Diyarbakır Sur ilçesinde yaşanan çatışmadan sonra, kentsel dönüşümle projelendirilen İç Kale Hz. Süleyman Parkı'nı şehir plancısı ve kent tarihçisi Gizem Kıygı; kentsel hafıza ve kamusallık kavramlarının gündelik yaşamdaki çelişkisine odaklanarak yazdı.
Güneşli mi, yağmurlu mu olduğuna bir türlü karar veremeyen hava, günün ışığını en sonunda ıslanmış taşlara yansıtmaya başladığında, kentin turistleri, bizler, surların çapraşık merdivenlerine koşmaya başladık. Amacımız tarihi Diyarbakır’ı biraz yüksekten seyretmek, Hevsel Bahçeleri’ni olabildiğince kuş bakışı görebilmekti. Her şey sakin, kent cömertti. Çocuklar da merdivenlerin bozuk taşlarının, yeni yapılan parkın ıslak çimlerinin, su birikintilerinin ve yerlerde yuvarladıkları bir topun peşindeydiler.
Bu davetkar seyrin orta yerinde, kalbin bir köşesine sıkışmış korku ve akşam haberleri spikerinin sesi pusuda yatıyordu. Merdivenin son basamağında saklandığı pusudan çıkacak; yıkımın ve savaşın gölgesini tek bir cümlede ortalığa dökecekti: “Çok acıklı bir manzara”.
Surların dik ve kaygan merdivenlerinden inen bir ziyaretçi kalbini tutarak söyledi bu cümleyi. Surların ucundan görünen Sur Mahallesi’nin, kısa bir süre önce yaşanan çatışmanın ardından dönüştürülen yüzüydü.
Olan, tanıklığını kurduğum anda tezahür eden ve politik doğruculuğa sığmayan eylemlerimizin hiçbirinin bir suçu yoktu. Ne uzaktan yıkımı “acıklı” bulan turistin, ne selfie çubuklarıyla güzel bir an yakalamak isteyenlerin, ne oyunlarının peşinde koşturan çocukların, ne de olanları gözleme hevesini törpüleyemeyen şehircinin... Hiçbirimizin suçu yok. Suç, tarihsizleştirmenin kamusallıklarını kurmada ısrarcı “mekan etme” ediminde. Oysa hafıza, dile de, mekana da her an ortaya dökülebilecek mesafededir.
Adımlarım meraklı, çatışmalardan sonra dönüştürülen Hz. Süleyman Parkı’nın içinde dolaşıyordum. Bu parkın aslında, o “acıklı” manzaranın bir parçası olduğunu bilerek. Bilenler de, bilmeyenler de, “rehabilitasyon” çalışmalarıyla itinayla, gecekondulardan, “zararlılar”dan, “mirasın sırtına yaslananlar”dan, “çöp kokuları”ndan arındırılan, temizlenen ve kamusal kullanıma açılan bir mekanın üzerinde deviniyorduk. Köşede koskocaman bir tabela, dönüştürülen alanın eski ve yeni fotoğraflarını sergileyerek hareketlerimizi izliyordu: “Bak nasıl da güzel geziniyorlar”. Acaba, övgü bekleyen tabelanın, iki görselde anlattığı geçmişi kaçımız neresinden görüyorduk?
O anda “kamusallık”, yeri döven adımlarımızda, fotoğraf çeken telefonlarımızda, gülüşlerimizde mekanını buluyordu. Sonuçta park, yapıdan ve betonun elli tonundan daha sevimliydi. Sonuçta, Millet Bahçesi projesi sebebiyle içine inşaat makinesi sokulan, Hevsel Bahçesi’nin yeşil tonlarıyla, yeni yapılan kent parkının yeşillerinin uyumu, topografyaya yaslanan seyir terasları, Sur’un tarihi dokusunu bozmayacak kent mobilyası malzemeleri, bir gecekondu mahallesinden daha ferahlatıcı ve çok daha estetikti. Bu estetiğin ve kamusallığın maliyeti tabelaya yazılmış, borcu proje bedelinde ödenmişti. Mekanın resmi tarihi, kendini en rahat bir kent parkının kamusallığı üzerinden yazabilirdi. Ama, işte hafıza, yarasını sarmamış hafıza, bir mekanın sevimliliğiyle unutturulma gayretine maruz kalmış hafıza; o spikerin kulakta çınlayan sesinde, bir duvar çatlağında, göz kırpışta önümüze düşen imgede, yakalayabildiğimiz ya da yakalayamadığımız anlarda geri tepip duruyordu. Burada, tam da bu noktada, bir zamanlar çocukluğunun dekorunu oluşturan mahallesini -iyi ya da kötü hislerle- hatırlayan, yıkan her şeyin sesini ayrıştıran ama hiç görmediğimiz, belki de göremeyeceğimiz kişilerle bir dürtüsel imgede buluşuyorduk.
Sonra çocuklar yeniden koşmaya, yağmur, hızlanmaya başladı. Oturduğum kahvecide okuduğum "Kolektif Bellek" kitabından, düşünür Maurice Halbwachs bana parkta yaşadığım anları şu şekilde açıklıyordu:
"Tüm bu hareketlilik, aşina olduğumuz ve bu çalkantılardan etkilenmemiş gibi görünen dekorda gerçekleşir. İnsanları, duvarlar ve evler ayakta kaldıkça hiçbir şeyin tamamen kaybolmadığına inandıran şey, taşların kayıtsızlığı ile teslim oldukları kargaşa arasındaki tezat mıdır? Bilakis, kent sakinlerinin kentin maddi görüntüsü dediğimiz şeye karşı olan dikkatleri hayli değişkendir. Ve şüphesiz aslında pek çoğu, oldukça ciddi milli, dini ve siyasi olaylara kıyasla; bir sokağın, bir binanın ya da evin yok oluşuna karşı çok daha hassastır".
Aklımda hep aynı soru dönüp duruyordu: Yıkılan mahallenin çocukları bu parkı nasıl hatırlayacaklar?