"Öğrendikçe tanıyor, tanıdıkça benimsiyor ve benimsedikçe “Egeli” oluyordum." Kentin Tozu'nda bu ay konuğumuz NSMH Kurucusu Nevzat Sayın.
Ege’de bildiğim yerler
Kentin Tozu'nda mimarlar; şehirlerini, coğrafyalarını, iklimlerini, kentlere dair hikâyelerini anlatmaya devam ediyor. Bir kenti nasıl tanımladıklarını, ona nasıl baktıklarını... Doğdukları ya da yaşadıkları kenti; etkilendikleri ya da onları dönüştüren bir kenti... Ya da...
Eylül ayı konuğumuz, NSMH Kurucusu Nevzat Sayın ile okul yıllarının Ege'sine gidiyoruz. Nevzat Sayın, nasıl Egeli bir mimar olduğunu anlatıyor*:
“İnsan yaşadığı yere benzer”**
‘1971’de İstanbul’dan gelip yerleştiğimiz İzmir’i, Bodrum’dan önce görmüş müydüm hatırlamıyorum, ama sonrasında gördüysem bile yakın bir sonrada görmüş olmalıyım. Ege’yle tanışıklığımın ilk eşiği olarak Bodrum var zihinsel kayıtlarımda. Sıcaklarla beyazların, ışıklarla gölgelerin, denizlerle karaların, kayalarla kumların birbiriyle ilişkisini, neye benzediklerini ve birbirlerini neye benzettiklerini ilk kez fark etmiştim. O güne kadar bildiklerime benzemeyen, bambaşka bir yerdeydim. Sokaklar, evler, avlular, meydanlar tanıdık değildi. İçinde/yanında olduğum şeylerin fotoğraflarını bile görmemiştim. Daha önce hiç duymadığım ve Rumca olduğunu öğrendiğim başka bir dilde konuşuluyor, Türkçe konuşmalarda ise kelimeler bildiğim anlamda kullanılmıyordu; denizin dibini kaplayan uzun yosunların adı “erişte”ydi. Bildiğim anlamlarındaki kelimelerle kurulan cümlelerin vurguları ise bildiğim yerde değildi; soru takısı almış kelimelerin vurguları sonlarında değil, ortalarındaydı. Tıpkı dil gibi, günlük hayatın bildiğim ya da bildiğimi sandığım önemli/önemsiz nesneleri de bildiğim gibi değildi.
Bodrum, Çizim: Nevzat Sayın, 2019
İsimlerini daha sonra öğreneceğim deniz yaratıkları; yıldızlar, kestaneler, pinalar, salyangozlar, süngerler ve istiridyeler gibi ‘tuhaf şeyler’in arasındaydım. Sonradan daha iyi fark edeceğim gibi, içinde ya da üzerinde olduğum zamanlarda denizin beni şaşırtan akıl almaz şeffaflığı da Marmara Denizi’nden çok farklıydı. Hayatımın sonraki evrelerinde, dünyanın başka denizlerinde başka şeffaf mavilikler görmüş olsam bile, o gün bugündür Ege Denizi hep çok özel olmayı sürdürüyor benim için.:. Daracık yolun kenarında dikilen büyük beyaz duvarı ikiye bölen mavi kapıdan önce küçük bir ön avluya, ön avludan evin ortasındaki sofaya giriliyor, sofanın giriş kapısının tam karşısındaki arka kapıdan da deniz tarafındaki çardaklı bahçeye geçiliyordu. Denizle beni ayıran kumsal, sadece birkaç adımda aşabileceğim kadardı. Solda, Paşatarlası’na kadar uzayan kıyı ve arkasından ona eklenmiş gibi görünen Karaada; sağda, denizin kenarındaki kayalıklardan yükselen kale vardı. Kalenin hemen arkasındaki Bardakçı Koyu’nun ilerisinde, üzerinde yel değirmenleri olan burunla sınırlanan deniz ve bu iki ucu neredeyse birleştirerek sonlandıran silik Kos/İstanköy silueti yolun kenarındaki beyaz duvardan başlayarak, avludan ve sofadan geçip denizin içinde uzayıp giden evimizin de uzaktaki sınırıydı. Okullar tatil olmadan birkaç gün önce gelmek ve okullar açıldıktan birkaç gün sonra dönmek üzere yıllarca sürdü ‘68 yazında başlayan ‘Bodrum fasılları’. Araya bir yaz Fethiye girdi. Aynı etkiyi yapmasa da yıllar sonra Fethiye’ye, körfezin dibindeki tersaneye gidip çocukluğumdan hatırladığım ‘tekne kılçıkları’nın fotoğraflarını çekmiş ve bir “Rorschach” sergisini yapmıştım.
