana’nın kendisinden çok daha faydalı olduğunu söyleyebilirim.
Aslında yukarıda ifade ettiklerime benzer durumların müzisyen kimliğim için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Çok önemli sanatçılar (5) yetiştirmiş bir şehir olmasına karşın özellikle son yıllarda farklılıkları kapsayıcı olmadığını açıkça hissettiriyor. Tabii bu durum ülkenin genel ruh halinin küçük bir özeti de olabilir (6).
Öte yandan konu yazma meselesine, yani edebiyata geldiğinde ise durum tersine dönüyor. Söyleşinin başında Adana’yı ifade ederken kullandığım ikilemde olma hali ve benzerlikler içerisindeki ayrıntılar ile uğraşma meseleleri bana yazma konusunda epeyce fikir verdi ve hâlâ veriyor diyebilirim.
Öne çıkan mimari ve tarihi yapılar
“Var mı ki?” veyahut da “Kaldı mı ki?” dersem sanırım aklımdan geçenler kolayca anlaşılacaktır. Tarihi eserler olgusundan bağımsız olarak ifade edeyim; 1950 ve öncesinde üretilen birçok özgün ve yerine ait olmayı becerebilmiş yapıyı korumak ve onları sonraki kuşaklara aktarmak yerine, yıkıp birbirine benzeyen (bakınız yine benzeşme hali) bloklar yapılınca kentin mimari özelliği de akademik makalelere veya arşivlere sıkıştırılmış oldu.
Demirtaş Ceyhun yapısı. ©Eren Tümer
Tabii her şeye rağmen ayakta kalmayı başarabilen yapılar da yok değil. Örneğin Reşatbey Mahallesi’nde, tasarımı Demirtaş Ceyhun’a (7) ait olan ve bakımsızlığına rağmen tüm özgünlüğüyle direnişini sürdüren bir yapı vardır ki; ölçeğiyle, heykelvâri merdivenleriyle, doluluk ve boşluk oranlarıyla, iklimsel ve (dama çıkma alışkanlığı gibi) yöresel gereksinimleri dikkate alan çatı terası ile ilgilisi için çokça ipucu barındırmaktadır. Yapı hâlâ ayakta durabiliyorken görülmesini hem meraklısına hem de Adana’da ikâmet etmekte olan mimarlık öğrencilerine önemle tavsiye ederim.
Tabii gerek mimari gerekse de tarihi bakımdan görülmesi gereken hem kent içerisinde hem de yakın çevrede oldukça önemli yerler mevcut. Örneğin artık her ne kadar Adana sınırları dahilinde olmasa da yörede olması sebebiyle Karatepe Aslantaş Açıkhava Müzesi (8), Kastabala (9) ve Anavarza (10) Antik Kentleri ile restorasyon çalışmaları sürmekte olan Tepebağ bölgesi öncelikle ve kesinlikle görülmesi gereken yerler arasındadır.
Pandemide hayat eve sığdı mı?
Pandeminin karanlık günlerinde yaşam hemen hemen bütün şehirlerde yaşayan insanlar için olduğu gibi Adana insanı için de oldukça sıkıcıydı. Fakat sanırım Adana’da özellikle kapanma dönemi bir zamanlar yürürlükte olan Adana Büyükşehir imar yönetmeliğinin sağladığı az sayıdaki iyi imkândan biri olan geniş balkonlar sayesinde belki bir miktar daha iyi gitmiş olabilir. Emin değilim, ancak geniş balkonların sunduğu yarı açık alanda olma hissinin kıymetli olduğunu düşünüyorum. Çünkü balkonlar özel mekânlardır. Ne tam olarak içindedir evin ne de büsbütün dışında; betona hapsolmuş kentlinin bitkiler yetiştirip doğaya öykünebildiği kendine ait son “yer”dir. Cengiz Bektaş’ın söylediği gibi “Yabancı gözlerden korunmuş, yarı gölge, doğaya (ve göğe) doğrudan açık bir oylumdur.” Eski Türk evlerindeki “Hayat”ın yerini almıştır. Böyle bakınca salgın sürecinin bizleri evde kalmaya zorladığı tuhaf zamanlarda muhtemelen birçok Adanalı için günün büyük bir çoğunluğu balkonlarda geçti diyebilirim. Sonrası ise malum, yarı açılmalar, tam açılmalar, açılıp hemen kapanmalar ve sonra yeniden yarı kapanmalar gibi kararsızlıklar içerisinde geçen karanlık günlerdi. Öte yandan trafik yoğunluğunda ise pek de azımsanmayacak bir artış oldu. Adana halihazırda toplu taşıma konusunda zaten pek başarılı sayılmazdı, yetmezmiş gibi şimdi de her araçta bir kişinin seyir ettiği, bulunan ilk köşe başının, kaldırımın araç park yerine çevrilerek yürümenin veya bisiklet kullanmanın neredeyse imkansızlaştırıldığı bir “araç-kent” halini almaya başladı.
Eskiye dönüp bakınca,
her ne kadar keskin bir imaj belirmiyor olsa da açık hava sinemalarına dair belli belirsiz görüntüler oluşuyor zihnimde.
Adana yazlık sineması.
