Ayakkabının Tozu
E. Seda KAYIM / 06 Nisan 2010
Ayakkabı tasarımı, mimarlık camiasının son bir-iki yıldır giderek aşinalığını arttırdığı bir üretim alanı… Bu nedenle de bu iki disiplinin –ortak ve özgül aktörleri üzerinden- geri besleme potansiyellerine bakmak keyifli ve faydalı gözüküyor.
Ayakkabı tasarımı, mimarlık camiasının son bir-iki yıldır giderek aşinalığını arttırdığı bir üretim alanı… Zaha Hadid'in Melisa ve Puma için ortaya koyduğu tartışmalı tasarımlardan Frank Gehry'nin klasik ve lüks ayakkabı markası J. M. Weston ile işbirliğine, her geçen gün daha da fazla mimarın dikkatini çekiyormuş gibi gözüken bir tasarımsal alan ile karşı karşıyayız. Ancak kısacık bir beyin fırtınası, aslında ayakkabı gibi strüktürel bir giyim nesnesinin neden mimarlık üretim mecraları için bu denli heyecan verici olabildiğini keşfetmemize yarıyor.
Öyle ya, modanın her geçen gün "high-tech"leştiği düşünüldüğünde, halihazırda yoğun teknik gereklilikleri bünyesinde bulunduran ayakkabı üretimi de yepyeni ve mimarlığa öykünürcesine fütüristik özellikler ile ön plana çıkabiliyor. Form, renk ve geometri bilgisini bir kenara bıraksak bile ayakkabılar, bina bilgisinden hiç de uzak durmayan şekilde birer "taşıyıcı" olduklarını bize hatırlatıyorlar. Belki de bu yüzden Gehry'yi "Ayakkabılar her zaman çok mimaridir. Hele ki son zamanlarda öyle ayakkabılar var ki! Örneğin Miuccia [Prada]! Onlar birer bina!" derken bulabiliyoruz.
YSL'den geçtiğimiz 2009 yazına bir anlamda "damga" vuran ve şimdiden ayakkabı tasarımının kült ikonları arasında giren "kafes" bot ve sandaletler.
Üstelik malzeme ve üretim teknolojilerinin gelişmesini fırsat bilen ayakkabı tasarımcıları, mimarların "tozunu attırır" bir hız ile karbonfiber ve ahşap plaklara yöneliyor; "ekoloji" diye haykırıp duran mimarlardan çok daha evvel keçeler ve ham deriler ile çalışmaya başlıyorlar. Yani ayakkabı tasarımı da, diğer pek çok sanat ve tasarım alanında olduğu gibi, mimarlığı bir tür "artçı" olarak göstermeye yetiyor.
Ancak ayakkabı tasarımı ile mimarlık arasında kurulmaya çalışılan ilişkide, birkaç star mimarın "Her tasarımsal mecrada harikalar yaratırım!" egoları ile sınırlı örneklere kanaat getirilmek zorunda değiliz. Örneğin Nike'nin tasarım direktörünün uzunca yıllar şirketin kurumsal yapılarının projelendirilmesi için çalışmış bir mimar olduğu gerçeği, bu iki disiplinin oyun alanlarının verimli bir şekilde kesiştiğini bize gösteriyor. Öte yandan Annie Mohaupt, Rem D. Koolhaas ve Julian Hakes gibi isimler, yıllar süren mimari uygulamaların ardından soluğu ayakkabı tasarımında alan diğer figürler olarak karşımıza çıkıyorlar.
Ayakkabıda bir başka "mimarca" yaklaşım. Chloe 2009 ilkbahar/yaz koleksiyonundan "strappy" botlar.
Ayakkabı tasarımının büyülü dünyasından mimarlığa kayan bir isim ile -en azından biz- karşılaşamamış olsak da, bu iki disiplini –ortak ve özgül aktörleri üzerinden- bir arada incelemek, paralelliklerine ve geri besleme potansiyellerine bakmak keyifli ve faydalı gözüküyor. Bir de belki buradan hareketle, mimarlık ile diğer tasarımsal üretimlerin ne kadar ayrıştığı veya ayrışmadığı üzerine bir kez daha düşünmek…
Bir de ayakkabı tasarımcısı Bilge Köprülü, sadece bir topuk sesinin bile bir mekanı nasıl dönüştürebileceğine dikkatimizi çekiyor. Gerçekten de mimarlık ayakkabıyı ve ayakkabı mimarlığı etkiliyor; aynen ayakkabının kenti ve kentin de ayakkabıyı dönüştürdüğü gibi...
Bu Haberi Sosyal Medyada Paylaşın
Yorumlar
Bu İçeriğe Yorum Yazın