Fethiye Tersane’sinden, Fotoğraf: NSMH Arşivi
Bu tekneleri çekmek için Bodrum’a değil de Fethiye’ye gitmemin nedeni ise Bodrum’daki tersanenin yerinde yeller esmesiydi. Kalenin hemen dibinde, o kurutulmuş tuhaf deniz yaratıklarını ilk kez gördüğüm Kilise Meydanı’nın ve eski ustalardan el alarak en iyi tekneleri yaptığı söylenen Erol Usta’nın kapalı sinemanın yanından meydana çıkan küçük aralıktan da girebildiğimiz atölyesinin yakınındaki tersane taşınmış, yerine sandalye ve masalar doluşmuş, bu çok önemli, karakteristik mekânın izi bile kalmamıştı. Oysa Fethiye’deki tersane neredeyse olduğu gibi duruyordu. Tekne iskeletlerini fotoğraflamak, çocukluk anılarımın örtük, şifreli kayıtlarını sonradan kayda geçmeye benziyordu. Tekneler her zaman önemli oldu benim için. Onlardan çok şey öğrendim ve öğrendikçe, anlatmak istediğim birçok şeyin ifade araçlarına dönüştüler; doğrudan söyleyemediklerimi onlar üzerinden söyledim. Hayatımın zor dönemlerinden birini Phaselis Antik Kenti yakınlarındaki Adrasan kumsalının üzerinde duran, yapımı bitmiş ama denize indirilmeden yakılmış tekne kalıntılarının fotoğraflarıyla kaydetmiş ve “Teknenin Ölümü” sergisini yapmıştım. Yine sıkıntılı zamanlarımdan birinin görsel kaydı, Turgut Reis’te deniz tarafından kıyıya usulca bırakıverilmiş gibi duran, beyaz gövdeli Çakır olmuştu…
Beyaz Gövdeli Çakır, 1990, Fotoğraf: Nevzat Sayın
Serbest yaz vakitlerinden memnundum. Balık, balıkçılık, tekneler, zeytinyağı, zeybek, sünger, deniz kabukluları, ot, kök gibi yeni tanışıklıklar ediniyordum ve bu yeni şeyleri hemen benimsiyordum. Bodrumlu çocukların arasında, nasıl olsa kazanamam diyerek korka çekine girdiğim 1 Temmuz Kabotaj Bayramı’ndaki 500 metre yüzme yarışında birinci olunca -o ana kadar dışında tutulduğum- akranım olan Bodrumlu çocukların arasına fiyakalı bir biçimde kabul edilmiş, kimi zaman tüm günü geçirdiğimiz kalenin köşesindeki kayalıklara davet edilmiştim. Denizin dibiyle anlamlı karşılaşmalarım da bu kayalıkların olduğu yerde başladı. Kara yaratıklarından deniz yaratıklarına dönüşerek evrimleşmemizin önemli aşamalarından birini daha kat etmemizi sağlayan önemli bir ortamdı burası. Denizin altı inanılmayacak kadar zengin, büyüleyiciydi. Bir hazine dairesinin kapısı aralanmış ve yalnızca içeride olanları görmemiş, olabilecek olanları da sezmiştim. Tekinsizlik hissinin merakımızı arttırması da cabasıydı. Tekneleri çok sevmeme rağmen denizin üstünde olanlardan daha çok altında, dibinde olanları merak ettiğim için daha çok dalmakla ilgilenir olmuştum… Bir yanıyla bambaşka, bir yanıyla aynı şeyin farklı halleri olan ya da biri olmadan diğeri de aynı lezzette olamayacak olan bütün bu olup bitenler, bulunduğum yerle aramdaki bağlantıyı kuruyor, beni de yerin bir parçasına dönüştürüyordu. Sonraki evrelerde benim için çok önemli olan aidiyet meselesinin kaynağı buralarda olmalı… İzmir’de, körfezi gören bir evde oturmamız, içinde bulunduğum yerin kendine has ayırdedici niteliklerini görmek, gördüklerimi kendime kendimi de onlara ait hissetmek için bulunmaz bir fırsattı. İzmir denince herkesin aklına ilk gelen resmi tümüyle