Sonra interneti tarayıp Sular bölgesindeki bu eski açık hava sineması fotoğraflarına ulaşıyorum ve görüntüler ve anılar bir miktar daha netleşiyor. Art arda dizilmiş ahşap iskemleler, iki bacak arasına sıkıştırılmış bir beyaz gazoz ve çekirdek.
Hulasa, 60’lı yıllarda başlayıp 80’li yılların sonlarına kadar devam eden ve sonra da krizle birlikte yitip giden açık hava sinemalarının eksikliğini hissettiğimi söyleyebilirim (11). Bu etkinliğin ve mekânların kopyaları birkaç defa üretilmiş olsa da muhtemelen ruhsuzluklarından olacak, şimdi onların da yerinde yeller esiyor.
Kentte heyecanlandıran gelişmeler
Son iki yıl Adana için birçok bakımdan epeyce sakin geçmiş olsa da Adana Büyükşehir Belediyesi tarafından -uygulanması halinde- kente epeyce faydalı olabilecek, heyecan verici bir kentsel tasarım yarışması düzenlendi (12). Jüri çalışmalarından yarışma yöntemine ve sonuçlarına kadar oldukça nitelikli bir yarışma oldu diyebilirim. Tabii benim açımdan bu jürinin bir parçası olmak ve katılım sayısı beklenenin altında olsa da niteliği epeyce yüksek çalışmaları yakından izleyip, değerlendirme tartışmalarının içerisinde yer almış olmak oldukça keyifliydi.
Öte yandan, konut dışında oldukça az sayıda farklı tipolojideki yapının üretildiği Adana’da mimarlık bağlamında ise heyecan verici gelişmelerin yaşandığını maalesef söyleyemeyeceğim.
Etkileyici bir kent tarifi
“Şehir gözümüzün önünde uzanıyor. Yükseklerde uçan bir gece kuşunun gözlerinden, biz bu manzarayı görüyoruz. Şehir, kuş bakışıyla, devasa bir canlıya benziyor. Ya da birçok canlı organizma birleşip tek bir varlığa dönüşmüş gibi görünüyor. Sayısız atardamarın bedenin en uç noktalarına kadar taşıdığı kanla, hiç durmadan hücreler yenileniyor. Tüketilecekleri gönderip eskileri alıyor. Yeni çelişkileri gönderip eski çelişkileri topluyor. Şehrin bedeninin her yerinde, nabız atışının ritmine uyarak ışık titremeleri, parlamalar ve kıpırdanmalar oluyor…” diye anlatır kenti Haruki Murakami “Karanlıktan Sonra” isimli kitabında. Bu tarif şimdiye kadar okuduklarım arasında en etkileyici ve akılda kalıcı kent tarifi olabilir.
Murakami’nin edebi tarifini bir kenara bırakırsak benim için ideal bir kentin; otomobilleri değil, insan gelişimini, engelli erişimini, bisikletliyi, yayayı, yeşili ve elbette çocuğu öncelemesi gerekir. Mümkün mü? Belki başka bir hayatta.
Yeni bir kent kuruyoruz
Peki gerçekten yeni bir kent daha kurmak zorunda mıyız? (Gülüyor) Ancak yine de tercihim bir kent daha kurmamaktan yana olacaktır. Lakin “Hayır, mutlaka kuruyoruz.” diyorsanız o halde Adana’dan sadece Seyhan Nehri'ni yani “su”yu alırsak o işimizi görecektir.
Bitirirken...
Adana ve çevresinin antik geçmişi ve birçok medeniyete tanıklık etmiş bereketli toprakları ile, doğası ve ayrıca Türkiye’ye kazandırdığı birbirinden değerli sanatçıları ile oldukça ilgi çekici ve etkileyici bir coğrafya olduğunu bilmek gerekir. Dolayısıyla bana göre profesyonelinden, öğrencisine, yöneticisinden sivil vatandaşına kadar her kentlinin yaşadığı coğrafyanın farkında olması ve bunun bilinciyle sorumluluk alıp bir kentsel gelecek projeksiyonu oluşturabilmek için emek sarf etmesi ve kent yönetiminde katılımcı olması daha yaşanabilir bir yapılı çevre elde edebilmek için oldukça önemli.
Yaşadığımız kent için yapabileceklerimiz, düşündüklerimizden çok daha fazla.
*
Referanslar
1. www.evrensel.net/yazi/71244/akdenizlilik
2. www.wikiwand.com/tr/Adana
3. www.wikiwand.com/tr/Hermann_Jansen
4. İlgilenenler için: ÖKESLİ, F. D. S. Hermann Jansen and his Urban Legacy in Southern Turkey.
5. www.adana.gov.tr/sanatcilar
6. Bu konuda daha detaylı okuma yapmak isteyenler için: www.nouvart.net/etiket/eren-tumer/
7. www.wikiwand.com/tr/Demirta%C5%9F_Ceyhun
8. www.arkitera.com/proje/karatepe-aslantas-acik-hava-muzesi/
9. osmaniye.ktb.gov.tr/TR-161054/kastabala---hierapolis.html
10. www.wikiwand.com/tr/Anavarza
11. Açık hava sinemalarını odağına alan bir Adana yarışması
12. Birinci Ödül, 5 Ocak Parkı ve Yakın Çevresi Kentsel Tasarım Yarışması