Gizem Kıygı'nın kaleminden: "Dilin hatta dillerin mekanlara sinerek kendini ürettiği geniş Osmanlı coğrafyasında, kentlerin ve köylerin, tıp, evren ve zaman bilgisinin, aşk ve cinselliğin izlerini barındıran elyazmaları, şimdiki zaman durağı İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde ziyarete açık olan Hafıza-i Beşer: Osmanlı Yazmalarından Hikayeler sergisi..."
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde, Mehmet Kentel küratörlüğünde hazırlanan Hafıza-i Beşer: Osmanlı Yazmalarından Hikayeler sergisini gezerken bu cümle düşüyor önüme. Duvara biraz büyütülerek yerleştirilmiş bir elyazması örneği var, üzerinde yazmaya eli değmiş kimselerin, şimdiki okuma ediminde yeri olmayan, geçmiş zaman kahramanlarının çizgideki temsilleri gösteriliyor. Zaman mefhumunun kanıksadığımız lineerliğini, üretimin sürekliliği ve eş zamanlı olmayan bir kolektiflik ile bozan hikayelendirme biçiminin bir haritası. Sayfanın sınırlarını çizen cetvelkeş, ciltleri yapan mücellit, yazmayı çoğaltan müstensih, altın bezemeleri işleyen müzehhip, okur ve eser sahibi müellif...
Bu imlem aynı zamanda, elyazmasının sayfalarını, dolayısıyla anlatıyı dönüştüren okur ile yazar ilişkisini ve hatta çelişkisini işaret ediyor. Müellif açıklamasında şöyle bir soru soruluyor: “[A]caba yazmalar yüzyıllar boyunca kopyalanırken, kimisi kötü el yazısı kimisi de bilinçli tercihler sonucu nasıl değişikliklere uğramış, hangi kısımları neredeyse baştan yazılmıştır?” Nitekim serginin ilerleyen bölümlerinde esere “Yazan yanlış yazmış” diye müdahale eden Kilisli Rıfat’la da karşılaşıyoruz. İçinde yaşadığımız zamanda, sayfaya yazanla okuyan arasındaki hiyerarşiden bakınca, kağıdın sınırları dahilinde yükselen bu başkaldırı, hafızayla bilme biçimlerinin ilişkisini de sorgulatıyor.
Yazılanın kahramanlarıyla yazar(lar)ın, hikayenin mekanıyla metnin yolculuğunun içiçe geçtiği, birbirinde eridiği, birbirini kurduğu bu okuma-yazma kültüründe hafıza tam da bu çelişki içinden bugüne bakıyor belki de. Serginin kurgusu ziyaretçisini bu çelişki içinden düşünmeye, satır aralarından taşan insanların, yolculukların ve mahlukların hikayelerini dinlemeye davet ediyor. Üretim üzerinden bilginin ve bilme biçiminin kolektif inşasına vurgu yapıyor. Bu vurguda, günümüzde çok kısıtlı bir kesimin ilgi alanına girebilen elyazması koleksiyonerliğinin tarihyazımıyla olan ilişkisine içerden bir eleştiri var. İçeriden çünkü sergiyi kuran elyazmaları bu bağlam içerisinde oluşturulan koleksiyonerlik kültürünün bir parçası. Ancak koleksiyonun içinden, sergi kurgusu ve mekansal düzeniyle “okunan” bilgi, bu iki mefhumun mülkiyetle kurduğu ilişkiyi sorgulatırcasına satır aralarına, sayfa köşelerine “gizlenmiş” gündelik hayat akışına ve inançlara odaklanıyor. Dikkatimiz elyazmalarının bugüne kadarki zaman yolculuğunda türlü şekillerde hikayesini taşıdığı kahramanlar. Üstelik bu kahramanlara kağıdı yiyen/yediği düşünülen kurt da dahil.
Okumanın Mekanları ve Kolektif Okuma
Okumada zaman mefhumunu kesen en belirleyici etken mekan olabilir. Metne nereden ulaşılır? Metin nerede okunur? Hafıza-i Beşer bu soruların cevapları hafıza inşasının harcını politikayla karıyor. Çünkü yazılan metnin içeriği kadar erişilebilirliği politik bir mesele; bir metin yasaklanmış olabilir, bir metnin yalnızca belli bir zümrenin erişebileceği şekilde dolaşımda olabilir, bir metin yalnızca bir kütüphanede bulunuyor olabilir… Sonuç itibariyle, metnin içinde geçen zaman ve mekan okurun zihninin kıvrımlarında dolaşmadan önce, onun gerçek zaman ve mekanıyla bağlamını kuran bir politika içinde çarpışmak zorunda.
Hafıza-i Beşer’in elyazmaları ile tartışmaya açtığı okuma mekanları bölümünü, bu çarpışma ile birlikte düşünüyorum. Metni çoğaltmak kadar “edinmek” için de onu kopyalamanın, yeniden yazmanın, ezcümle detaylıca ve onunla konuşarak “okumanın” gerekliliği kolektif okumanın önemli bir parçası. Bir diğer parçası ise, okuma meclisleri. Şöyle açıklanıyor sergi metninde: “Okurlar kitapları genelde bir okuma meclisinin parçası olarak sesli biçimde okurdu. Okumak aynı zamanda sosyal bir ‘ağ’ kurmak, beraber düşünmek, eleştirmek ve metni zenginleştirmekti”.
Şimdi, dijitalleşmeyle birlikte, zaman ve mekan çarpışmasında bir eşikten geçiyor ve yeni bir bilme biçimine doğru gidiyoruz. Durduğumuz eşikten serginin materyalleri ve açıklamaya bakınca, mekanın kurduğu ya da dağıttığı kolektifliğin hafızayı taşıma kapasitesi daha görünür oluyor zihnimde. Yokolan kolektiflikle birlikte bu kapasiteyi eritiyor olduğumuz gerçeğiyle birlikte...
Sergi okuma mekanlarıyla birlikte, coğrafyanın bu kolektif üretimin gerçekleşmesindeki rolünü de çokkatmanlı bir anlatıyla inceliyor. Dilin hatta dillerin mekanlara sinerek kendini ürettiği geniş Osmanlı coğrafyasında, kentlerin ve köylerin, tıp, evren ve zaman bilgisinin, aşk ve cinselliğin izlerini barındıran elyazmaları, şimdiki zaman durağı İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde 25 Temmuz 2020’ye kadar ziyaret edilebilecek.
Sergiden çıkarken, sayfaların üzerinde hikayesinin sırasını bekleyen beşer ve na-beşeri düşünüyorum. Belki de hafızanın kendi tanımladığı bir zaman vardır, kendi saati geldiğinde akreple yelkovanın aralığından, hükümranların, kralların görkemli anlatılarından hınzırca sızıp yeniden güne karıştığı. Belki de hafıza taşınan, anlatılan değil sızan bir şeydir...