görebiliyordum balkondan bakınca. Sanırım bu görüntü şehir hakkında dikkatle düşünmemi sağlamıştı. Denizle karanın bu kadar iç içe olduğu bir şehirde, iki farklı dünyanın arayüzü olan kıyı profilinin nasıl olduğu ve bu profilin içinde yer alan şeylerin uzaktan ve yakından nasıl göründükleri, nasıl bir şehirde olduğumu anlatıyordu. Bodrum’da, denizin altından çıkmak bilmediğimden yeterince ilgilenmediğimi fark ettiğim tekneleri anlamaya çalışıyordum. Yük teknesi, balıkçı teknesi, yolcu teknesi, seyir teknesi diye tanımlamaya çalıştığım ve isimlerinin gulet, tirhandil, mavna, çatana, tanker, piyade, optimist, laser, kadet olduğunu sonradan öğrendiğim tekneler bambaşka bir yere dönüştürüyordu benim için İzmir’i. Hâlâ en sevdiğim tekne olan Dragon’u da İzmir’de görmüştüm ilk kez. Olağanüstü profiliyle hem suda hem de karada çok çekiciydi.
Bütün bunları şimdi İzmir’de yaşayan genç birine anlatmak çok zor çünkü vapur iskelesi, balıkçı barınağı ve marina gibi özel alanlar dışında, irili ufaklı iskele ve teknelerle süslenmiş, geçmiş vakitlerin olağan İzmir kıyılarından ve bu kıyılardaki teknelerden artık eser yok… Bu arada, Bodrum’da geliştirilmiş bir beceriyle lisenin yüzme takımının kaptanı ve sonrasında da İzmir Yüzme İhtisas Kulübü’nün lisanslı sporcusu olarak gittiğim kapalı havuzunun bana büyüleyici gelen mekânsal etkisi ve köşe bucak ayrıntıları, öteden beri var olan mimar olma hevesimi iyiden iyiye pekiştirmekteydi.
İzmir Kıyı Şeridi, 2012, Fotoğraf: Nevzat Sayın, Fotomontaj: NSMH
Sırtüstü yüzerken batı pencerelerinin üst kısmındaki buğulu camlardan giren gün ışığı, mekânı dolduran su buharının içinden geçip neredeyse elle tutulacak bir maddeye dönüşerek yüzüme değdiğinde, bu yapıyı tasarlayan ve sonradan Harbi Hotan olduğunu öğreneceğim mimarın bu vakitte, burada yüzüp yüzmediğini ve ardından, bunu denemeden de bu anı bilip bilmediğini merak etmiştim ama bunca zaman sonra bu havuzdan en çok aklımda kalanın yapı ve mimardan ziyade sevgili antrenörümüz Orhan Mengi olduğundan hiç kuşkum yok. Kendisinden sadece yüzücü olmayı değil, insan olmayı da öğrendiğim önemli hocalarımdan biri oldu Orhan Abi... Arkadaşlarımla semte adını veren asansörle Karataş’a iner, Atatürk Lisesi’ne kadar yürürdük. Bu gürültücü, taşkın ekip farklı yerlerden katılımlarla günden güne değişse de genellikle beş-altı kişi olurdu. Büyük Kardiçalı Han’ın Mimar Kemalettin Caddesi’ne bakan köşesindeki sübyeci ve şimdi Key Otel olan Merkez Bankası’nın Körfez’e yakın köşesindeki istiridyeci sayesinde boyoz, kumru, gevrek, dilden yanaktan gibi İzmir sokak lezzetlerinin yanı sıra başka olağanüstü tatlar da eklenmişti damağımıza. Büyük Kardiçalı Han ve bu yapı adasının diğer köşesindeki Osmanlı Bankası dahil, benzer yapıları fazla süslü bulsam da bunlara dikkatle bakmaktan kendimi alamazdım ve bu üslûptaki yapılar içinde en çok Milli Kütüphane’yi severdim. Hem kütlesi hem de iç mekanı çok güzeldi. İzmir güneşi altında iyiden iyiye göz alan bu kütlenin, beyaza yakın açık rengine inat, koyu kahverengi, kıvamlı, sarıp sarmalayan bir gölgeye benzeyen iç mekânındaki okuma salonu büyüleyiciydi.
İzmir Milli Kütüphane, Kaynak: İzmir Milli Kütüphane Arşivi
Ama sonradan Doğan Tekeli – Sami Sisa projesi olduğunu öğrendiğim Merkez Bankası’ydı asıl dikkatimi çeken. Merak ve hayranlıkla baktığım modern yapının Büyük Efes Oteli’nin cephe düzeniyle olan benzerliğini fark ettiğimde bir kaşif gibi hissetmiştim kendimi. Esas büyük buluşum ise her ikisinin de antik kentlerin kolon dizileriyle olan benzerlikleri olmuştu. Aynılık düzeyinde birbirine benzer şeylerin sonsuz kere tekrar edercesine bir araya gelerek oluşturdukları mimari dili bugün halen önemsiyor olmamın kaynağı buralara kadar uzanıyor olmalı…
Büyük Efes Oteli, Kaynak: ‘’Emekli Sandığı İzmir Büyük Efes Oteli’’, Mimarlık, 15,1965, 26-27.
İzmir Merkez Bankası, Kaynak: SALT Araştırma, Tekeli-Sisa Arşivi
İmbat denilen sihirli rüzgarın körfezin ortasından çepeçevre tüm kıyılara doğru nasıl estiğini anlamıyordum ama bunun İzmir’e has bir şey olduğunu öğrenmiştim. Biraz sertleşip rahatsız edici olanı için kullanılan “eşek imbatı” ifadesinin İzmir dilindeki terimlerden olduğunu da biliyordum. Biraz kaba, iri, dikenli şeyleri anlatmak için kullanılan bu “eşek” takısı zeytine, muza, incire de burada eklenmiş olmalıydı. Fiziki coğrafya kadar beşeri coğrafyanın da belirleyiciliğinden hiç kuşkum yok. Bazı şeyler sadece orada oluyor. Ve orayı, sadece orada olan şeyler kuruyor en çok. Her şeyin hızlı, fazla ve gösterişli olduğu bir dünyada yavaş, az ve kendi halinde bir yer olmak bir zayıflık değil, kendine has bir özellik olmalı diye düşünmemi sağlamıştı Ege… Giriş cephesindeki birkaç basamağı çıkıp, her gün aralarından geçerek okula girdiğimiz ve benzerlerini içeride de gördüğümüz dört “İyonik” kolonuna rağmen, okulda İyon ve İyonya kelimelerini hiç duymamış olmamız ‘ironik’ti. İyonya gibi Karya’yı, Lidya’yı, Likya’yı da duymamıştım. Okulda Antikite’den, şehrin geçmişinden, “biz burada yoğ iken” burada kimlerin olduğundan söz edilmiyordu.:. Sanki her şey bizimle başlıyordu, öncesizdi ve sonra ne olacağına dair de kimsenin bir fikri yoktu… Agora semtinin neden Agora diye adlandırıldığını da, Havra Sokağı adının kaynağını da ne okulda ne evde duymuştum. İzmir’in Smyrna olduğu, Didyma, Miletos, Priene, Iassos, Herakleia kelimelerinin şimdi Bodrum dediğimiz Halikarnassos’a uzanan yol üzerindeki yerlerin adı olduğu hiçbir yerde geçmemişti. Sanırım “Aganta Burina Burinata” kitabıyla başlayan Halikarnas Balıkçısı okumalarıyla fark etmeye başladım bu meseleleri.:. Daha sonra Fernand Braudel’in Akdeniz’ini okuduğumda en sık andığım isimlerden biri oldu Halikarnas Balıkçısı. Daha da sonra Faruk Tabak’ın Solan Akdeniz’ini okurken hem Braudel hem Balıkçı aklımdaydı. Üçünden de çok şey öğrendim. Öğrendikçe tanıyor, tanıdıkça benimsiyor ve benimsedikçe “Egeli” oluyordum. Sonraları “Akdenizlilik” tanımıyla karşılaşınca Ege’yi de içinde barındırdığı ve daha kapsayıcı olduğu için bu kavramı benimsemiş olsam da Ege, Akdeniz’in içinde kendine has bir coğrafya ve kimlik olduğundan, duydukça zorlandığım “Nerelisin?” sorusuna cevabım kendiliğinden oluşmuş, ‘Egeliyim’ demeye başlamıştım. Ama her defasında “Nasıl yani?” sorusuyla karşılaşınca ‘İzmirliyim’ demek kolayıma gelmiş, “gâvur İzmir” deyiminin de çekiciliğiyle ‘İzmirli’ olmuştum. Demek ki ait olunacak yer de seçilip oralı olunabiliyordu... İbn-i Haldun’un söylediği rivayet olunan “Coğrafya kaderdir” önermesini o zaman duymuş olsaydım, doğru, coğrafya kaderdir ama siz söylenenlere bakmayın, kaderinizi değiştirebilirsiniz diye tamamlardım bu önermeyi.:. ‘Değiştirilebilir kaderimiz’ olan coğrafya’daki köşe bucak kırsalda fırından yeni çıkmış sıcak ekmek, yağhanelerin preslerinden süzülen yoğun aromalı zeytinyağı ve kırlardan toplanan kekikle yapılan enfes kahvaltıların yanı sıra, tuttuğumuz balıkları pagan usullerle pişirip yeme denemeleri sayesinde el yordamıyla da olsa, coğrafya dersine girişi lezzetli bir hale dönüştürmüştük.:. Bu denemelerimizle edindiğimiz pagan yemek kültürümüzü, avladığımız balıkları yemeğe dönüştürürken yine buralarda pekiştirmiş, içki içmeyi de bu evrede öğrenmiştik. İçerek, çözülmüş bir dille konuşmanın harika bir şey olduğunu fark ettiğimizde Latinler’in “in vino veritas” dediğini henüz duymamıştık ama halimiz ve tavrımızla Latinler’i haklı çıkarıyorduk. Diyonizyak hayatımızın önemli bir parçasıydı şölen gibi yemekler. Yeme alışkanlıklarımız alabildiğine zenginleşmişti; yapmak ve yemek konusunda engel tanımıyorduk.:. “Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz” önermesini ve bu önermenin hemen yanı başımızdaki Efes’te MÖ 500’lerde yaşayan Herakleitos’a ait olduğunu formel eğitim kitaplarında ya da derslerinde değil, büyüklerimiz tarafından sakıncalı bulunan Marksist felsefe kitaplarının diyalektiğe ilişkin bölümlerinde okuyorduk ve ne tuhaftır ki hiç kimse bize “Toparlanın, Efes’e gidiyoruz” demiyordu ama biz gidiyorduk; evden çıkıp okula giderken yaptığımızın tersine, asansörle Dario Moreno Sokağı’na inmek yerine yukarı doğru yürüyerek Üçyol’a çıkıyor ve otostopla Bodrum’a kadar iniyorduk. O tarihlerde zaten çok seyrek geçen araçlardan pek azı bizi alsa da, dünyanın yolunu yürümek zorunda kalsak da yapıyorduk bunu. Bir keresinde birlikte yürüdüğümüz Fiko, upuzun, bitmek bilmeyen bir yürüyüşten canı sıkılınca, susmam için defalarca uyarmasına aldırmayarak yürürken avaz avaz okuduğum Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ını elimden alıp sulama kanalına attığında, insanı eriten Ağustos sıcağı altında, uçsuz bucaksız Söke Ovası’ndaydık.:. Okullarla aram hiç iyi olmadı ve hâlâ iyi değil. İçten içe okulların gerekli olduğuna inanıyorum ama bu şekilde olmalarının tahammül edilebilir olmadığını düşünüyorum. “Başka bir okul mümkün olmalı” diyerek lisede çok zorlanmış olsam da mimar olmak için üniversiteye gitmem gerektiğine kendimi inandırmıştım. Çünkü mimar olmak benim için sabit fikir haline gelmişti ve mimar olmak için okulun gerekli olduğuna inanıyordum… Sanırım mimarlık konusunda ilk uyarıldığım yer de Bodrum olmuştu. Bembeyaz, küçük kapıları ve pencereleriyle kapalı kübik kütlelerin olağanüstü gölge ve ışık oyunlarıyla birbirine eklemlenerek oluşturdukları bütünlük, bu bütünlüğün kılcal damarları olan ve gölgelerle donatılmış daracık sokaklar ve ancak yakından bakınca görülebilen sihirli yapısal ayrıntıların yanı sıra, Bitez’deki kule evler ve Sen Jan Şövalyeleri’nin kalesiyle ortaya çıkan dürtü, birçok uyarıcıyla da desteklenerek geliştirmişti mimar olma isteğimi. Bodrum’daki tetikleyici unsurların üzerine eklenen Ege’deki Antik kentlerin büyüleyici etkisiyle de mimar olmayı artık iyiden iyiye düşünür olmuş ve sonunda mimarlık okuluna kapağı atmıştım ama tuhaf olan şu ki, mimarlık okulunda da hiç kimse İyonya, Antikite, coğrafya, topoğrafya, yerellik, gelenekler, iklim, Ege, Akdeniz demiyordu. Ders notları hâlâ kütüphanemde duran Ayda Arel’in mimarlık ve sanat tarihi derslerini izlemek büyük keyifti ama içinde bulunduğumuz coğrafyadan, Ege’nin, Akdeniz’in ayırıcı özelliklerinden söz edilmiyordu bu derslerde bile. Yıllar sonra Braudel’in Akdeniz’e dair kitaplarını okuduğumda o dönemde hissettiğim büyük eksikliğin ne olduğunu anlamıştım: ‘Akdeniz bağlamı’ eksikti. Keşke o sırada okumuş olsaydım Braudel’i. Ama ne yazık ki henüz adını bile duymamıştım o vakitlerde…
Braudel’in Akdeniz tanımına giren bölge
Antikite’den konuşulmaması bir yana, Cumhuriyet’ten hemen önceki Osmanlı mimarlık geleneğinden de, Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki mimarlardan ve mimarlıklardan da konuşulmuyordu. Gelenek meselesi neredeyse hiç yoktu. Sivil mimarlık örnekleri, imparatorluk Dönemi’nin kamu yapıları, Sinan mimarlığı, camiler, medreseler, hanlar, hamamlar, çarşılar hiç gündeme gelmiyor, ‘o güne kadar hiç yapılmamış şeyleri’ yapmamız isteniyordu. Oysa yakın ya da uzak geçmişi öğrenmek, mimarlığı öğrenmenin ilk basamakları sayılmalıydı. Yapılmış, edilmiş olanlar üzerinden yoruma açık serbest düşünce üretmek zihin açıcı bir yöntem olarak önemli bir öğrenme biçimi olmalıydı. Geçmişte olanları konuşup tartışarak kendimizce yeniden adlandırabilirdik ve adlandırmak, anlamanın ve anlamlandırmanın en iyi ifadesi olabilirdi; çünkü Wittgenstein’ın dediği gibi dilimizin sınırları aynı zamanda düşüncemizin ve dolayısıyla dünyamızın da sınırlarıydı. Konuşmadıkça dilimizi kuramadığımız gibi dünyamızı da kuramazdık ve kuramıyorduk... Mimarlığın icat etmek mi yoksa keşfetmek mi olduğunu gelenek üzerinden konuşarak tartışabilirdik ama bu konulara da değinmedik. O dönemde değil ama daha sonra Le Corbusier’nin Atina Antlaşması’nı okuyunca kuşkularımın yersiz olmadığını görmüştüm. Yaşamak için en elverişli koşullar Akdeniz iklimindeydi ve biz de buradaydık. Geriye doğru bakarak, şimdi ve sonra ne yapmamız gerektiğini bulabilirdik ama kimse bu iklimden ve bu coğrafyanın geleneklerinden söz etmiyordu. Geriye doğru bakmak, modernizmi benimsemiş olduğunu söyleyen hocalar tarafından, gericilikten başka bir işe yaramazmış gibi görülüyordu… İkinci sınıftayken Serhat’la birlikte Kula’ya gitmiş, kendi çapımızda araştırmalarımızı yapmış, geleneklerin izini sürerek yeni bir şey yapmanın mümkün olup olmadığını tartışmış ve pek âlâ olabileceği sonucuna varmıştık. Kula evlerinde ahşap merdiven korkuluğundaki topuzun neden nar şeklinde olduğu ya da içi için yapıldığı söylenen testilerin neden bu kadar farklı biçimlerde üretildiği gibi sorularla dönmüştük. Evler de içleri için yapılan testiler gibiydi, uzaktan bakınca aynılık derecesinde birbirine benzemelerine rağmen yakından bakıldığında her biri başkaydı. Sonunda ortaya çıkaracağı şeyi bilen zanaatkârlar, bildikleri şeye kendileri için de yeni olan az-çok bir şeyler katmayı ihmal etmemişlerdi. Henüz “mimesis” kelimesini duymamıştık ama belirli bir süreklilik ve bağlam içinde hakiki bir şey yapabilmek için nesneyi değil, yöntemi taklit etmemiz gerektiğini içten içe hissetmiştik. Modern ile geleneksel arasında var olduğu söylenen derin kopuşun yanı sıra, derin bir bağ ve ilk bakışta tamamen farklı görünen, ama dile getirilmese de önem arz eden bir süreklilik var gibi görünüyordu. Bu düşüncelerle baktığımda Le Corbusier, Aalto, Kahn, Wright, Asplund, Jacobsen, Mies, Scarpa, Gropius gibi çok önemli ve birbirinden çok farklı modernlerin yapıları geleneksel izler üzerinden de okunabiliyordu; üstelik bu açıdan bakıldığında Antikite’nin modern mimarlıktaki devamlılığı da yadsınamaz hale geliyordu. Şimdi daha iyi anlıyorum ki istemeyerek de olsa mimarlığı Ege Bölgesi’nde, İzmir’de okumak yapılanmamda önemli bir paya sahip oldu ve benim “başka bir okul”um Antikite oldu. Bir tür “geçmiş okulu” gibiydi. Belki biraz da ırk ve din temelli ayrımcılıkla oluşturulan Türk-İslam sentezine inat bu kadar benimsedim Antikite’yi ve onu bütün ayrımcılıklarına rağmen kendime bir izlek edindim. Bu coğrafyaya, Türklük de İslamiyet de daha dün gelmişti. Peki önceden burada kim ve ne vardı? Biz kimdik, hangisiydik? Neden kendimi Antikite’ye bu kadar yakın hissediyordum? Geçmişle bugün arasındaki devamlılık palimpsesti andırıyordu. Peristil avlulu eve bakınca bunun ‘modern öncesi modern’ bir ev olmadığını ya da Priene’deki tiyatronun sahne yapısındaki kolon kiriş ilişkilerinin, yapma becerisi ve form açısından modern olmadığını kim söyleyebilirdi? Belki de bu sorularla geliştirilmiş bir kavrayışla, “hiç yapılmamış bir şey yapmak” yerine daha önce yapılmış olanlarla ilişkisi az çok okunaklı şeyler geliştirerek, ‘yapılageldiği gibi yapmak’ ama buna rağmen yeni bir şey yapabilmek her zaman ilgimi çeken bir yol yordam oldu…
Bergama Antik Kenti, Traianus Tapınağı’nı çevreleyen stoa, 2008, Fotoğraf: Nevzat Sayın
Lisede Efes’le başlayan Antikite turları üniversitede artarak devam etti. Efes, Milet, Priene ve Bergama stoalarını görünce Stoacıları okuyup hiç stoa görmemiş olmaktan kurtulmuştum. Stoacı filozoflardan birinin imparator Marcus Aurelius, diğerinin ise köle Epiktetos olması merakımı iyice bilemişti. Bir imparatordan bir köleye kadar uzanan düşünürlerinin olması, düşünce alanının genişliği hakkında ilginç, Stoacı filozofların dedikleri ise istediklerimizi yapabilmek için kullanışlı bulduğumuz, hedonistik hayat anlayışımızı gözden geçirmemizi gerektirecek kadar uyarıcı verilerdi. O sıralarda varoluşçuluk üzerine de bir şeyler okumaya başladığım düşünülürse zihnimin bulanıklıkla berraklık arasındaki uçsuz bucaksız bir yerlerde gezindiğini söylemek yanlış olmaz… Bu gezintiyi, Hermann Hesse’nin Siddhartha’sıyla iyice karmaşık ve alabildiğine keyifli bir hale getirmiş, Siddhartha’dan çok Kamala’dan etkilenmiş, hayatımın sonraki evrelerinde Kamala’yı hatırlamaktan, aramaktan ve bulduğumu sanmaktan kurtulamamıştım… Kendimize ait olduğunu sandığımız düşüncelerimizin ne kadarının bizim, ne kadarının başkalarının olduğu birbirine karışıyordu bu hızlı öğrenme döneminde. Öğrendiklerimizi anlatılara dönüştürerek, kendimize olduğu gibi başkalarına da anlatıyorduk. Her seferinde, daha önce öğrendiklerimizden de bir şeyler katıyor, anlattıklarımız bizim olana kadar eğip büküyorduk bu bilgileri. Her yeni bir şey öğrendiğimizde yeni bir karışıklık oluşuyor, zamanla bu karışıklıklar artıyor ve daha iyi bilen biriyle karşılaşana kadar sürüyordu. Bu zihinsel karışıklıklardan, onları tamamen unutmadan ama bir nebze uzaklaşmak için Antikite’ye dönünce her şey alabildiğine anlaşılır ve kabul edilebilir görünüyordu. New York/Manhattan kent planıyla Milet’in kent planı arasındaki aynılığa varan benzerlik, aynı ızgara planın Priene gibi dağlık, tepelik bir yerdeki esnetilmiş hali, Herakleia’nın Bafa Gölü’nün kenarındaki konumu gibi kısmen başkaları tarafından gösterilmiş, kısmen gördüklerimden yola çıkarak keşfettiğim konular mimarlık öğrenimimin ‘gayri resmi’ bölümü oldu. Olağanüstü bir inat ve bilgi kaynakları yoksa kişisel olarak başa çıkılması, giderilmesi çok zor eksikliklerdi bunlar. Üzerinde yaşadığımız ve “bizim” dediğimiz bu topraklarda olan bitenler, örtülü ya da açık bir şekilde “Türk-İslam sentezi” denilen resmi ideoloji altında ezilmişti. İyi yetişmiş, iyi yürekli insanlar bile bu ‘resmi saçmalık’ yüzünden içinde oldukları harika şeyleri görmüyor ve resmi söylemin kötülüklerini sürdürüyorlardı. Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” dediği şey de bu olmalıydı.:. Coğrafya konusundaki eksikliğine rağmen sol politikanın içinde olmanın bir mimarlık öğrencisi için (de) büyük bir zenginlik olduğunu düşünüyorum. İçinde olduğumuz dünyanın adil bir dünya olmadığını düşünerek, ‘daha iyi bir gelecek’ için düşünsel bir öneri geliştirmek anlamlı bir tasarım meselesi sayılmaz mı? Dayatılana itiraz ediyor, sorunu anlıyor, çözüm öneriyor ve bunu gerçekleştirmek için elinizden geleni ardınıza koymuyorsunuz; tasarlamak için bundan daha iyi bir sorunsallaştırma olabilir mi?'
Milet bir liman kenti olduğunu hatırladığında, Fotoğraf: NSMH Arşivi
*Alıntılar, Nevzat Sayın tarafından, Coğrafi Bir Mesele Olarak Mimarlık kitabından yapılmıştır.
**Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinin ilk dizesi.